Konumuza geçmeden önce medya hakkında yapılmış bazı tanımlara yer vermek kanımızca yararlı olacaktır. Bazıları şunlardır:
“Bizim Türkçe’de medya olarak kullandığımız, İngilizce’deki media sözcüğü, araç, orta, ortam aracı, anlamlarına gelen medium (Latince medius) sözcüğünün çoğuludur. Diğer yandan, Türkçe’de “media” sözcüğünü karşılamak üzere, oldukça hantal kaçmakla birlikte, “kitle iletişim araçları” kavramı da kullanılmaktadır. Ancak, kavramın kullanışsızlığı, Türkçe olmasa da, medya daha yakın bir kullanım kazandırmıştır. Bununla birlikte, “medya aracı”, “medyalar” gibi yanlış kullanımlarının da gösterdiği gibi, kavramın kullanışsızlığı medya sözcüğünün, genellikle belirli bir kafa karışıklığıyla birlikte dilimize girdiği de söylenebilir.”(Nalçaoğlu, Halil, (2003), Medya ve Toplum, Ips İletişim Vakfı Yayınları,İst.)
Diğer bir tanımsa şöyledir:
“İlk akla gelen ve pek de doğru olmayan tanımlamalar/eşleştirmeler:
1. Medya=televizyon, 2. Medya=teknoloji/araç, 3. Medya=popüler kültür
Medya, sözcüğün kökeni itibariyle aracı olan, doğrudan olmayıp etkinlikleri dolayımlayandır.
Günümüzde kullandığımız anlamda medyanın 3 boyutu var:
1. Teknoloji-üretim ve kullanıma sunulma süreçleri,
2. Toplumsal ilişkiler (kurumlar)-profesyoneller, medya örgütleri ve medya endüstrisinin iç işleyişi ile diğer örgütler ve toplumsal kurumlarla ilişkileri,
3. Kültürel biçimler/ürünler -gazetelerin, programların, vb.; dolaşıma girme, okurlar ve izleyiciler tarafından alımlanma süreçleri.”( Kejanlıoğlu, Beybin.” BİA Yerel Medya Eğitim Programı” Ankara.)
Bu konu hakkında, bu gibi görüşlerin olmasına rağmen günümüzde insanlar arasında medya deyince ilk akla gelen televizyon ve gazetelerdir. İnsanların bilinçlenmesinde ve günümüzde olan olayları takip etmelerine yarayan bir araçtır. Kısa ve basit bir tabirle böyle ifade edebiliriz. Yine aynı şekilde, medya bireylerin siyasi tutum ve davranışlarını, özellikle de oy verirken siyasi tercihlerini çok ciddi boyutlarda etkilemeyebilecek bir güce sahiptir. Bu konuda önemli araştırmalara imza atmış bir araştırmacı olan Rivers (1982), Amerikan medyasını “ikinci hükümet” (second government) olarak nitelendirir. Haber medyası, yalnızca bireylerin siyasi yönelimlerini etkilemekle kalmaz aynı zamanda, siyasi karar verme mekanizması, siyasi liderler ve hükümet üzerinde de çok etkin bir baskı gücü oluşturur. Rivers’ın da vurguladığı (1982, 213) gibi, hükümet politikaları şekillendirilirken, diğer bazı toplumsal güçler gibi medya da, yönlendirici ve şekillendirici bir güç olarak önemli roller oynar. Ülkemizde 1980’li ve !990’lı yıllarda yaşanan siyasi ve toplumsal olaylar hatırlandığında bu konu çok daha anlaşılır bir hal alacaktır.
Bu araç her zaman kontrol altında tutulmuştur veya tutulmaya çalışılmıştır. Çünkü medya dünyadaki en büyük güçlerden silahlardan biri haline gelmiştir. İnsanları istediği gibi yönlendirebilen, iktidar sahiplerini yerinden koltuğundan edebilecek bir güce sahiptir. Bunun için iktidar güçleri işlerin iyi gittiği dönemlerde medyayla sıkı ilişkiler kurmuş bu ilişkinin bozulmasıyla da yasaklama yoluna gitmiştir. Bu da sansür sorununu doğurmuştur.
Medya denince hangi iletişim araçlarını anlamamız gerekiyor?
Medya deyince neyi kastediyoruz? Bunu yukarıda kısaca vermeye çalıştık. Peki bu kavramın içine neler giriyor şimdi biraz da bundan bahsedelim. Kavramı en geniş anlamı ile kullanıldığında, karşımıza çok kişiye ulaşabilen her türden sözlü, yazılı, basılı, görsel metin ve imgeleri(kitaplar, gazeteler, dergiler, broşürler, billboard’lar, radyo, film, televizyon, internet gibi) içeren çok geniş bir iletişim araçları yelpazesi çıkıyor.”(Nalçaoğlu, Halil, (2003), Medya ve Toplum, Ips İletişim Vakfı Yayınları,İst,
İşte bu araçlar halkı bilgilendirme ve yaşadığı evren hakkında fikir edinme özgürlüğünü sunuyor.biz bunlardan daha çok gazete ve kimi zaman da televizyonu ele alacağız çünkü en yaygın kitle iletişim araçları bugün için bunlardır. Eğer medyayı kategorilere ayırmak istersek şöyle bir tablo karşımıza çıkar.
1. Aracılık ettiği toplumsal ilişki türlerine göre: a)kişiler arası b) kitlesel c) şebeke (ağ)
2. Kanala/bileşime göre: a) yazılı (gazete) b) elektronik (TV) c) kimyasal (film)
3. Çalıştırdığı duyulara göre: a) görsel b) işitsel c) dokunma duyusuna seslenen (körler alfabesiyle yazılmış kitaplar gibi) d)karma
4. Ödeme/alma biçimine göre: a) doğrudan satın alınan b) doğrudan ödeme yapmadan alınan c) genel erişim için ücret ödenen d) özgül içeriği izlemek için ödeme yapılan
5. Teknoloji kullanımına göre (ör., TV): a) aile TV'si b) kahvelerdeki TV c) konser salonunda sahnedeki dev ekran
6. Medya içeriğine (türe) göre: a) eğlence-kurmaca (TV'de eğlence: i) soap opera, ii) durum komedisi, iii) aksiyon-macera) b) bilgilendirme-haber-gerçeğe yakınlık c) reklam
7. Mülkiyete göre: a) ticari b) devlet sahipliğinde/kontrolünde ama kamu hizmeti c) bağımsız kamusal
8. Medya örgütlerine göre (ör., TV): a) şebeke TV'si (ulusal) b) yerel bağımsız TV istasyonu c)uluslar arası televizyon kanalları(KEJANLIOĞLU, Beybin(2001). “BİA YerelMedyaEğitimProgramı”.İst.)
Şimdi ülkemizdeki basın tarihini bakmamız konuyu anlamız açısından önemlidir. Çünkü ülkemiz basın tarihi sansürlerle doludur. Basının ülkemizdeki tarihsel gelişimini vermeye çalışalım.
TÜRK BASIN TARİHİ
Türkiye de yayımlanan ilk gazete, Fransız elçiliğinin Fransızca olarak çıkardığı Bulletin des Nouvelles’dir(1795). İlk Türkçe gazete ise devletin resmi gazetesi niteliğindeki Takvimi Vekayi’dir, daha sonra William Churchill adlı bir İngiliz’in devlet desteği ile çıkardığı yarı resmi Ceridei Havadis (1840) ve Agah Efendi ile Şinasi’nin birlikte çıkardıkları Tercümanı Ahval (1860) yayımlandı. Özel girişim tarafından yayımlanan ilk Türkçe gazete Tercümanı Ahval fikir gazeteciliğinin de öncüsüydü ,1864’ten sonra , yayımlanan gazete sayısı arttı, basınla ilgilenmek üzere Matbuat Umum müdürlüğü kuruldu ve ilk nizam name yayımlandı(1864),
1864-1908
Batıda ki özgürlük ve eşitlik hareketlerinden etkilenen yenilikçi fikir gazetelerine susturmak amacıyla Sadrazam Ali Paşa’nın hazırladığı Ali Kararnamesi,(5 Mart 1867), basın özgürlüğünü ortadan kaldırmıştı. Sadrazam Ali Paşa’nın ölümünden sonra Jön Türkler basın etkinliğini yurda dönerek sürdürdüler. Baş yazarlığını Namık Kemal’in yaptığı İ İbret(1872), kısa sürede kapatıldı. Namık Kemal ve gazetenin yazarları İstanbul dışına sürüldü.
II. Abdülhamid’in tahta çıkmasıyla ilk Anayasa hazırlanmış ve Meşrutiyet ilan edilmişti. Ne var ki, Osmanlı Rus savaşı nedeniyle ilan edilen sıkı yönetimle birlikte tün ülkede 33 yıl sürecek baskı dönemi de başlamış oluyordu. Baskı yıllarının en önemli iki gazetesi Şemsettin Sami yönetimindeki Sabah (1875) ve Ahmet Cevdet’in yayınladığı İkdam’dır
1908-1919
24 Temmuz 1908 de ilan edilen Meşrutiyet, basına uygulanan sansürü kaldırınca yalnız İstanbul’da 353 gazete ve dergi birden yayınlanmaya başladı. Dönemin etkili gazeteleri Tanin (Hüseyin Cahit) , Yeni Gazete(Ahmet Emin,Hakkı Behiç,Mehmet Sadık), Volkan(Derviş Vahdeti), Alemdar(Refii Cevat), Peyam (Ali Kemal), Vakit (Hakkı Tarık), Akşam(Necmettin Sadık, Falih Rıfkı, Ali Naci’dir). İttihat Terakki partisine Serbesti gazetesinin iki yazarı Hakan Fehmi (1909 da) ve Ahmet Samim vurularak öldürüldü ve Türk basının ilk şehitleri oldular.
1919-1923
Kurtuluş savaşı sürecinde 4 Eylül 1919’ dan sonra Sivas kongresi’nin yayın aracı İradei Milliye gazetesi, Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişiyle birlikte Hakimiyeti Milliye gazeteleri yayınlandı(1920). Ankara’ya taşınan Yeni Gün ve Öğüt dışında İstanbul’da yayının sürdüren Akşam, Vakit ve Tasviri Efkar kurtuluş savaşını desteklediler. Peyamı Sabah ve Alemdar’sa Ankara hükümetine cephe aldı.
1923-1939
Cumhuriyet hükümeti yeni rejimi kurmak ülkede birlik ve bütünlüğü sağlamak gibi gerekçelerle basına ağır kısıtlamalar getirmiş,güdümlü bir basın yaratmıştı. Dönemin ünlü gazetecileri Hüseyin Cahit , Velit Ebüzziya, Ahmet Cevdet ve Lütfi Fikri, hilafet konusundaki yayınları nedeniyle İstanbul istiklal Mahkemesi’nce yargılandılar 1923.
Şeyh Sait Ayaklanması’ndan sonra kabul edilen Takriri Sükun kanunu basın üzerindeki kısıtlamaları arttırdı. İktidarı desteklemeyen gazete ve dergiler kapatıldı yazırları yargılandı. 1928 oe gerçekleşen alfabe değişikliği basını derinden etkiledi, kapanma tehlikesi geçiren bazı gazete ve dergilere hükümetçe para yardımı yapıldı. Dönemin başlıca gazeteleri Akşam, Cumhuriyet, Tan , Hakimiyeti Milliye(1934’den sonra Ulus )ve Vakittir.
1939-1945
II. Dünya savaşı boyunca İstanbul’da devam eden sıkı yönetim sebebiyle basın özgürlüğü kısıtlı kaldı. Beyoğlu’nda bir İngiliz diplomatına yapılan suikast haberini “resimli olarak” yayımladıkları için kapatılan Vakit , Akşam, Yeni Sabah, Son Posta , Tan , Halk ve Tasviri Efkar gazeteleri (Mart 1941) uygulamaya bir örmekti.
1945-1950
Çok partili yaşam basında belirli bir canlanma yaratmış , tirajlar artmıştı. Demokrat partiyi destekleyen Cumhuriyet ve Vatan’ın tirajları 50 bine kadar çıktı. Akşam , Tasvir , Yeni sabah, Ulus , Tanin ,Hürriyet,Zafer , Milliyet,Yeni İstanbul, Son Posta, demokrat İzmir ,Yeni Asır , Kudret dönemin önde gelen gazeteleriydi. Sedat Simavi’nin çıkardığı Hürriyet (1 Mayıs 1948) yerleşik gazetecilik anlaşışına köklü değişiklikler getirdi.
1950-1960
DP (14 Mayıs 1950), basın üzerindeki denetimi azaltan basın kanunu kabul etmişti, ama kısa süre sonra iktidarla basını ilişkileri gene bozuldu. Pek çok gazeteci ve yayın organı hakkında davalar açıldı, hapsedilenler oldu ; kağıt tahsisi ve resmi ilanlar yoluyla , bası denetim altında tutulmaya çalışıldı.
1960-1970
DP iktidarına son veren 27 Mayıs askeri müdahalesinden (1960) sonra Milli Birlik Komitesi’nin çıkardığı yasalar basına önemli ölçüde özgürlük getirmişti.
1970-1980
12 Mart döneminde çok sayıda dergi ve gazete kapatılırken, 1973 seçimlerinden sonra basın yeniden canlandı. Sağ kesinde Milli Selamet Partisi Milli Gazeteyi , Milliyetçi Hareket Partisi Hergün’ü yayınlarken , sol kesimdeyse Politika ,Vatan , Aydınlık , Demokrasi ve Yeni Ortam gibi gazeteler yayınlandı.
1980’den günümüze
1979 da ilan edile sıkı yönetimin pek çok yayının basım ve dağıtımını yasaklamasının ardından 12 Eylül askeri müdahalesi basın özgürlüğüne ağır bir darbe vurdu, darbenin ilk günü Demokrat , Aydınlık ve Hergün gibi köktenci solcu ve sağcı gazeteler kapatıldı.
Hürriyet ve milliyet lider gazeteler olmaya devam etti ; Cumhuriyet büyük okuyucu kaybına uğradı; 1985 de sabah gazetesi de bu kafileye katıldı.(Thema Laruusse(1993-1994). Syf. 438-439. Milliyet Gazetecilik Aş. İst.)
Bu kısa açıklamadan sonra iktidarlar ve medya arsındaki ilişkiler deyinelim.
MEDYA VE İKTİDAR İLİŞKİSİ
Her toplumda bası başlangıçta dini daha sonra da siyasi otoritenin düşüncelerin özgürce ifade edilmesini engelleyen çeşitli baskı , sansür veya doğruda yasaklarıyla karşı karşıya kalmıştır . bu yüzden de basının yani medyanın siyasi otoriteye karşı sürekli bir varoluş mücadelesi vermesi gerekmiştir. Basın sınırsız özgürlük ister siyasal iktidarlarsa basını hiç olmazsa yasal çerçeveler içinde tutma amacı güderler. Özgürlüğün “ siyasal iktidar – kişi ilişkisi” kavramı içinde ele alındığı çağdaş demokratik rejimlerde devlet , kişi özgürlüklerin sağlayacak toplumsal yapıyı korumakla yükümlü aygıt olarak tanımlanmaktadır. Buna göre kişi, anayasal düzene uygun düşünmek zorunda değildir. Anayasaya ve kanunlara uygun davranmam, düzeni anayasada yer almayan yöntemlerle değiştirmeye kalkmamak zorundadır. Söz konusu bu durum, anayasal kurallar içinde düzeni değiştirmeye yönelik düşünceleri de özgürce dile getirmeye engel değildir.
Bu çerçevede düzeni değiştirmeyi amaçlayan düşünce ve görüşlerini de özgürce açıklanmasını siyasal iktidarda içinde olmak üzere her kurum ve kuruluşun özgürce eleştirilmesini , halkın haber almasını, öğrenmesini, olaylar ve sorunlar üzerinde düşünmesini sağlayacak araç basın yayındır(medya). Dolayısıyla bir ülkede anayasa ve yasalarla düşünceye sınır getirilmesi, gazetecilerin , yazarların yazarken , haber verirken ceza korkusuyla kendi kendilerini denetlemeleri sonucunu doğurur. Bu denetleme de düşüncenin özgürce açıklanmasına engel olacağından , “dolaylı sansür” anlamına gelir. Basının özgürce çalışmasını engelleyecek her şey, örtülü veya gizli sansür olarak kabul edilmektedir.
Medya ve iktidar veya siyaset ilişkisi kimi zamanlar ülkeler için sıkıntılı zamanlara neden olmuştur. Bazı sıkıntılar yaşanmasına rağmen medya ve iktidar genelde birbirini tamamlayıcı, birbiriyle uyumlu bir şekilde hareket etmişlerdir. Medya iktidarlar yaratabildiği gibi iktidarları da yıkabilmektedir. Buna şöyle bir örnek verebiliriz. “Yine aynı şekilde, medya bireylerin siyasi tutum ve davranışlarını, özellikle de oy verirken siyasi tercihlerini çok ciddi boyutlarda etkilemeyebilecek bir güce sahiptir. Bu konuda önemli araştırmalara imza atmış bir araştırmacı olan Rivers (1982), Amerikan medyasını “ikinci hükümet” (second government) olarak nitelendirir. Haber medyası, yalnızca bireylerin siyasi yönelimlerini etkilemekle kalmaz aynı zamanda, siyasi karar verme mekanizması, siyasi liderler ve hükümet üzerinde de çok etkin bir baskı gücü oluşturur. Rivers’ın da vurguladığı (1982, 213) gibi, hükümet politikaları şekillendirilirken, diğer bazı toplumsal güçler gibi medya da, yönlendirici ve şekillendirici bir güç olarak önemli roller oynar. Ülkemizde 1980’li ve !990’lı yıllarda yaşanan siyasi ve toplumsal olaylar hatırlandığında bu konu çok daha anlaşılır bir hal alacaktır.” Böyle güçlü bir aracı yönetime gelen iktidar sahipleri de elbette kontrol etmek isteyeceklerdir. Bu anlaşabildikleri oranda uyum içinde olacaktır. Fakat işler tersine dönünce iktidar sahipleri kimi yasalarla medyayı baskı altına alıp ve bunu çeşitli sebeplerle meşrulaştırma yoluna gidiyorlar. Mesela; ”Türk aile yapısına, genel ahlaka, kamu düzenine aykırı ve zararlı içeriklerini gündeme getiriyorlar. Burada önemli olan nokta, bütün bu iddiaların, siyasal otoriteler tarafından yasaklamacı bir anlayışı meşrulaştırmak üzere kullanılması.” (İNAL, Ayşe(2003), Medya ve Toplum, Ips İletişim Vakfı Yayınları, İst.) Ekonomik nedenler, ulusal güvenlik, dış ilişkiler vs. gibi nedenlerde bunların içinde sayılabilir. Ve bunun inkar edilecek bir yanı yoktur.”Sözgelimi, siyasal iktidarların medya üzerinde doğrudan baskı kurarak etkilemeye çalıştıkları bilinen bir gerçektir.”( NALÇAOĞLU, Halil.(2003), Medya ve Toplum, Ips İletişim Vakfı Yayınları, İst.) “1990’ların başına damgasını vuran körfez savaşı’nda Amerikan federal hükümetinin ve Pentagon’un habercileri nasıl bir kısıtlama içine soktuklarını hatırlıyoruz.” ”( NALÇAOĞLU, Halil. (2003), Medya ve Toplum, Ips İletişim Vakfı Yayınları, İst.)
Yakarıda verilenler gösteriyor ki medya ve iktidar hep bir ilişki içinde bu ilişkiyi biraz daha açacak olursak şunları söyleye biliriz. Medya ile siyasi partiler arasındaki ilişkilerin iki ana başlık altında ele alınabileceğini ortaya koymaktadır;
1. Ekonomik İlişkiler,
2. İdeolojik İlişkiler.
Medya elitleri ile siyasi elitler arasındaki ilişki, karşılıklılık esasına dayanır. Grant (1995: 84-88) medya ile onun siyasi ve toplumsal çevresi arasındaki ilişkileri etkin bir şekilde ortaya koyar. Medya ile siyaset arasında kurulu olan bu “al gülüm, ver gülüm” ilişkisi, özellikle iktidardaki siyasi elitler ile medya arasındaki ilişkilerde daha bir kolaylıkla gözlemlenebilir. En basit olarak medya, bir siyasi partiye o partinin basın-yayın organı gibi hizmet edebilir. O partinin sesini kamuoyuna duyurarak, sıklıkla destek verdikleri siyasi grubun belirli konulardaki temel görüş ve fikirlerine, partinin ideolojisi ve politikalarına uygun doğrultuda yayınlar yaparak, o parti lehine kamuoyu yaratmak yolunda önemli hizmetler yerine getirebilirler. Yine aynı tür hedefler doğrultusunda medya, destekledikleri partinin rakibi siyasi partiye ya da partilere saldırarak, onların aleyhinde yayın yapıp karşıtı fikirleri destekleyerek de yine yandaşı oldukları partinin kamuoyundaki popülaritesini ve oy potansiyelini arttırma amacına yönelik hizmetler yerine getirebilir.
Bir siyasi parti, medyanın da desteği ile iktidara geldiğinde, bedel ödeme sırası, o siyasi partiye gelecektir. Elde ettiği iktidar nimetlerinin hiç değilse bir kısmını, seçim döneminde kendileri için yapılmış olan paha biçilmez hizmetlerin karşılığı olarak, destekçileri ile paylaşmak, olağan bir görev olacaktır onlar için: Yeri geldiğinde çok cazip koşullarda kredi kanalları açılacak, kimi zaman destekçiler aleyhine sonuçlar doğurabilecek yasal düzenlemelerin parlamentodan geçmesini engellemek için canla başla çalışılacak, bazen de sadık dostlar lehine gelişmeler doğurabilecek yasal düzenlemelerin bir an evvel hayata geçirilmesi için elden gelen esirgenmeyecektir. Ya da, yine vefa borcunun bir gereği olarak, kamu sektörüne ait kuruluşların reklam ve tanıtım bütçelerinden ayrılacak cömert paylarla yapılan hizmetlerin karşılıkları fazlasıyla ödenecektir.
Marksist yaklaşımdan hareket eden düşünürler medyayı, toplumların iktidar yapısının ayrılmaz bir parçası olarak görürler. Onlara göre medya, toplumlardaki dominant kurumların perspektiflerini şekillendirici bir etkiye sahiptir. Yeri geldiğinde bunlara yeni bir görünüm verip, onları yeniden şekillendirir.
Kuşkusuz medya, toplumdaki etkin güçlerden yalnızca bir tanesidir. Bu toplumsal güçler birbirleriyle yakın etkileşim ve ilişki içindedir. Nasıl ki medya, hem toplum hem de öteki toplumsal güçler üzerinde bir etkileme gücüne sahipse, böylesi toplumsal güçler de medya üzerinde belli bir etkileme gücüne sahiptir. Özellikle “iktidar elitleri” olarak da tanımlayabileceğimiz politik gücü ellerinde bulunduran siyasi elitler, en azından potansiyel olarak, medya üzerinde büyük bir baskı oluşturabilme ve medyayı kontrol altında tutabilme gücüne sahiptirler. İktidarın, medya üzerindeki bu etkileme gücünü, zaman zaman farklı şekillerde kullandıklarına sıkça tanık olunur. Hatta, yasama gücünü elinde bulunduran bu siyasi elitler, “gizlilik” ya da “ulusal güvenlikle ilgili” gibi gerekçeleri de kullanarak, isterlerse medyanın haber alma ve bilgi toplama özgürlüklerine sınırlamalar da getirebilirler.
İktidar elitlerinin medya, özellikle de televizyon kuruluşları üzerinde uyguladıkları bu türden baskılara az yada çok, gelişmiş ya da gelişmekte olan her toplumda rastlamak mümkün. Etzioni’nin de vurguladığı gibi (1993: 183-4), hükümetler tarafından, televizyon programlarına kimi zaman kısmi sansür uygulandığına, bazen de kimi programların yayından kaldırıldığına yada yayının tamamen yasaklandığına, İngiltere’den Amerika’ya bütün gelişmiş toplumlarda rastlanır. Aynı değerlendirmeler, hiç kuşku yok ki ülkemiz için de geçerlidir. Yayınları kısmen yasaklama veya programları tamamen yayından kaldırma türünden uygulamalara ülkemizde de, özellikle de 1980’li ve 1990’lı yıllarda sıklıkla tanık olunmuştur.
İngiliz hükümetinin, İrlanda Kurtuluş Ordusu’nun (IRA) liderlerinin yalnızca fikirlerinin değil görüntülerinin bile yayınlanmasına çok katı yasaklar koymuş olduğu herkesçe bilinir. Yine İngiltere’de, 1988 yılında Thatcher hükümeti döneminde, yirmiyi aşkın kişi, “Kamu Sırları Kanununu” (Official Secrets Act of 1911) ihlal suçunu işledikleri gerekçesiyle kovuşturma geçirmiştir. 1990 yılı başlarında da bu yasada yeniden bir düzenleme yapma yoluna gidilerek yeni bir “Kamu Sırları Kanunu” hazırlanmıştır. Etzioni’nin de vurguladığı gibi (1993: 184), yine İngiliz hükümetleri BBC’nin etkin yönetim birimlerine ve yönetim kurulu üyeliklerine, kendi hükümet politikalarına ve siyaset anlayışlarına sempatisi olan bireyleri atayarak, medyayı kontrolleri altında tutma yöntemini sıklıkla kullanmışlardır. Burada BBC’nin, John Rex’in de belirttiği gibi (Stanworth & Giddens, 1974: 218), çalışanlarının çoğunlukla Oxford, Cambridge gibi tanınmış elit üniversitelerinden yetişmiş kişiler olduğu, bir medya kuruluşu olarak kalitesinin yalnızca İngiltere’de değil, bütün dünyada kabul gördüğü gerçeği de unutulmamalıdır. Görülüyor ki, siyasi elitler yeri geldiğinde dünyanın en saygın medya kuruluşlarına bile müdahale edebilmekte, onların neyi-nasıl yayınlayacaklarına ya da yayınlamayacaklarına karar verebilmektedir.
Buradan da anlaşıldığı gibi egemen güçler bir şekilde medyaya müdahalede bulunup oluşabilecek kötü sonuçlara önceden önlem alma istediği duyuyorlar ve bu da bizim karşımıza sansür olarak çıkıyor. Bütün bu yakarıda verdiklerimizden sonra devletle karşılıklı işbirliği içinde olup daha sonra bir anılaşmazlık içine düşen medya patronları veya medya kuruluşları dışında bu türden bir ilişki içinde olmayıp sadece görevi olan halkı bilinçlendirme ve halkın haber alma özgürlüğünü kullanabilmesini amaç edinen medya kurumları da bu tür baskılara maruz kalmaktadırlar ve bu kuruluşların daha kötü sonuçlarla karşılaşması da muhtemel sonuçlardandır. Ama bir şekilde devlet kendi gücünü sürdürebilmek için her dönem bu tür engellemelere başvurmuştur.
Son dönemde ülkemiz de hükümet ve medya arasıda ki gerilim sansür söylemlerinin gündeme gelmesine neden olmuştur. Bunun nedenini şöyle açıklayabiliriz: “Demokrasiyi henüz özümleyememiş ülkelerin başında gelen Türkiye'de işler kötü gitmeye başlayınca, siyasal iktidarların ilk yaptığı iş medyaya saldırmaktır. Demokrasi kültüründen nasibini almamış (alamamış) siyasetçiler iktidara gelince, muhalefette iken baş tacı ettikleri medya ile zıtlaşmaya başlarlar. Çünkü her iktidar kaçınılmaz olarak küçük ya da büyük hatalar yapar. Medyanın görevi daha doğrusu varlık nedeni ise olup bitenleri ve tabii bu arada yapılan hataları kamuoyuna aktarmaktır: Olayları ve olguları kamuoyuna aktarmayan medya yaşayamaz. Tabii iktidara gelen parti hata yapmaya başlayınca, bu durum medya aracılığıyla kamuoyuna da yansır. Tam bu noktada, politikacıların demokrasi kültürsüzlüğü devreye girer ve iktidar, uygulamasındaki olumsuzlukları kamuoyuna yansıtan medyayı suçlamaya başlar. İşte medyanın suçlanmaya başlandığı bu nokta, iktidardaki partinin düşüşe geçtiği anı belirler.”( KONGAR, Emre (2004). “İktidar Medyaya Saldırmaya Başlayınca”, İst.)
Buradan da anlaşılacağı gibi ülkemizde iktidarın işleri kötü gitmeye başlayınca ve medya da bu kötü gidişi kamuoyuna duyurmaya başladığı zaman iktidar’ın ilk aklına gelen çeşitli sebepler öne sürerek sansür mekanizmasını devreye sokmaya çalışmaktadırlar.
İktidarla medya arasıdaki ilişkiyi vermeye çalıştıktan sonra “sansürü” daha ayrıntılı ele almaya çalışalım.
SANSÜR
Buradan hareketle konumuza yani medya ve iktidar ilişkisinden hareketle sansür konusunu açıklamaya çalışacağız ve bunun halkın haber alma özgürlüğüne etkisini ortaya koymaya çalışacağız.Genel olarak ele almaya çalıştığımız medya – iktidar – sansür ilişkisini ele almadan önce Türkiye’de ki sansürün tarihini kısaca vermek faydalı olacaktır.
Sansürün Kanlı Tarihi
Avrupa’da Gutenberg’in geliştirdiği baskı makinesi kullanılmaya başladıktan kısa süre sonra aynı teknik Yahudiler tarafından Osmanlı ülkesine de getirildi(1493-1504). Arap harfleriyle kitap basmaları ve kışkırtıcı yayın yapmamaları şartıyla, gayrı müslim azınlıklara basımevi açma izni verildi. Müslümanların basım işleriyle uğraşması üzerindeki devlet yasağı yaklaşık yirmi yıl sonra kaldırıldı(1727). Devlet çeşitli sebeplerle kitap, gazete ve dergi basımını geciktirdi.
Başlangıçta basım işlerinin yasa ve yönetmeliklerle düzenlenmesi yeterli görülüyordu. Ancak özel basımevlerinin çoğalması ve gazeteciliğin gelişmesiyle mirlikte, basın-yayın etkinliklerini denetim altında tutmak için baskı ve sansür yöntemleri uygulanmaya başladı. Bu amaçla çıkan yasalar gazetecinin tutuklanmasından sürgün edilmesine, gazetelerin toplatılmasından yayının yasaklanmasına kadar değişen ağırlıkta maddeleri içeriyordu. Aynı tutumun özü değişmeden günümüze kadar sürdüğünü söylemekte abartı yoktur. Cumhuriyet döneminin demokratik hak ve özgürlüklerin askıya alındığı çeşitli evrelerinde de basın özgürlüğü hemen hemen bütünüyle ortadan kaldırıldı. Öldürülen ilk gazeteci ,II. Meşrutiyet döneminde iktidarda ki İttihat ve Terakki Partisi’ne en sert muhalefeti sürdüren Serbesti gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi’dir. Onu, Sadayı Millet gazetesi başyazarı Ahmet Samim’in öldürülmesi izledi ve günümüze kadar pek çok gazeteci siyasi nedenlerle öldürüldü.
Gazeteci cinayetleri genellikle ülkede siyasi iktidara muhalefetin arttığı, istikrarsızlık belirtilerinin çoğaldığı dönemlerde ortaya çıkmıştır. Öldürülen gazetecilerin çoğunluğu iktidarla sert tartışmalar girmiştir. Bu cinayetlerde çoğunlukla muhalif gazetecilerin öldürülmesi, faillerin yakalanamaması, kamuoyunda ve basın çevresinde devlete karşı güvensizlik ve kuşkuların doğmasına yol açar. Bu değerlendirme tarih ve dünya genelinde doğrudur. Ne var ki yıllardan beri , Türkiye’de olduğu kadar hemen bütün dünya ülkelerinde de gazeteciler , siyasi iktidarlar marifetiyle değil,terör örgütlerince düzenlene suikastlar sonucu can vermektedir. Zira gazetecinin savunmayı meslek edindiği ilkeler, iktidarlar kadar hatta daha çok, sağcı-solcu,ileri- gerici terör örgütlerini rahatsız ediyor; gazetecileri hedef alan cinayetler de , onların sansür uygulamasıdır. Dönemlere ayırarak bakacak olursak şöyle bir tablo çıkar önümüze;
1864-1908
Batıda ki özgürlük ve eşitlik hareketlerinden etkilenen yenilikçi fikir gazetelerine susturmak amacıyla Sadrazam Ali Paşa’nın hazırladığı Ali Kararnamesi,(5 Mart 1867), basın özgürlüğünü ortadan kaldırmıştı.
1923-1939
Cumhuriyet hükümeti yeni rejimi kurmak ülkede birlik ve bütünlüğü sağlamak gibi gerekçelerle basına ağır kısıtlamalar getirmiş,güdümlü bir basın yaratmıştı. Dönemin ünlü gazetecileri Hüseyin Cahit , Velit Ebüzziya, Ahmet Cevdet ve Lütfi Fikri, hilafet konusundaki yayınları nedeniyle İstanbul istiklal Mahkemesi’nce yargılandılar 1923.
Şeyh Sait Ayaklanması’ndan sonra kabul edilen Takriri Sükun kanunu basın üzerindeki kısıtlamaları arttırdı. İktidarı desteklemeyen gazete ve dergiler kapatıldı yazırları yargılandı.
1939-1945
II. Dünya savaşı boyunca İstanbul’da devam eden sıkı yönetim sebebiyle basın özgürlüğü kısıtlı kaldı.
1950-1960
DP (14 Mayıs 1950), basın üzerindeki denetimi azaltan basın kanunu kabul etmişti, ama kısa süre sonra iktidarla basını ilişkileri gene bozuldu. Pek çok gazeteci ve yayın organı hakkında davalar açıldı, hapsedilenler oldu ; kağıt tahsisi ve resmi ilanlar yoluyla , bası denetim altında tutulmaya çalışıldı.
1970-1980
12 Mart döneminde çok sayıda dergi ve gazete kapatılır.
1980’den günümüze
1979 da ilan edile sıkı yönetimin pek çok yayının basım ve dağıtımını yasaklamasının ardından 12 Eylül askeri müdahalesi basın özgürlüğüne ağır bir darbe vurdu, darbenin ilk günü Demokrat , Aydınlık ve Hergün gibi köktenci solcu ve sağcı gazeteler kapatıldı. .(Thema Laruusse(1993-1994). Syf. 442. Milliyet Gazetecilik Aş. İst.)
Görülüyor ki Türkiye çok sık sansür ve devlet müdahalesiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu da insanların bilgilenme ve devletin yaptığı çalışmalardan “iyi veya kötü” haber almasına engel olmuş ve bu demokrasi adına Türkiye’de büyük yaralar açmıştır. Şimdi devletlerin neden sansüre ihtiyacı olduğuna deyinmeye çalışalım.
NEDEN SANSÜR?
Her toplumda bası başlangıçta dini daha sonra da siyasi otoritenin düşüncelerin özgürce ifade edilmesini engelleyen çeşitli baskı, sansür veya doğruda yasaklarıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu yüzden de basının yani medyanın siyasi otoriteye karşı sürekli bir varoluş mücadelesi vermesi gerekmiştir. Basın sınırsız özgürlük ister siyasal iktidarlarsa basını hiç olmazsa yasal çerçeveler içinde tutma amacı güderler. Özgürlüğün “ siyasal iktidar – kişi ilişkisi” kavramı içinde ele alındığı çağdaş demokratik rejimlerde devlet , kişi özgürlüklerin sağlayacak toplumsal yapıyı korumakla yükümlü aygıt olarak tanımlanmaktadır. Buna göre kişi, anayasal düzene uygun düşünmek zorunda değildir. Anayasaya ve kanunlara uygun davranmam, düzeni anayasada yer almayan yöntemlerle değiştirmeye kalkmamak zorundadır. Söz konusu bu durum, anayasal kurallar içinde düzeni değiştirmeye yönelik düşünceleri de özgürce dile getirmeye engel değildir.
Bu çerçevede düzeni değiştirmeyi amaçlayan düşünce ve görüşlerini de özgürce açıklanmasını siyasal iktidarda içinde olmak üzere her kurum ve kuruluşun özgürce eleştirilmesini , halkın haber almasını, öğrenmesini, olaylar ve sorunlar üzerinde düşünmesini sağlayacak araç basın yayındır(medya). Dolayısıyla bir ülkede anayasa ve yasalarla düşünceye sınır getirilmesi, gazetecilerin , yazarların yazarken , haber verirken ceza korkusuyla kendi kendilerini denetlemeleri sonucunu doğurur. Bu denetleme de düşüncenin özgürce açıklanmasına engel olacağından , “dolaylı sansür” anlamına gelir. Basının özgürce çalışmasını engelleyecek her şey, örtülü veya gizli sansür olarak kabul edilmektedir. .(Thema Laruusse(1993-1994). Syf. 442. Milliyet Gazetecilik Aş. İst.)
İster demokratik olsun ister faşist, ister güçlü olsun ister zayıf, her iktidar muhalefet etmeyen, kendi dümen suyunda bir basın ister. Bunun için de örtülü ya da örtüsüz sansür uygular.
Sansür, kamu yararı adına ahlakî, dinsel, ideolojik vs. değerlerin korunması için basın, edebiyat, sanat ve bilim alanındaki söz, yazı veya resmin gösteriminin, dağıtımının hükümetçe önceden izne bağlanması, denetlenmesi veya tümden yasaklanması olarak tanımlanmaktadır.
Tarihte ilk sansürün nerede uygulandığı bilinmese de, sınıflı toplum düzenine geçilmesi ve devletin ortaya çıkmasıyla birlikte sansürün de başladığı söylenebilir. Eski Yunan’da Sokrates’ın düşüncelerinden dolayı yargılanarak idam edilmesi bilinen ilk ve en kaba sansür örneği olarak zikredilmektedir.
Sansür, Türk tarihinde de eksik olmadı. Osmanlı’nın mutlakiyet döneminde fetva ve fermanlar ile uygulanan sansür Tanzimat döneminde Matbuat Nizamnamesi (1864) ve Âli Kararnamesi (1867) ile, Meşrutiyet döneminde Encümen-i Teftiş ve Muayene Heyeti (1881) eliyle kurumsallaştırıldı. II.Abdülhamit (1876-1908) döneminde öndenetim ve kapatmayı da aşarak, sözcük yasaklarıyla akıl ve mantık sınırlarını zorlayan boyutlara ulaşan sansür 1908 ihtilalinde kalktıysa da özgürlük dönemi bir yıl bile sürmedi. Sadece bir yıl sonra geri gelen yasal sansür 1909 yılında başlayan silahlı sansürle desteklendi; yakın yıllara kadar süren silahlı sansür uygulamasında onlarca gazeteci yazar öldürüldü.
Yasalarla düzenlenen sansür, medyanın yazmasına, göstermesine izin verilen alanı belirler. Yasaların öngör(e)mediği alanlarda ise oto sansür gerekli perdeleme ve karartma işlevini yerine getirir. Oto sansür maddi temelini, medya sermayesinin siyasi iktidar ile kredi ve ihale ilişkilerinde bulur. İdeolojik düzlemde ise, sermaye medyası zaten burjuvazinin siyasal, ideolojik ve ekonomik çıkarlarının belirlediği çerçeve içerisindedir. Bu çerçevede, patron ve yüksek maaşlı yöneticileri grubun ekonomik çıkarlarını elde etmek için siyasi iktidarın uydusu haline gelir; dünyaya sermayenin ve devletin gözlüğüyle bakan maaşlı fikir işçisi de politikacıyla birlikte ülke yönetimine ‘katılır’, ekonomi bakanıyla birlikte ekonomiyi ‘yönetir’, dışişleri bakanıyla birlikte dış politikaya ‘yön verir’, polisle birlikte operasyonlara katılıp sanıkları sorgular, askerle birlikte karşı pusuya yatar…İşçi sınıfı hareketinin veya sermaye egemenliğini rahatsız edecek toplumsal bir hareketin varolduğu koşullarda da sermaye medyası, patronu ve işçisiyle birlikte düzeni savunma misyonunu üstlenir. Medyaya atfedilen kamu gözcülüğü misyonu, kapitalist düzende asla gerçekleşmeyecek bir kuruntudan ibarettir.(Medya İzleme Raporu, Nisan 2004)
Bu tanım dışında devletlerin ne tür sansürlere baş vurduklarını da vermemiz gerekmektedir. Bu bizim, devletlerin neden sansüre ihtiyaç duyduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır. John Keane’nin “Medya ve Demokrasi” adlı kitabında anlatılanlara göre birbiriyle bağlantılı 5 siyasal sansür türünden bahseder bunları “ideal tipler” olarak sunar ve aşinalık sırasına göre inceler.
1) Olağanüstü hal erkleri: hükümetlerin, medyanın bazı bölümlerini zorbalıkla sindirerek yola getirme girişimleri talimatlar , tehditler, yasaklamalar ve tutuklamalarla Batı demokrasilerinde de kendisini hissettirmeye devam ediyor. Bu türden siyasal baskı teknikleri ikiye ayrılıyor.:Amerikan anayasa çevrelerince adlandırıldığı üzere) Ön engelleme denince akla söz konusu yayının (sözlü, görsel yada basımlaş) devlet yetkililerince önceden denetlenmesi geliyor ki bunu kapsamına, hükümet sözcüleriyle dostça konuşma kokteyllerden , basit isteklere, telefonla yapılan uyarılardan zorunlu ve ihtiyari kuralların konulmasına kadar resmi yada gayrı resmi tüm yollar giriyor. Yayım – sonrası sansür ilk baskı aşamasından dağıtıma kadar uzamıyor. Bu , sivil topluma daha önce ulaşmış yayınlara karşı yapılan yasal girişimleri de kapsayabilir. Sonucu, kitapların yada görsel malzemenin ( fotoğraflar yada resimler, filmler ve videolar) yasaklanması , parçalanması , yakılması, yeniden sınıflandırılması yada toplanması olabileceği gibi, o malzemenin üretildiği teknik araçlara el konması da olabilir. Yayım sonrası sansür gazetelerin, basımevlerinin, radyo ve televizyon istasyonlarının kapatılması sonucunu da doğurabilir. Kimi “devlet aleyhtarı” örgütlerin yasaklanmasına , gazetecilerin bu gibi örgütlere duydukları sempatiyi açıkladıkları için “terörizmi hoş görmek”le suçlanarak sansür edilmelerine ve cezalandırılmalarına yol açabilir.Özellikle (iddiaya göre) bunalım dönemlerinde, medya üzerindeki siyasal baskının bu iki alt kategorisi çoğu kez birleşir.
2) Silahlı gizlilik: Modern devlet erki gizlilik perdesine saklanmış polise ve askeri organlara dayanarak başarılı olur. Bunun nedeni açıktır: Devlet yetkililerinin yeril ve yabancı hasımlarını atlatmalarının en iyi yolu, onların etkinliklerini (kendileri gözetlenmeden) gözetleyerek ne yapacaklarını öğrenmeleridir.”Baskıcı devlet kurumları” nın palazlanmasının ardındaki bu dinamiği 20. yüzyıl demokrasilerinde açıkça görebiliriz. Gizlilik , kurnazlık ve örgüt içinde zorunlu tek görüşlülüğe dayanan polis ve askeri aygıtlar demokratik devletlerin normal özellikleri arasındadır. Bunlar aynı zamanda siyasal demokrasiye ve iletişim özgürlüğüne taban tabana zıttır.
3) Yalan söylemek: Siyasette yalan söylemek demokratik “ve diğer” rejimlerin özelliklerinden biridir. Son yıllar içinde “olguları bozma yöntemleri”(Arendt) iki yeni yöntem eklendi siyasal yalan söyleme sanatı Madison Avenue halkla ilişkiler uzmanının tatlı sert yaklaşımını, “iyi niyetli kaçamağını” ve laf ebeliği taktiklerini benimsedi. Nice hükümet sözcüsü tarafından her gün uygulanan sanat işte budur: eleştirmenleri yanlış yönlendirmek, sinirleri yatıştırmak, gazetecileri memnun etmek, toplum tarafından inanabilecek haberler üretmek.
Siyasal yalan söyleme sanatı bazen de profesyonel sorun çözümlerin teknokratik yöntemlerine sarılı olarak çıkıyor ortaya. Vietnam Savaşı sırasında amerikan devletinin sivil ve askeri tüm katmanlarını mantar gibi sarmış olan rutin yalanlar bu öbeğin içindeydi: kendi mesleki geleceklerini düşünen aslar tarafından Washington’a sunulan “ gelişme raporları” tahrif edilmiş bombalama raporları ve “ara-bul-ve-yok et” operasyonlarının düzme ceset sayımları gibi… Bu teknokratik yalan biçimi, modellerle ve varsayımsal senaryolarla besleniyor. Kendisini kendi ürettiği varsayımların odasına kapatıp, tüm kapıları kapıyor ve tüm pencereleri örtüyor. Sağduyudan hiç hoşlanmadığı gibi, kazara olabileceklerden nefret ediyor. Kuvvetini düşünce üreten araştırma kuruluşlarında, danışmanlarda, formüllerde ve maraton bilgilendirme kampanyalarında buluyor. Birbiriyle en ilgisiz durum olay ve kişileri birleştiren ve görünüşe bakılırsa anlaşılır hale getiren sözde bir bilimsel dil kullanıyor.
4) Devlet reklamcılığı
5) Korporatizm: 20. yüzyılda hükümetin işlevlerinin özel kesimin örgüt ağları tarafından yerine getirilmesi, pazarlık, ihsan yada sözleşme ile yapılması , sıradan bir olay haline geldi. Kamusal önem taşıyan pek çok karar devlet yetkilileri, yasama organları ve pazarlar tarafından değil, toplumsal grupların temsilcileri yada sivil toplumun bu grupları ile devlet arasında yapılan uzlaşmalarla alınıyor.
Bu türden korporatist usuller devletin kendi işlevlerinden birçoğunu başlıca iktidar gruplarının siyasi erki paylaşmak için taleplerde bulunduğu sivil toplumun devlet dışı örgütlere aktarmasının sonucudur. Böylece, devlet ile sivil toplumların sınırları iç içe geçti. Bu ikisi arasında “ kamu” yetkilileri ve devlet aygıtları ile “devlet-dışı” kurumların pazarlığı, itişip kakışması ve kaypak uzlaşmaları bulunuyor. Korporatizm, çıkar grupları ve örgütlerine pazarlıkla resmi statü veren bir devlet müdahalesi sürecidir; bu statüyü kazanan grup ve örgütler kamu siyasetlerinin formüle edilmesi ve/veya yürütülmesi görevini az yada çok ölçülerde yüklenmiş olurlar. Korporatizm stratejik olarak önem taşıyan işlevsel grupları devletin içine taşırken – ve böylece sivil toplumun bazı bölümlerini ”politize” ederken – devletin etki alanını sivil toplumun içine uzatarak bazı devlet işlevlerini toplumsallaştırır”. Bu, karmaşık ve dinamik yollar izleyebilen çok katlı bir süreçtir.
Batı demokrasilerinin bu birbiriyle bağlantılı beş yönelimi kaygı vericidir. Bunlar gösteriyor ki, normal olarak ne yurttaşlara, ne kitle iletişim araçlarına karşı sorumlu ne de hukuk devletine tabi olan siyasal toplamı çoğalmaktadır.
Görülüyor ki devlet her zaman kendi lehinde olandan yana fakat demokratik ülkelerde olmaması gereken bu tür engellemelere başvurmuştur.(KEANE, John(1999). Medya ve Demokrasi. Ayrıntı. İst.)
SONUÇ OLARAK
Ele aldığımız unsurlardan biri olan medya’nın görevi özünde devleti denetlemesi, doğruyu eğriyi topluma yansıtması gereken bir araçtır. Fakat bu çoğu zaman böyle olmamaktadır. Çeşitli sebeplerden ötürü yasaklarla mücadele etmek zorunda kalmıştır..
Medya’nın en büyük görevlerinden biri olan halkı doğru bilgilendirme görevi görülüyor ki bir şekilde sekteye uğramaktadır. Ve toplumların gelişmesinde, demokratikleşmesinde önemli bir rol oynayan medyadan bizim ülkemiz ve diğer modern ve demokratik toplumlarda yeterince yararlanamamaktadır. Devlet denetiminden geçen onaylanmış bilgilerle yetinmek zorun da kalıyoruz. Bizi yönetenlerin ve bize ait olan bir ülkenin gerçeklerinden mahrum kalıyor ya da mahrum bırakılıyoruz.
Sorumsuzca yapılan savaşlar bize ya meşru gösterilmeye ya da savaşın yıkıcı etkileri bizim dışımızdaymış bizden uzaktaymış gibi biz verdirilmeye çalışılıyor. İktidarlar kendi güçlerini koruyabilmek adına insanların düşünüp sorgulamasına, ilerici fikir adımlarına karşı her zaman bir savunma içinde oluyor.
İktidarların bu yazının başlığı olan haber lama özgürlüğüne aslında ne kadar saygılı olabildikleri bu çalışmamızla sanırım ortaya çıkmıştır. Yapılan bütün müdahaleler halkı kandırmaya ve göz boyama yöneliktir. Demokratik ve çağdaş bir ülke adına bu türden baskılara karşı birlikte mücadele etmeli ve ülkemizde doğru ve dürüst habercilik adına gerekli adımların atılmasına yardımcı olmalıyız. İnsanların yasalarla kazanmış oldukları haber alma özgürlükleri yine farklı tasalarla kısıtlanmaktadır. Bu türden baskılara karşı çıkan medya grupları veya bireysel mücadeleler bu türden baskılara gerkli cevabı vermekte yeterli olmamaktadır.
Peki haberden uzak kalmamız bize ne kaybettirir ya da gerçekten bir şeyler kaybeder miyiz? Bu konuya şöyle yaklaşmak zannedersem açıklayıcı olacaktır. Bugün dünyamız da savaşlar olmakta bu savaşlar bize aslında gerçek amacını yansıtmayan sözlerle anlatılmaya ya da anlattırılmaya çalışılıyor. Bu ülke insanlarının kendi gerçeklerini diğer ülkelere ulaştırmalarına imkan verilmiyor. Bunun sonucun bu insanlar bütün dünyanın gözü önünde ölümle burun buruna yaşamak zorunda bırakılıyorlar. Diğer taraftan savaşta çocuklarını kaybeden asker annelerinin feryatlarına ne demeli, gösterilenlere inanıp çocuklarına savaşa gönderip daha sonra cesetleriyle karşılaşan anneler. Bütün bunlar bugün Amerika’nın dünyada oynadığı bir oyundan kısa sahnelerdi. İşte bunlar bize sadece Amerika’nın bize aslında gösterdiklerinin arkasında olan olaylar. Yine amerikanın ölen askerlerin fotoğraflarını yasaklatması, sanki oralarda her şey güllük gülistanlıkmış gibi vermeye çalışması. Bir ülkenin feryatlarını duymamız engelleniyor neden! İşte tüm yazımız boyunca vermeye çalıştığımız devletin çeşitli kılıflara soktuğu “sansür” yüzünden. Peki biz bu durum içinde olsaydık acaba kendimizi nasıl hissederdik. O zaman gerçekten özgür bir basına ihtiyaç duyar mıydık? Zannedersem kimse buna olumsuz bir cevap veremeyecektir. Kısaca, işte bu yüzden basın özgürlüğüne ihtiyacımız var. Devlet güdümlü basının kimseye bir fayda sağlamadığını sanırım ortaya koyabilmişizdir
Dünya’da güvenilir bilgi alışverişinin sağlanamadığı bir ülkede insanlar veya dünyada toplumlar birbirleriyle nasıl sağlıklı iletişim kurabilirler. Nasıl birbirlerinin sevinçlerini ve üzüntülerini paylaşabilirler.
“Bizim Türkçe’de medya olarak kullandığımız, İngilizce’deki media sözcüğü, araç, orta, ortam aracı, anlamlarına gelen medium (Latince medius) sözcüğünün çoğuludur. Diğer yandan, Türkçe’de “media” sözcüğünü karşılamak üzere, oldukça hantal kaçmakla birlikte, “kitle iletişim araçları” kavramı da kullanılmaktadır. Ancak, kavramın kullanışsızlığı, Türkçe olmasa da, medya daha yakın bir kullanım kazandırmıştır. Bununla birlikte, “medya aracı”, “medyalar” gibi yanlış kullanımlarının da gösterdiği gibi, kavramın kullanışsızlığı medya sözcüğünün, genellikle belirli bir kafa karışıklığıyla birlikte dilimize girdiği de söylenebilir.”(Nalçaoğlu, Halil, (2003), Medya ve Toplum, Ips İletişim Vakfı Yayınları,İst.)
Diğer bir tanımsa şöyledir:
“İlk akla gelen ve pek de doğru olmayan tanımlamalar/eşleştirmeler:
1. Medya=televizyon, 2. Medya=teknoloji/araç, 3. Medya=popüler kültür
Medya, sözcüğün kökeni itibariyle aracı olan, doğrudan olmayıp etkinlikleri dolayımlayandır.
Günümüzde kullandığımız anlamda medyanın 3 boyutu var:
1. Teknoloji-üretim ve kullanıma sunulma süreçleri,
2. Toplumsal ilişkiler (kurumlar)-profesyoneller, medya örgütleri ve medya endüstrisinin iç işleyişi ile diğer örgütler ve toplumsal kurumlarla ilişkileri,
3. Kültürel biçimler/ürünler -gazetelerin, programların, vb.; dolaşıma girme, okurlar ve izleyiciler tarafından alımlanma süreçleri.”( Kejanlıoğlu, Beybin.” BİA Yerel Medya Eğitim Programı” Ankara.)
Bu konu hakkında, bu gibi görüşlerin olmasına rağmen günümüzde insanlar arasında medya deyince ilk akla gelen televizyon ve gazetelerdir. İnsanların bilinçlenmesinde ve günümüzde olan olayları takip etmelerine yarayan bir araçtır. Kısa ve basit bir tabirle böyle ifade edebiliriz. Yine aynı şekilde, medya bireylerin siyasi tutum ve davranışlarını, özellikle de oy verirken siyasi tercihlerini çok ciddi boyutlarda etkilemeyebilecek bir güce sahiptir. Bu konuda önemli araştırmalara imza atmış bir araştırmacı olan Rivers (1982), Amerikan medyasını “ikinci hükümet” (second government) olarak nitelendirir. Haber medyası, yalnızca bireylerin siyasi yönelimlerini etkilemekle kalmaz aynı zamanda, siyasi karar verme mekanizması, siyasi liderler ve hükümet üzerinde de çok etkin bir baskı gücü oluşturur. Rivers’ın da vurguladığı (1982, 213) gibi, hükümet politikaları şekillendirilirken, diğer bazı toplumsal güçler gibi medya da, yönlendirici ve şekillendirici bir güç olarak önemli roller oynar. Ülkemizde 1980’li ve !990’lı yıllarda yaşanan siyasi ve toplumsal olaylar hatırlandığında bu konu çok daha anlaşılır bir hal alacaktır.
Bu araç her zaman kontrol altında tutulmuştur veya tutulmaya çalışılmıştır. Çünkü medya dünyadaki en büyük güçlerden silahlardan biri haline gelmiştir. İnsanları istediği gibi yönlendirebilen, iktidar sahiplerini yerinden koltuğundan edebilecek bir güce sahiptir. Bunun için iktidar güçleri işlerin iyi gittiği dönemlerde medyayla sıkı ilişkiler kurmuş bu ilişkinin bozulmasıyla da yasaklama yoluna gitmiştir. Bu da sansür sorununu doğurmuştur.
Medya denince hangi iletişim araçlarını anlamamız gerekiyor?
Medya deyince neyi kastediyoruz? Bunu yukarıda kısaca vermeye çalıştık. Peki bu kavramın içine neler giriyor şimdi biraz da bundan bahsedelim. Kavramı en geniş anlamı ile kullanıldığında, karşımıza çok kişiye ulaşabilen her türden sözlü, yazılı, basılı, görsel metin ve imgeleri(kitaplar, gazeteler, dergiler, broşürler, billboard’lar, radyo, film, televizyon, internet gibi) içeren çok geniş bir iletişim araçları yelpazesi çıkıyor.”(Nalçaoğlu, Halil, (2003), Medya ve Toplum, Ips İletişim Vakfı Yayınları,İst,
İşte bu araçlar halkı bilgilendirme ve yaşadığı evren hakkında fikir edinme özgürlüğünü sunuyor.biz bunlardan daha çok gazete ve kimi zaman da televizyonu ele alacağız çünkü en yaygın kitle iletişim araçları bugün için bunlardır. Eğer medyayı kategorilere ayırmak istersek şöyle bir tablo karşımıza çıkar.
1. Aracılık ettiği toplumsal ilişki türlerine göre: a)kişiler arası b) kitlesel c) şebeke (ağ)
2. Kanala/bileşime göre: a) yazılı (gazete) b) elektronik (TV) c) kimyasal (film)
3. Çalıştırdığı duyulara göre: a) görsel b) işitsel c) dokunma duyusuna seslenen (körler alfabesiyle yazılmış kitaplar gibi) d)karma
4. Ödeme/alma biçimine göre: a) doğrudan satın alınan b) doğrudan ödeme yapmadan alınan c) genel erişim için ücret ödenen d) özgül içeriği izlemek için ödeme yapılan
5. Teknoloji kullanımına göre (ör., TV): a) aile TV'si b) kahvelerdeki TV c) konser salonunda sahnedeki dev ekran
6. Medya içeriğine (türe) göre: a) eğlence-kurmaca (TV'de eğlence: i) soap opera, ii) durum komedisi, iii) aksiyon-macera) b) bilgilendirme-haber-gerçeğe yakınlık c) reklam
7. Mülkiyete göre: a) ticari b) devlet sahipliğinde/kontrolünde ama kamu hizmeti c) bağımsız kamusal
8. Medya örgütlerine göre (ör., TV): a) şebeke TV'si (ulusal) b) yerel bağımsız TV istasyonu c)uluslar arası televizyon kanalları(KEJANLIOĞLU, Beybin(2001). “BİA YerelMedyaEğitimProgramı”.İst.)
Şimdi ülkemizdeki basın tarihini bakmamız konuyu anlamız açısından önemlidir. Çünkü ülkemiz basın tarihi sansürlerle doludur. Basının ülkemizdeki tarihsel gelişimini vermeye çalışalım.
TÜRK BASIN TARİHİ
Türkiye de yayımlanan ilk gazete, Fransız elçiliğinin Fransızca olarak çıkardığı Bulletin des Nouvelles’dir(1795). İlk Türkçe gazete ise devletin resmi gazetesi niteliğindeki Takvimi Vekayi’dir, daha sonra William Churchill adlı bir İngiliz’in devlet desteği ile çıkardığı yarı resmi Ceridei Havadis (1840) ve Agah Efendi ile Şinasi’nin birlikte çıkardıkları Tercümanı Ahval (1860) yayımlandı. Özel girişim tarafından yayımlanan ilk Türkçe gazete Tercümanı Ahval fikir gazeteciliğinin de öncüsüydü ,1864’ten sonra , yayımlanan gazete sayısı arttı, basınla ilgilenmek üzere Matbuat Umum müdürlüğü kuruldu ve ilk nizam name yayımlandı(1864),
1864-1908
Batıda ki özgürlük ve eşitlik hareketlerinden etkilenen yenilikçi fikir gazetelerine susturmak amacıyla Sadrazam Ali Paşa’nın hazırladığı Ali Kararnamesi,(5 Mart 1867), basın özgürlüğünü ortadan kaldırmıştı. Sadrazam Ali Paşa’nın ölümünden sonra Jön Türkler basın etkinliğini yurda dönerek sürdürdüler. Baş yazarlığını Namık Kemal’in yaptığı İ İbret(1872), kısa sürede kapatıldı. Namık Kemal ve gazetenin yazarları İstanbul dışına sürüldü.
II. Abdülhamid’in tahta çıkmasıyla ilk Anayasa hazırlanmış ve Meşrutiyet ilan edilmişti. Ne var ki, Osmanlı Rus savaşı nedeniyle ilan edilen sıkı yönetimle birlikte tün ülkede 33 yıl sürecek baskı dönemi de başlamış oluyordu. Baskı yıllarının en önemli iki gazetesi Şemsettin Sami yönetimindeki Sabah (1875) ve Ahmet Cevdet’in yayınladığı İkdam’dır
1908-1919
24 Temmuz 1908 de ilan edilen Meşrutiyet, basına uygulanan sansürü kaldırınca yalnız İstanbul’da 353 gazete ve dergi birden yayınlanmaya başladı. Dönemin etkili gazeteleri Tanin (Hüseyin Cahit) , Yeni Gazete(Ahmet Emin,Hakkı Behiç,Mehmet Sadık), Volkan(Derviş Vahdeti), Alemdar(Refii Cevat), Peyam (Ali Kemal), Vakit (Hakkı Tarık), Akşam(Necmettin Sadık, Falih Rıfkı, Ali Naci’dir). İttihat Terakki partisine Serbesti gazetesinin iki yazarı Hakan Fehmi (1909 da) ve Ahmet Samim vurularak öldürüldü ve Türk basının ilk şehitleri oldular.
1919-1923
Kurtuluş savaşı sürecinde 4 Eylül 1919’ dan sonra Sivas kongresi’nin yayın aracı İradei Milliye gazetesi, Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişiyle birlikte Hakimiyeti Milliye gazeteleri yayınlandı(1920). Ankara’ya taşınan Yeni Gün ve Öğüt dışında İstanbul’da yayının sürdüren Akşam, Vakit ve Tasviri Efkar kurtuluş savaşını desteklediler. Peyamı Sabah ve Alemdar’sa Ankara hükümetine cephe aldı.
1923-1939
Cumhuriyet hükümeti yeni rejimi kurmak ülkede birlik ve bütünlüğü sağlamak gibi gerekçelerle basına ağır kısıtlamalar getirmiş,güdümlü bir basın yaratmıştı. Dönemin ünlü gazetecileri Hüseyin Cahit , Velit Ebüzziya, Ahmet Cevdet ve Lütfi Fikri, hilafet konusundaki yayınları nedeniyle İstanbul istiklal Mahkemesi’nce yargılandılar 1923.
Şeyh Sait Ayaklanması’ndan sonra kabul edilen Takriri Sükun kanunu basın üzerindeki kısıtlamaları arttırdı. İktidarı desteklemeyen gazete ve dergiler kapatıldı yazırları yargılandı. 1928 oe gerçekleşen alfabe değişikliği basını derinden etkiledi, kapanma tehlikesi geçiren bazı gazete ve dergilere hükümetçe para yardımı yapıldı. Dönemin başlıca gazeteleri Akşam, Cumhuriyet, Tan , Hakimiyeti Milliye(1934’den sonra Ulus )ve Vakittir.
1939-1945
II. Dünya savaşı boyunca İstanbul’da devam eden sıkı yönetim sebebiyle basın özgürlüğü kısıtlı kaldı. Beyoğlu’nda bir İngiliz diplomatına yapılan suikast haberini “resimli olarak” yayımladıkları için kapatılan Vakit , Akşam, Yeni Sabah, Son Posta , Tan , Halk ve Tasviri Efkar gazeteleri (Mart 1941) uygulamaya bir örmekti.
1945-1950
Çok partili yaşam basında belirli bir canlanma yaratmış , tirajlar artmıştı. Demokrat partiyi destekleyen Cumhuriyet ve Vatan’ın tirajları 50 bine kadar çıktı. Akşam , Tasvir , Yeni sabah, Ulus , Tanin ,Hürriyet,Zafer , Milliyet,Yeni İstanbul, Son Posta, demokrat İzmir ,Yeni Asır , Kudret dönemin önde gelen gazeteleriydi. Sedat Simavi’nin çıkardığı Hürriyet (1 Mayıs 1948) yerleşik gazetecilik anlaşışına köklü değişiklikler getirdi.
1950-1960
DP (14 Mayıs 1950), basın üzerindeki denetimi azaltan basın kanunu kabul etmişti, ama kısa süre sonra iktidarla basını ilişkileri gene bozuldu. Pek çok gazeteci ve yayın organı hakkında davalar açıldı, hapsedilenler oldu ; kağıt tahsisi ve resmi ilanlar yoluyla , bası denetim altında tutulmaya çalışıldı.
1960-1970
DP iktidarına son veren 27 Mayıs askeri müdahalesinden (1960) sonra Milli Birlik Komitesi’nin çıkardığı yasalar basına önemli ölçüde özgürlük getirmişti.
1970-1980
12 Mart döneminde çok sayıda dergi ve gazete kapatılırken, 1973 seçimlerinden sonra basın yeniden canlandı. Sağ kesinde Milli Selamet Partisi Milli Gazeteyi , Milliyetçi Hareket Partisi Hergün’ü yayınlarken , sol kesimdeyse Politika ,Vatan , Aydınlık , Demokrasi ve Yeni Ortam gibi gazeteler yayınlandı.
1980’den günümüze
1979 da ilan edile sıkı yönetimin pek çok yayının basım ve dağıtımını yasaklamasının ardından 12 Eylül askeri müdahalesi basın özgürlüğüne ağır bir darbe vurdu, darbenin ilk günü Demokrat , Aydınlık ve Hergün gibi köktenci solcu ve sağcı gazeteler kapatıldı.
Hürriyet ve milliyet lider gazeteler olmaya devam etti ; Cumhuriyet büyük okuyucu kaybına uğradı; 1985 de sabah gazetesi de bu kafileye katıldı.(Thema Laruusse(1993-1994). Syf. 438-439. Milliyet Gazetecilik Aş. İst.)
Bu kısa açıklamadan sonra iktidarlar ve medya arsındaki ilişkiler deyinelim.
MEDYA VE İKTİDAR İLİŞKİSİ
Her toplumda bası başlangıçta dini daha sonra da siyasi otoritenin düşüncelerin özgürce ifade edilmesini engelleyen çeşitli baskı , sansür veya doğruda yasaklarıyla karşı karşıya kalmıştır . bu yüzden de basının yani medyanın siyasi otoriteye karşı sürekli bir varoluş mücadelesi vermesi gerekmiştir. Basın sınırsız özgürlük ister siyasal iktidarlarsa basını hiç olmazsa yasal çerçeveler içinde tutma amacı güderler. Özgürlüğün “ siyasal iktidar – kişi ilişkisi” kavramı içinde ele alındığı çağdaş demokratik rejimlerde devlet , kişi özgürlüklerin sağlayacak toplumsal yapıyı korumakla yükümlü aygıt olarak tanımlanmaktadır. Buna göre kişi, anayasal düzene uygun düşünmek zorunda değildir. Anayasaya ve kanunlara uygun davranmam, düzeni anayasada yer almayan yöntemlerle değiştirmeye kalkmamak zorundadır. Söz konusu bu durum, anayasal kurallar içinde düzeni değiştirmeye yönelik düşünceleri de özgürce dile getirmeye engel değildir.
Bu çerçevede düzeni değiştirmeyi amaçlayan düşünce ve görüşlerini de özgürce açıklanmasını siyasal iktidarda içinde olmak üzere her kurum ve kuruluşun özgürce eleştirilmesini , halkın haber almasını, öğrenmesini, olaylar ve sorunlar üzerinde düşünmesini sağlayacak araç basın yayındır(medya). Dolayısıyla bir ülkede anayasa ve yasalarla düşünceye sınır getirilmesi, gazetecilerin , yazarların yazarken , haber verirken ceza korkusuyla kendi kendilerini denetlemeleri sonucunu doğurur. Bu denetleme de düşüncenin özgürce açıklanmasına engel olacağından , “dolaylı sansür” anlamına gelir. Basının özgürce çalışmasını engelleyecek her şey, örtülü veya gizli sansür olarak kabul edilmektedir.
Medya ve iktidar veya siyaset ilişkisi kimi zamanlar ülkeler için sıkıntılı zamanlara neden olmuştur. Bazı sıkıntılar yaşanmasına rağmen medya ve iktidar genelde birbirini tamamlayıcı, birbiriyle uyumlu bir şekilde hareket etmişlerdir. Medya iktidarlar yaratabildiği gibi iktidarları da yıkabilmektedir. Buna şöyle bir örnek verebiliriz. “Yine aynı şekilde, medya bireylerin siyasi tutum ve davranışlarını, özellikle de oy verirken siyasi tercihlerini çok ciddi boyutlarda etkilemeyebilecek bir güce sahiptir. Bu konuda önemli araştırmalara imza atmış bir araştırmacı olan Rivers (1982), Amerikan medyasını “ikinci hükümet” (second government) olarak nitelendirir. Haber medyası, yalnızca bireylerin siyasi yönelimlerini etkilemekle kalmaz aynı zamanda, siyasi karar verme mekanizması, siyasi liderler ve hükümet üzerinde de çok etkin bir baskı gücü oluşturur. Rivers’ın da vurguladığı (1982, 213) gibi, hükümet politikaları şekillendirilirken, diğer bazı toplumsal güçler gibi medya da, yönlendirici ve şekillendirici bir güç olarak önemli roller oynar. Ülkemizde 1980’li ve !990’lı yıllarda yaşanan siyasi ve toplumsal olaylar hatırlandığında bu konu çok daha anlaşılır bir hal alacaktır.” Böyle güçlü bir aracı yönetime gelen iktidar sahipleri de elbette kontrol etmek isteyeceklerdir. Bu anlaşabildikleri oranda uyum içinde olacaktır. Fakat işler tersine dönünce iktidar sahipleri kimi yasalarla medyayı baskı altına alıp ve bunu çeşitli sebeplerle meşrulaştırma yoluna gidiyorlar. Mesela; ”Türk aile yapısına, genel ahlaka, kamu düzenine aykırı ve zararlı içeriklerini gündeme getiriyorlar. Burada önemli olan nokta, bütün bu iddiaların, siyasal otoriteler tarafından yasaklamacı bir anlayışı meşrulaştırmak üzere kullanılması.” (İNAL, Ayşe(2003), Medya ve Toplum, Ips İletişim Vakfı Yayınları, İst.) Ekonomik nedenler, ulusal güvenlik, dış ilişkiler vs. gibi nedenlerde bunların içinde sayılabilir. Ve bunun inkar edilecek bir yanı yoktur.”Sözgelimi, siyasal iktidarların medya üzerinde doğrudan baskı kurarak etkilemeye çalıştıkları bilinen bir gerçektir.”( NALÇAOĞLU, Halil.(2003), Medya ve Toplum, Ips İletişim Vakfı Yayınları, İst.) “1990’ların başına damgasını vuran körfez savaşı’nda Amerikan federal hükümetinin ve Pentagon’un habercileri nasıl bir kısıtlama içine soktuklarını hatırlıyoruz.” ”( NALÇAOĞLU, Halil. (2003), Medya ve Toplum, Ips İletişim Vakfı Yayınları, İst.)
Yakarıda verilenler gösteriyor ki medya ve iktidar hep bir ilişki içinde bu ilişkiyi biraz daha açacak olursak şunları söyleye biliriz. Medya ile siyasi partiler arasındaki ilişkilerin iki ana başlık altında ele alınabileceğini ortaya koymaktadır;
1. Ekonomik İlişkiler,
2. İdeolojik İlişkiler.
Medya elitleri ile siyasi elitler arasındaki ilişki, karşılıklılık esasına dayanır. Grant (1995: 84-88) medya ile onun siyasi ve toplumsal çevresi arasındaki ilişkileri etkin bir şekilde ortaya koyar. Medya ile siyaset arasında kurulu olan bu “al gülüm, ver gülüm” ilişkisi, özellikle iktidardaki siyasi elitler ile medya arasındaki ilişkilerde daha bir kolaylıkla gözlemlenebilir. En basit olarak medya, bir siyasi partiye o partinin basın-yayın organı gibi hizmet edebilir. O partinin sesini kamuoyuna duyurarak, sıklıkla destek verdikleri siyasi grubun belirli konulardaki temel görüş ve fikirlerine, partinin ideolojisi ve politikalarına uygun doğrultuda yayınlar yaparak, o parti lehine kamuoyu yaratmak yolunda önemli hizmetler yerine getirebilirler. Yine aynı tür hedefler doğrultusunda medya, destekledikleri partinin rakibi siyasi partiye ya da partilere saldırarak, onların aleyhinde yayın yapıp karşıtı fikirleri destekleyerek de yine yandaşı oldukları partinin kamuoyundaki popülaritesini ve oy potansiyelini arttırma amacına yönelik hizmetler yerine getirebilir.
Bir siyasi parti, medyanın da desteği ile iktidara geldiğinde, bedel ödeme sırası, o siyasi partiye gelecektir. Elde ettiği iktidar nimetlerinin hiç değilse bir kısmını, seçim döneminde kendileri için yapılmış olan paha biçilmez hizmetlerin karşılığı olarak, destekçileri ile paylaşmak, olağan bir görev olacaktır onlar için: Yeri geldiğinde çok cazip koşullarda kredi kanalları açılacak, kimi zaman destekçiler aleyhine sonuçlar doğurabilecek yasal düzenlemelerin parlamentodan geçmesini engellemek için canla başla çalışılacak, bazen de sadık dostlar lehine gelişmeler doğurabilecek yasal düzenlemelerin bir an evvel hayata geçirilmesi için elden gelen esirgenmeyecektir. Ya da, yine vefa borcunun bir gereği olarak, kamu sektörüne ait kuruluşların reklam ve tanıtım bütçelerinden ayrılacak cömert paylarla yapılan hizmetlerin karşılıkları fazlasıyla ödenecektir.
Marksist yaklaşımdan hareket eden düşünürler medyayı, toplumların iktidar yapısının ayrılmaz bir parçası olarak görürler. Onlara göre medya, toplumlardaki dominant kurumların perspektiflerini şekillendirici bir etkiye sahiptir. Yeri geldiğinde bunlara yeni bir görünüm verip, onları yeniden şekillendirir.
Kuşkusuz medya, toplumdaki etkin güçlerden yalnızca bir tanesidir. Bu toplumsal güçler birbirleriyle yakın etkileşim ve ilişki içindedir. Nasıl ki medya, hem toplum hem de öteki toplumsal güçler üzerinde bir etkileme gücüne sahipse, böylesi toplumsal güçler de medya üzerinde belli bir etkileme gücüne sahiptir. Özellikle “iktidar elitleri” olarak da tanımlayabileceğimiz politik gücü ellerinde bulunduran siyasi elitler, en azından potansiyel olarak, medya üzerinde büyük bir baskı oluşturabilme ve medyayı kontrol altında tutabilme gücüne sahiptirler. İktidarın, medya üzerindeki bu etkileme gücünü, zaman zaman farklı şekillerde kullandıklarına sıkça tanık olunur. Hatta, yasama gücünü elinde bulunduran bu siyasi elitler, “gizlilik” ya da “ulusal güvenlikle ilgili” gibi gerekçeleri de kullanarak, isterlerse medyanın haber alma ve bilgi toplama özgürlüklerine sınırlamalar da getirebilirler.
İktidar elitlerinin medya, özellikle de televizyon kuruluşları üzerinde uyguladıkları bu türden baskılara az yada çok, gelişmiş ya da gelişmekte olan her toplumda rastlamak mümkün. Etzioni’nin de vurguladığı gibi (1993: 183-4), hükümetler tarafından, televizyon programlarına kimi zaman kısmi sansür uygulandığına, bazen de kimi programların yayından kaldırıldığına yada yayının tamamen yasaklandığına, İngiltere’den Amerika’ya bütün gelişmiş toplumlarda rastlanır. Aynı değerlendirmeler, hiç kuşku yok ki ülkemiz için de geçerlidir. Yayınları kısmen yasaklama veya programları tamamen yayından kaldırma türünden uygulamalara ülkemizde de, özellikle de 1980’li ve 1990’lı yıllarda sıklıkla tanık olunmuştur.
İngiliz hükümetinin, İrlanda Kurtuluş Ordusu’nun (IRA) liderlerinin yalnızca fikirlerinin değil görüntülerinin bile yayınlanmasına çok katı yasaklar koymuş olduğu herkesçe bilinir. Yine İngiltere’de, 1988 yılında Thatcher hükümeti döneminde, yirmiyi aşkın kişi, “Kamu Sırları Kanununu” (Official Secrets Act of 1911) ihlal suçunu işledikleri gerekçesiyle kovuşturma geçirmiştir. 1990 yılı başlarında da bu yasada yeniden bir düzenleme yapma yoluna gidilerek yeni bir “Kamu Sırları Kanunu” hazırlanmıştır. Etzioni’nin de vurguladığı gibi (1993: 184), yine İngiliz hükümetleri BBC’nin etkin yönetim birimlerine ve yönetim kurulu üyeliklerine, kendi hükümet politikalarına ve siyaset anlayışlarına sempatisi olan bireyleri atayarak, medyayı kontrolleri altında tutma yöntemini sıklıkla kullanmışlardır. Burada BBC’nin, John Rex’in de belirttiği gibi (Stanworth & Giddens, 1974: 218), çalışanlarının çoğunlukla Oxford, Cambridge gibi tanınmış elit üniversitelerinden yetişmiş kişiler olduğu, bir medya kuruluşu olarak kalitesinin yalnızca İngiltere’de değil, bütün dünyada kabul gördüğü gerçeği de unutulmamalıdır. Görülüyor ki, siyasi elitler yeri geldiğinde dünyanın en saygın medya kuruluşlarına bile müdahale edebilmekte, onların neyi-nasıl yayınlayacaklarına ya da yayınlamayacaklarına karar verebilmektedir.
Buradan da anlaşıldığı gibi egemen güçler bir şekilde medyaya müdahalede bulunup oluşabilecek kötü sonuçlara önceden önlem alma istediği duyuyorlar ve bu da bizim karşımıza sansür olarak çıkıyor. Bütün bu yakarıda verdiklerimizden sonra devletle karşılıklı işbirliği içinde olup daha sonra bir anılaşmazlık içine düşen medya patronları veya medya kuruluşları dışında bu türden bir ilişki içinde olmayıp sadece görevi olan halkı bilinçlendirme ve halkın haber alma özgürlüğünü kullanabilmesini amaç edinen medya kurumları da bu tür baskılara maruz kalmaktadırlar ve bu kuruluşların daha kötü sonuçlarla karşılaşması da muhtemel sonuçlardandır. Ama bir şekilde devlet kendi gücünü sürdürebilmek için her dönem bu tür engellemelere başvurmuştur.
Son dönemde ülkemiz de hükümet ve medya arasıda ki gerilim sansür söylemlerinin gündeme gelmesine neden olmuştur. Bunun nedenini şöyle açıklayabiliriz: “Demokrasiyi henüz özümleyememiş ülkelerin başında gelen Türkiye'de işler kötü gitmeye başlayınca, siyasal iktidarların ilk yaptığı iş medyaya saldırmaktır. Demokrasi kültüründen nasibini almamış (alamamış) siyasetçiler iktidara gelince, muhalefette iken baş tacı ettikleri medya ile zıtlaşmaya başlarlar. Çünkü her iktidar kaçınılmaz olarak küçük ya da büyük hatalar yapar. Medyanın görevi daha doğrusu varlık nedeni ise olup bitenleri ve tabii bu arada yapılan hataları kamuoyuna aktarmaktır: Olayları ve olguları kamuoyuna aktarmayan medya yaşayamaz. Tabii iktidara gelen parti hata yapmaya başlayınca, bu durum medya aracılığıyla kamuoyuna da yansır. Tam bu noktada, politikacıların demokrasi kültürsüzlüğü devreye girer ve iktidar, uygulamasındaki olumsuzlukları kamuoyuna yansıtan medyayı suçlamaya başlar. İşte medyanın suçlanmaya başlandığı bu nokta, iktidardaki partinin düşüşe geçtiği anı belirler.”( KONGAR, Emre (2004). “İktidar Medyaya Saldırmaya Başlayınca”, İst.)
Buradan da anlaşılacağı gibi ülkemizde iktidarın işleri kötü gitmeye başlayınca ve medya da bu kötü gidişi kamuoyuna duyurmaya başladığı zaman iktidar’ın ilk aklına gelen çeşitli sebepler öne sürerek sansür mekanizmasını devreye sokmaya çalışmaktadırlar.
İktidarla medya arasıdaki ilişkiyi vermeye çalıştıktan sonra “sansürü” daha ayrıntılı ele almaya çalışalım.
SANSÜR
Buradan hareketle konumuza yani medya ve iktidar ilişkisinden hareketle sansür konusunu açıklamaya çalışacağız ve bunun halkın haber alma özgürlüğüne etkisini ortaya koymaya çalışacağız.Genel olarak ele almaya çalıştığımız medya – iktidar – sansür ilişkisini ele almadan önce Türkiye’de ki sansürün tarihini kısaca vermek faydalı olacaktır.
Sansürün Kanlı Tarihi
Avrupa’da Gutenberg’in geliştirdiği baskı makinesi kullanılmaya başladıktan kısa süre sonra aynı teknik Yahudiler tarafından Osmanlı ülkesine de getirildi(1493-1504). Arap harfleriyle kitap basmaları ve kışkırtıcı yayın yapmamaları şartıyla, gayrı müslim azınlıklara basımevi açma izni verildi. Müslümanların basım işleriyle uğraşması üzerindeki devlet yasağı yaklaşık yirmi yıl sonra kaldırıldı(1727). Devlet çeşitli sebeplerle kitap, gazete ve dergi basımını geciktirdi.
Başlangıçta basım işlerinin yasa ve yönetmeliklerle düzenlenmesi yeterli görülüyordu. Ancak özel basımevlerinin çoğalması ve gazeteciliğin gelişmesiyle mirlikte, basın-yayın etkinliklerini denetim altında tutmak için baskı ve sansür yöntemleri uygulanmaya başladı. Bu amaçla çıkan yasalar gazetecinin tutuklanmasından sürgün edilmesine, gazetelerin toplatılmasından yayının yasaklanmasına kadar değişen ağırlıkta maddeleri içeriyordu. Aynı tutumun özü değişmeden günümüze kadar sürdüğünü söylemekte abartı yoktur. Cumhuriyet döneminin demokratik hak ve özgürlüklerin askıya alındığı çeşitli evrelerinde de basın özgürlüğü hemen hemen bütünüyle ortadan kaldırıldı. Öldürülen ilk gazeteci ,II. Meşrutiyet döneminde iktidarda ki İttihat ve Terakki Partisi’ne en sert muhalefeti sürdüren Serbesti gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi’dir. Onu, Sadayı Millet gazetesi başyazarı Ahmet Samim’in öldürülmesi izledi ve günümüze kadar pek çok gazeteci siyasi nedenlerle öldürüldü.
Gazeteci cinayetleri genellikle ülkede siyasi iktidara muhalefetin arttığı, istikrarsızlık belirtilerinin çoğaldığı dönemlerde ortaya çıkmıştır. Öldürülen gazetecilerin çoğunluğu iktidarla sert tartışmalar girmiştir. Bu cinayetlerde çoğunlukla muhalif gazetecilerin öldürülmesi, faillerin yakalanamaması, kamuoyunda ve basın çevresinde devlete karşı güvensizlik ve kuşkuların doğmasına yol açar. Bu değerlendirme tarih ve dünya genelinde doğrudur. Ne var ki yıllardan beri , Türkiye’de olduğu kadar hemen bütün dünya ülkelerinde de gazeteciler , siyasi iktidarlar marifetiyle değil,terör örgütlerince düzenlene suikastlar sonucu can vermektedir. Zira gazetecinin savunmayı meslek edindiği ilkeler, iktidarlar kadar hatta daha çok, sağcı-solcu,ileri- gerici terör örgütlerini rahatsız ediyor; gazetecileri hedef alan cinayetler de , onların sansür uygulamasıdır. Dönemlere ayırarak bakacak olursak şöyle bir tablo çıkar önümüze;
1864-1908
Batıda ki özgürlük ve eşitlik hareketlerinden etkilenen yenilikçi fikir gazetelerine susturmak amacıyla Sadrazam Ali Paşa’nın hazırladığı Ali Kararnamesi,(5 Mart 1867), basın özgürlüğünü ortadan kaldırmıştı.
1923-1939
Cumhuriyet hükümeti yeni rejimi kurmak ülkede birlik ve bütünlüğü sağlamak gibi gerekçelerle basına ağır kısıtlamalar getirmiş,güdümlü bir basın yaratmıştı. Dönemin ünlü gazetecileri Hüseyin Cahit , Velit Ebüzziya, Ahmet Cevdet ve Lütfi Fikri, hilafet konusundaki yayınları nedeniyle İstanbul istiklal Mahkemesi’nce yargılandılar 1923.
Şeyh Sait Ayaklanması’ndan sonra kabul edilen Takriri Sükun kanunu basın üzerindeki kısıtlamaları arttırdı. İktidarı desteklemeyen gazete ve dergiler kapatıldı yazırları yargılandı.
1939-1945
II. Dünya savaşı boyunca İstanbul’da devam eden sıkı yönetim sebebiyle basın özgürlüğü kısıtlı kaldı.
1950-1960
DP (14 Mayıs 1950), basın üzerindeki denetimi azaltan basın kanunu kabul etmişti, ama kısa süre sonra iktidarla basını ilişkileri gene bozuldu. Pek çok gazeteci ve yayın organı hakkında davalar açıldı, hapsedilenler oldu ; kağıt tahsisi ve resmi ilanlar yoluyla , bası denetim altında tutulmaya çalışıldı.
1970-1980
12 Mart döneminde çok sayıda dergi ve gazete kapatılır.
1980’den günümüze
1979 da ilan edile sıkı yönetimin pek çok yayının basım ve dağıtımını yasaklamasının ardından 12 Eylül askeri müdahalesi basın özgürlüğüne ağır bir darbe vurdu, darbenin ilk günü Demokrat , Aydınlık ve Hergün gibi köktenci solcu ve sağcı gazeteler kapatıldı. .(Thema Laruusse(1993-1994). Syf. 442. Milliyet Gazetecilik Aş. İst.)
Görülüyor ki Türkiye çok sık sansür ve devlet müdahalesiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu da insanların bilgilenme ve devletin yaptığı çalışmalardan “iyi veya kötü” haber almasına engel olmuş ve bu demokrasi adına Türkiye’de büyük yaralar açmıştır. Şimdi devletlerin neden sansüre ihtiyacı olduğuna deyinmeye çalışalım.
NEDEN SANSÜR?
Her toplumda bası başlangıçta dini daha sonra da siyasi otoritenin düşüncelerin özgürce ifade edilmesini engelleyen çeşitli baskı, sansür veya doğruda yasaklarıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu yüzden de basının yani medyanın siyasi otoriteye karşı sürekli bir varoluş mücadelesi vermesi gerekmiştir. Basın sınırsız özgürlük ister siyasal iktidarlarsa basını hiç olmazsa yasal çerçeveler içinde tutma amacı güderler. Özgürlüğün “ siyasal iktidar – kişi ilişkisi” kavramı içinde ele alındığı çağdaş demokratik rejimlerde devlet , kişi özgürlüklerin sağlayacak toplumsal yapıyı korumakla yükümlü aygıt olarak tanımlanmaktadır. Buna göre kişi, anayasal düzene uygun düşünmek zorunda değildir. Anayasaya ve kanunlara uygun davranmam, düzeni anayasada yer almayan yöntemlerle değiştirmeye kalkmamak zorundadır. Söz konusu bu durum, anayasal kurallar içinde düzeni değiştirmeye yönelik düşünceleri de özgürce dile getirmeye engel değildir.
Bu çerçevede düzeni değiştirmeyi amaçlayan düşünce ve görüşlerini de özgürce açıklanmasını siyasal iktidarda içinde olmak üzere her kurum ve kuruluşun özgürce eleştirilmesini , halkın haber almasını, öğrenmesini, olaylar ve sorunlar üzerinde düşünmesini sağlayacak araç basın yayındır(medya). Dolayısıyla bir ülkede anayasa ve yasalarla düşünceye sınır getirilmesi, gazetecilerin , yazarların yazarken , haber verirken ceza korkusuyla kendi kendilerini denetlemeleri sonucunu doğurur. Bu denetleme de düşüncenin özgürce açıklanmasına engel olacağından , “dolaylı sansür” anlamına gelir. Basının özgürce çalışmasını engelleyecek her şey, örtülü veya gizli sansür olarak kabul edilmektedir. .(Thema Laruusse(1993-1994). Syf. 442. Milliyet Gazetecilik Aş. İst.)
İster demokratik olsun ister faşist, ister güçlü olsun ister zayıf, her iktidar muhalefet etmeyen, kendi dümen suyunda bir basın ister. Bunun için de örtülü ya da örtüsüz sansür uygular.
Sansür, kamu yararı adına ahlakî, dinsel, ideolojik vs. değerlerin korunması için basın, edebiyat, sanat ve bilim alanındaki söz, yazı veya resmin gösteriminin, dağıtımının hükümetçe önceden izne bağlanması, denetlenmesi veya tümden yasaklanması olarak tanımlanmaktadır.
Tarihte ilk sansürün nerede uygulandığı bilinmese de, sınıflı toplum düzenine geçilmesi ve devletin ortaya çıkmasıyla birlikte sansürün de başladığı söylenebilir. Eski Yunan’da Sokrates’ın düşüncelerinden dolayı yargılanarak idam edilmesi bilinen ilk ve en kaba sansür örneği olarak zikredilmektedir.
Sansür, Türk tarihinde de eksik olmadı. Osmanlı’nın mutlakiyet döneminde fetva ve fermanlar ile uygulanan sansür Tanzimat döneminde Matbuat Nizamnamesi (1864) ve Âli Kararnamesi (1867) ile, Meşrutiyet döneminde Encümen-i Teftiş ve Muayene Heyeti (1881) eliyle kurumsallaştırıldı. II.Abdülhamit (1876-1908) döneminde öndenetim ve kapatmayı da aşarak, sözcük yasaklarıyla akıl ve mantık sınırlarını zorlayan boyutlara ulaşan sansür 1908 ihtilalinde kalktıysa da özgürlük dönemi bir yıl bile sürmedi. Sadece bir yıl sonra geri gelen yasal sansür 1909 yılında başlayan silahlı sansürle desteklendi; yakın yıllara kadar süren silahlı sansür uygulamasında onlarca gazeteci yazar öldürüldü.
Yasalarla düzenlenen sansür, medyanın yazmasına, göstermesine izin verilen alanı belirler. Yasaların öngör(e)mediği alanlarda ise oto sansür gerekli perdeleme ve karartma işlevini yerine getirir. Oto sansür maddi temelini, medya sermayesinin siyasi iktidar ile kredi ve ihale ilişkilerinde bulur. İdeolojik düzlemde ise, sermaye medyası zaten burjuvazinin siyasal, ideolojik ve ekonomik çıkarlarının belirlediği çerçeve içerisindedir. Bu çerçevede, patron ve yüksek maaşlı yöneticileri grubun ekonomik çıkarlarını elde etmek için siyasi iktidarın uydusu haline gelir; dünyaya sermayenin ve devletin gözlüğüyle bakan maaşlı fikir işçisi de politikacıyla birlikte ülke yönetimine ‘katılır’, ekonomi bakanıyla birlikte ekonomiyi ‘yönetir’, dışişleri bakanıyla birlikte dış politikaya ‘yön verir’, polisle birlikte operasyonlara katılıp sanıkları sorgular, askerle birlikte karşı pusuya yatar…İşçi sınıfı hareketinin veya sermaye egemenliğini rahatsız edecek toplumsal bir hareketin varolduğu koşullarda da sermaye medyası, patronu ve işçisiyle birlikte düzeni savunma misyonunu üstlenir. Medyaya atfedilen kamu gözcülüğü misyonu, kapitalist düzende asla gerçekleşmeyecek bir kuruntudan ibarettir.(Medya İzleme Raporu, Nisan 2004)
Bu tanım dışında devletlerin ne tür sansürlere baş vurduklarını da vermemiz gerekmektedir. Bu bizim, devletlerin neden sansüre ihtiyaç duyduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır. John Keane’nin “Medya ve Demokrasi” adlı kitabında anlatılanlara göre birbiriyle bağlantılı 5 siyasal sansür türünden bahseder bunları “ideal tipler” olarak sunar ve aşinalık sırasına göre inceler.
1) Olağanüstü hal erkleri: hükümetlerin, medyanın bazı bölümlerini zorbalıkla sindirerek yola getirme girişimleri talimatlar , tehditler, yasaklamalar ve tutuklamalarla Batı demokrasilerinde de kendisini hissettirmeye devam ediyor. Bu türden siyasal baskı teknikleri ikiye ayrılıyor.:Amerikan anayasa çevrelerince adlandırıldığı üzere) Ön engelleme denince akla söz konusu yayının (sözlü, görsel yada basımlaş) devlet yetkililerince önceden denetlenmesi geliyor ki bunu kapsamına, hükümet sözcüleriyle dostça konuşma kokteyllerden , basit isteklere, telefonla yapılan uyarılardan zorunlu ve ihtiyari kuralların konulmasına kadar resmi yada gayrı resmi tüm yollar giriyor. Yayım – sonrası sansür ilk baskı aşamasından dağıtıma kadar uzamıyor. Bu , sivil topluma daha önce ulaşmış yayınlara karşı yapılan yasal girişimleri de kapsayabilir. Sonucu, kitapların yada görsel malzemenin ( fotoğraflar yada resimler, filmler ve videolar) yasaklanması , parçalanması , yakılması, yeniden sınıflandırılması yada toplanması olabileceği gibi, o malzemenin üretildiği teknik araçlara el konması da olabilir. Yayım sonrası sansür gazetelerin, basımevlerinin, radyo ve televizyon istasyonlarının kapatılması sonucunu da doğurabilir. Kimi “devlet aleyhtarı” örgütlerin yasaklanmasına , gazetecilerin bu gibi örgütlere duydukları sempatiyi açıkladıkları için “terörizmi hoş görmek”le suçlanarak sansür edilmelerine ve cezalandırılmalarına yol açabilir.Özellikle (iddiaya göre) bunalım dönemlerinde, medya üzerindeki siyasal baskının bu iki alt kategorisi çoğu kez birleşir.
2) Silahlı gizlilik: Modern devlet erki gizlilik perdesine saklanmış polise ve askeri organlara dayanarak başarılı olur. Bunun nedeni açıktır: Devlet yetkililerinin yeril ve yabancı hasımlarını atlatmalarının en iyi yolu, onların etkinliklerini (kendileri gözetlenmeden) gözetleyerek ne yapacaklarını öğrenmeleridir.”Baskıcı devlet kurumları” nın palazlanmasının ardındaki bu dinamiği 20. yüzyıl demokrasilerinde açıkça görebiliriz. Gizlilik , kurnazlık ve örgüt içinde zorunlu tek görüşlülüğe dayanan polis ve askeri aygıtlar demokratik devletlerin normal özellikleri arasındadır. Bunlar aynı zamanda siyasal demokrasiye ve iletişim özgürlüğüne taban tabana zıttır.
3) Yalan söylemek: Siyasette yalan söylemek demokratik “ve diğer” rejimlerin özelliklerinden biridir. Son yıllar içinde “olguları bozma yöntemleri”(Arendt) iki yeni yöntem eklendi siyasal yalan söyleme sanatı Madison Avenue halkla ilişkiler uzmanının tatlı sert yaklaşımını, “iyi niyetli kaçamağını” ve laf ebeliği taktiklerini benimsedi. Nice hükümet sözcüsü tarafından her gün uygulanan sanat işte budur: eleştirmenleri yanlış yönlendirmek, sinirleri yatıştırmak, gazetecileri memnun etmek, toplum tarafından inanabilecek haberler üretmek.
Siyasal yalan söyleme sanatı bazen de profesyonel sorun çözümlerin teknokratik yöntemlerine sarılı olarak çıkıyor ortaya. Vietnam Savaşı sırasında amerikan devletinin sivil ve askeri tüm katmanlarını mantar gibi sarmış olan rutin yalanlar bu öbeğin içindeydi: kendi mesleki geleceklerini düşünen aslar tarafından Washington’a sunulan “ gelişme raporları” tahrif edilmiş bombalama raporları ve “ara-bul-ve-yok et” operasyonlarının düzme ceset sayımları gibi… Bu teknokratik yalan biçimi, modellerle ve varsayımsal senaryolarla besleniyor. Kendisini kendi ürettiği varsayımların odasına kapatıp, tüm kapıları kapıyor ve tüm pencereleri örtüyor. Sağduyudan hiç hoşlanmadığı gibi, kazara olabileceklerden nefret ediyor. Kuvvetini düşünce üreten araştırma kuruluşlarında, danışmanlarda, formüllerde ve maraton bilgilendirme kampanyalarında buluyor. Birbiriyle en ilgisiz durum olay ve kişileri birleştiren ve görünüşe bakılırsa anlaşılır hale getiren sözde bir bilimsel dil kullanıyor.
4) Devlet reklamcılığı
5) Korporatizm: 20. yüzyılda hükümetin işlevlerinin özel kesimin örgüt ağları tarafından yerine getirilmesi, pazarlık, ihsan yada sözleşme ile yapılması , sıradan bir olay haline geldi. Kamusal önem taşıyan pek çok karar devlet yetkilileri, yasama organları ve pazarlar tarafından değil, toplumsal grupların temsilcileri yada sivil toplumun bu grupları ile devlet arasında yapılan uzlaşmalarla alınıyor.
Bu türden korporatist usuller devletin kendi işlevlerinden birçoğunu başlıca iktidar gruplarının siyasi erki paylaşmak için taleplerde bulunduğu sivil toplumun devlet dışı örgütlere aktarmasının sonucudur. Böylece, devlet ile sivil toplumların sınırları iç içe geçti. Bu ikisi arasında “ kamu” yetkilileri ve devlet aygıtları ile “devlet-dışı” kurumların pazarlığı, itişip kakışması ve kaypak uzlaşmaları bulunuyor. Korporatizm, çıkar grupları ve örgütlerine pazarlıkla resmi statü veren bir devlet müdahalesi sürecidir; bu statüyü kazanan grup ve örgütler kamu siyasetlerinin formüle edilmesi ve/veya yürütülmesi görevini az yada çok ölçülerde yüklenmiş olurlar. Korporatizm stratejik olarak önem taşıyan işlevsel grupları devletin içine taşırken – ve böylece sivil toplumun bazı bölümlerini ”politize” ederken – devletin etki alanını sivil toplumun içine uzatarak bazı devlet işlevlerini toplumsallaştırır”. Bu, karmaşık ve dinamik yollar izleyebilen çok katlı bir süreçtir.
Batı demokrasilerinin bu birbiriyle bağlantılı beş yönelimi kaygı vericidir. Bunlar gösteriyor ki, normal olarak ne yurttaşlara, ne kitle iletişim araçlarına karşı sorumlu ne de hukuk devletine tabi olan siyasal toplamı çoğalmaktadır.
Görülüyor ki devlet her zaman kendi lehinde olandan yana fakat demokratik ülkelerde olmaması gereken bu tür engellemelere başvurmuştur.(KEANE, John(1999). Medya ve Demokrasi. Ayrıntı. İst.)
SONUÇ OLARAK
Ele aldığımız unsurlardan biri olan medya’nın görevi özünde devleti denetlemesi, doğruyu eğriyi topluma yansıtması gereken bir araçtır. Fakat bu çoğu zaman böyle olmamaktadır. Çeşitli sebeplerden ötürü yasaklarla mücadele etmek zorunda kalmıştır..
Medya’nın en büyük görevlerinden biri olan halkı doğru bilgilendirme görevi görülüyor ki bir şekilde sekteye uğramaktadır. Ve toplumların gelişmesinde, demokratikleşmesinde önemli bir rol oynayan medyadan bizim ülkemiz ve diğer modern ve demokratik toplumlarda yeterince yararlanamamaktadır. Devlet denetiminden geçen onaylanmış bilgilerle yetinmek zorun da kalıyoruz. Bizi yönetenlerin ve bize ait olan bir ülkenin gerçeklerinden mahrum kalıyor ya da mahrum bırakılıyoruz.
Sorumsuzca yapılan savaşlar bize ya meşru gösterilmeye ya da savaşın yıkıcı etkileri bizim dışımızdaymış bizden uzaktaymış gibi biz verdirilmeye çalışılıyor. İktidarlar kendi güçlerini koruyabilmek adına insanların düşünüp sorgulamasına, ilerici fikir adımlarına karşı her zaman bir savunma içinde oluyor.
İktidarların bu yazının başlığı olan haber lama özgürlüğüne aslında ne kadar saygılı olabildikleri bu çalışmamızla sanırım ortaya çıkmıştır. Yapılan bütün müdahaleler halkı kandırmaya ve göz boyama yöneliktir. Demokratik ve çağdaş bir ülke adına bu türden baskılara karşı birlikte mücadele etmeli ve ülkemizde doğru ve dürüst habercilik adına gerekli adımların atılmasına yardımcı olmalıyız. İnsanların yasalarla kazanmış oldukları haber alma özgürlükleri yine farklı tasalarla kısıtlanmaktadır. Bu türden baskılara karşı çıkan medya grupları veya bireysel mücadeleler bu türden baskılara gerkli cevabı vermekte yeterli olmamaktadır.
Peki haberden uzak kalmamız bize ne kaybettirir ya da gerçekten bir şeyler kaybeder miyiz? Bu konuya şöyle yaklaşmak zannedersem açıklayıcı olacaktır. Bugün dünyamız da savaşlar olmakta bu savaşlar bize aslında gerçek amacını yansıtmayan sözlerle anlatılmaya ya da anlattırılmaya çalışılıyor. Bu ülke insanlarının kendi gerçeklerini diğer ülkelere ulaştırmalarına imkan verilmiyor. Bunun sonucun bu insanlar bütün dünyanın gözü önünde ölümle burun buruna yaşamak zorunda bırakılıyorlar. Diğer taraftan savaşta çocuklarını kaybeden asker annelerinin feryatlarına ne demeli, gösterilenlere inanıp çocuklarına savaşa gönderip daha sonra cesetleriyle karşılaşan anneler. Bütün bunlar bugün Amerika’nın dünyada oynadığı bir oyundan kısa sahnelerdi. İşte bunlar bize sadece Amerika’nın bize aslında gösterdiklerinin arkasında olan olaylar. Yine amerikanın ölen askerlerin fotoğraflarını yasaklatması, sanki oralarda her şey güllük gülistanlıkmış gibi vermeye çalışması. Bir ülkenin feryatlarını duymamız engelleniyor neden! İşte tüm yazımız boyunca vermeye çalıştığımız devletin çeşitli kılıflara soktuğu “sansür” yüzünden. Peki biz bu durum içinde olsaydık acaba kendimizi nasıl hissederdik. O zaman gerçekten özgür bir basına ihtiyaç duyar mıydık? Zannedersem kimse buna olumsuz bir cevap veremeyecektir. Kısaca, işte bu yüzden basın özgürlüğüne ihtiyacımız var. Devlet güdümlü basının kimseye bir fayda sağlamadığını sanırım ortaya koyabilmişizdir
Dünya’da güvenilir bilgi alışverişinin sağlanamadığı bir ülkede insanlar veya dünyada toplumlar birbirleriyle nasıl sağlıklı iletişim kurabilirler. Nasıl birbirlerinin sevinçlerini ve üzüntülerini paylaşabilirler.
Son düzenleme moderatör tarafından: