cankal_mehmet
Yeni Üye
HAN DUVARLARI
Faruk Nafiz Çamlıbel
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları…
Han Duvarları şiirinde Çamlıbel, soğuk bir Mart sabahında başlayan, Ulukışla’dan Kayseri’ye ‘yaylı’ denilen at arabasıyla yapılan üç günlük bir yolculuk hikâye etmiştir. Öyle bir yolculuk ki; çıkıldığı andan bitişine kadar uzun bir zaman geçmemesine rağmen vatan uğruna feda edilmiş bir hayattan, arkada bırakılan vatana duyulan ilk dakika özlemine kadar olan yaşanmışlığı okuyanın yüreğine ilmek ilmek işlemektedir. Öyle ki bu özlem, şiirin ilk mısrasından itibaren okuyucunun beynine acı bir sarsıntı olarak vurgulanmıştır.
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar…
İstanbul’dan başlayan hasretin 2. kısmının başlangıcının ilk işareti olan atların kişnemesi ve meşin kırbaçtan gelen ses okuyucuyu yaylı arabayla olacak yolculuğa hazırlamaktadır. Kırbaç sesiyle şair içinde bulunduğu geri dönülmezliğin ilk kokusunu duymuştur. Ardından geçen bir dakikalık bekleme, arkada bırakılanları hatırlaması için geçen süreyi vurguluyor. Son bir bakış, başlangıçtan uzaklaşmaya devam ederken arkada bırakılanlara son kez iç geçirmek için; ‘’Bir dakika araba yerinde durakladı’’.diyor şair. Sonrasında yüzleşilecek olan gerçeğe geliyor sıra, içindeki sarsıntılar, gurbet duygusunun içinde oluşturduğu yıkıntılar, altında sarsılan demir yaylarla özdeşleşiyor. Gözlerinden kayıp giden kervansaraylar ise bir anıt gibi kazınıyor yüreğine…
Gidiyorum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu´ya
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı…
İdam edilmeye götürülen bir mahkûmun darağacına adım adım yaklaşırken ölümü hissettiği gibi gurbeti içinde hissetmektedir Ulukışla yolundan Anadolu’nun içlerine doğru ilerlerken. Yaşanılan acının derinliği ilk ayrılık olmasından kaynaklanmaktadır. Yüreğinde duyduğu ilk sevgiye özdeş ve bir o kadar da tezat bir şekilde acı yaşaması, mart ayı ortasında yaşanan bu yolculuğu ılık bir havada yapılmış gibi hissettiriyor okuyucuya. Şairin yüreğindeki hazan mevsiminin resmi çizilmemiş midir Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı… dizesiyle. Yapraklarından ayrılan çıplak ağaçlar, arkada kalan baba ocağının ta kendisi değil midir? Ve sarı gök, sarı toprak şairin hüzünlü dünyası…
Arkada zincirlenen yüksek Toros dağları,
Önde uzun bir kışın söndürdüğü etekler,
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler…
Ellerim takılırken rüzgârların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına,
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar.
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Arkada bırakılanlara duyulan hasretin, yüksek Toros dağları misali yüceldiği bir iç dünyada ki şair için geri dönüş yoluna konulan engel, birbirine zincirlenen bu dağlar ile çok güzel resmedilmiştir. Ve önünde henüz biçimlenmemiş bir heykel misali, ne olacağı meçhul bir gelecek çağrışımı yapan şekilsiz ‘’uzun bir kışın söndürdüğü etekler’’… Ve yine şairi santim santim uzaklara sevk eyleyen, eylerken de içindeki gurbet acısının sesini notalara döker tarzda inleyerek dönen tekerlekleriyle yaylı araba. Çaresizce tutunmaya çalıştığı rüzgâr ise parmaklarının arasından kayıp giderken, içindeki ayrılık hasreti de bir dağın yamacına asılan arabası gibi yükseklere tırmanıyordur. Ürkek bir arabacının ıslığı ise içine düşülen yalnızlığın, ıssızlığın tek rakibidir…
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince,
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine
Yol, hep yol, daima yol… Bitmiyor düzlük yine.
Belki de ayrılığı kabul etmişçesine serin bir rüzgâr esiyordur dışarıda ve şairin içindeki çaresizliğin mutlak tanımı olamaz mı bu rüzgâr ve benzini ağartan uçsuz bucaksız uzanan ova? Şairin içindeki son geri dönüş ümidinin kırıldığı nokta değil midir o düzlüğe çevrildikleri son yokuş noktası? Uçsuz bucaksız bir yolculuğu beynimize kazımıştır ‘’Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi’’ dizesiyle. Şair yine farkındadır santim santim içine sürüklendiği gurbetin ve bitmeyen düzlükler misali büyüyen hasretin.
Ne civarda bir koy var, ne bir evin hayali
Sonunda âdemdir diyor insana yolun hali,
Ara sıra geçiyor bir atlı, iki yayan
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdayan
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor…
Uzayıp giden sessizlik ve yalnızlık duygusu ile bütünleşen köysüz, evsiz yollar onda ADEM’i çağrıştırıyor, hiçbir şeyin ebedi olmadığını ve de... Öyle kusursuz işlenmiştir ki Âdem’in yokluğu, hiçliği, ölümlülüğü köysüz, evsiz boş düzlüklerle… Kapılınan bu düşünceden az bir vakit de olsa kurtaran, belki de aynı düşüncelere yelken açan ve yoldan geçen birkaç kişidir.
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine,
Bir sarsıntı… Uyandım uzun suren uykudan;
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan…
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu;
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
Sahipsizliğin koynunda sığınacak bir liman misali uykuya sarılan şair belki de bu uyku ile düştüğü karamsarlıktan kısa süreliğine de olsa uzaklaşmıştır. Artık bambaşka bir dünyadadır. Uzayan yollar ve içinde büyüyen hasret, kendisini bilinmezliğe götüren tekerleklerin sesiyle bir süreliğine kurtarmıştır şairi bu karamsarlıktan. Okur için de yaşanılan karamsar havadan sıyrılma fırsatıdır bu rüyalar âlemine yolculuk. Ta ki gerçeklerle yüzleşilmesi gerekilen zamana dönüş vakti gelip, arabanın onu evinden uzaklaştırırken aştığı engellerden biri olan ‘’…yola benzer bir sudan…’’ geçene kadar. Uyanışla birlikte şairin iç dünyasının tasviri niteliğindeki viran olmuş belde hanı şairin karşısına çıkmaktadır…
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı,
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor,
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı,
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki çizgiler…
Şairin içinde olduğu karanlık duygulara ortakmışçasına hava da karanlıklara bürünmeye başlamıştır. Kendisinin de onlardan biri olduğu ADANMIŞLAR topluluğunun bir parçası olarak bu vatan ahenginin içine katılmıştır. Şair Bağırdaki Yara ifadesiyle Anadolu’nun bilfiil yanmakta olduğunu ve verilen mücadeleyi de bu işgalin Aranan Devası olarak sunmaktadır okuyucuya.
‘’Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı, Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı…’’ derken NOKTA sözcüğünü özellikle seçmemiş midir? O nokta ki; herkesin fikrindeki, özündeki, tek amaç mıdır, yoksa çok namüsait bir mahiyette bulunan Vatan’ın geleceği için toplanılan ortak bir mekân mıdır? Ya da; Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! emrine birebir uyan bir gençliğin aynı amaç için ortak bir mekan da kucaklaşması mıdır? Bu ahval ve şerait ile yoğrulan sıla hasreti, yüzlere kırışıklıklarla yazmıştır içten geçenleri, hem de öyle derin öyle manidar, öyle anlamlı ki; üstat Ayet ile bağdaştırma gereği duymamış mıdır? Kim bilir nasıl kutsal bir hasretlik sebebidir ki bu ilahi bir derinlik ile ifade etmek gerekmektedir.
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
Fani bir iz bırakmış burada yatmışsa kimler,
Aygın baygın maniler, açık saçık resimler…
Memleketten ayrı geçen ilk gecenin kasveti, hanın duvarlarına öyle yansımıştır ki; esmer duvarlar bu duyguların tercümanı olmuştur. Ve bu esmer duvarlar üzerine kazınan yazılar hayata dair ipuçları verircesine takılmaktadır üstadın gözlerine. ‘’Can kafeste durmaz uçar, dünya bir han, konan göçer…’’ diyen Âşık Veysel’in dizeleri bu duvardakilerin yaşanmışlığını ifade etmez mi? Bakıldığında üstadın insan yaşamını, içinde bulunduğu han ile kusursuz bir şekilde tasvir etmiş olduğunu görmek zor değildir. Öyle ki ‘’sonunda Âdem’dir diyor insana Han’ın hali’’… demek çok zor olmaz okuyucu için. Üstadın içinde bulunduğu fanilik düşüncesi tekrar çıkıyor öylece karşımıza.
Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı
Ben garip çizgilere uğraşırken baş başa
Rastlamıştım duvarda bir şair arkadaşa
Yorgunluğun hat safhada olduğu ne kadar da açık, yabancı bir elde olmakla birlikte. Erkenden yatılmak istenen, kasvetinden hemen kurtulmak istercesine günün dalınmak istenen uyku ne kadar da uzak geliyor kendinden önceki Âdem’ler gibi ona. Onlarınki gibi uykusuz geçen bir gece, belki onlardan biraz daha suskun, yazmaktan aciz ama gözler, okutmak için yazılanları bir o kadar zalim. İçinde bulunduğu hüznü iliklerine kadar yaşatmak istercesine kapanmakta inatlı… Ve ulaşmak istediği hedefe varınca yaşanan sevinç edalarıyla yaşanılan duygular misali, aradığını bulmaktan gururlu. Rastlanan Şair Âdem, Üstatla birlikte okuyucuyu da çekmektedir hüznün dağına.
*On yıldır ayrıyım Kına dağından
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben*
Altında da bir tarih. Sekiz mart otuz yedi…
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi
BURASI HUŞTUR YOLU YOKUŞTUR, GİDEN GELMİYOR ACEP NEDENDİR!türküsünü içimizde hissetmemek ne mümkündür şimdi? Gidenin dönmediği bir zamanda GİTMEK ne kadar acıdır ve ne kadar kutsaldır ki; Ayetleşir yüzdeki tüm çizgiler? Yaşanmamış aşklarını, ana sıcağını bırakıp çıkılan ‘’Benizlerini ağartan bu nihayetsiz ovalar’’ , vatan için yetişecek bir oğul bırakamadan ayrılınan gül yüzlü yarlar, hudutta hududa atılan bir ömür sürmek… ne kadar sorgulanabilir bir niteliktedir ki? ‘’Gözüm imza yerinde başka ad görmedi’’. Derken ne güzel açıklamamış mıdır bu kutsal görevde ismin değil yüreğin olduğunu, birin değil de binin bu aşk için yollara düştüğünü?
Artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
Araya gitti diye içlenme baharına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir yarına
Bugün öyle bir şan vardır ki dünyada, yedi düvelde savaşmış bir Türk gençliği, Çanakkale’yi bedeniyle kapatmış. Üstüne yağmur misali yağan kurşuna mı yanarsın, yarım tonluk mermiyi sırtlayan bir EFENDİ ile gurur mu duyarsın? Ne mutludur ki bu şanın müjdesini verir şair okuyucuya. Vatan için yapılmış hiçbir şey boşa değildir der, öyle bu verilen bir gençlik ise boşa gider mi hiç Allah’ın katında? ‘’Artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş’’ derken ne de güzel sunmamış mı okuyucuya bu gençlerin şimdi hangi ulaşılmaz bir mekânda olduklarını? Ne mutludur onlara ki şuan biz de buradayız, biz de hayattayız. Bahtınız açık olsun!!!
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk
Soğuk bir mart sabahı.…Buz tutuyor her soluk
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri
Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor…
Gurbetliğe giden yolda atılan adımlara devam etme sırası mı gelmiştir yoksa? Bir önceki günün yorgunluğu atılmadan üzerinden çıkılmıştır yola içindeki hasret rüzgârının soğukluğu ile karışan mart ayının nefesi donduran kasvetiyle. İçi mi yanıyordur dışı mı donuyordur acaba bilinmez üstadın. ‘’Demir almak günü gelmişse zamandan, meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan…’’ diyen şaire uyulmuşçasına vakit ne olursa olsun çıkılmıştır yola. Öyle bir vakit ki ne de güzel tanımlıyor okuyucuya şairin iç dünyasının aydınlıkla karanlık arası mahiyetini. Geride bıraktıklarına yenilerini ekleyerek uzaklaşmaktadırlar yaklaşırken uzaklara…
Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar
Biz bu sonsuz yollarda varıyoz, gitgide,
İki dağ ortasında boğulan bir geçide
Gitmek mi varmak mı arasında kalmış üstat kafasındaki bu düşüncelerle varmıştır artık kendisini içindeki bahardan koparan dar bir geçide. Sonsuzluk yine dilinde, gideceği yere bir an önce gitmek istercesine bıkkınlığı ifade etmemiş mi bitmek bilmeyen yollardan geçtiği her metreyi sayarken okuyucuya?
Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden
...
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu
Burada son fırtına son dalı kırıyordu
…
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü…
Gönlümde can verirken köye varmak emeli
Arabacı haykırdı *İste Araplıbeli*
Yalnızlık misali içini titreten rüzgâra inatla da olsa sevinç duymaktadır görünce mevsim çizgisi misali geçiti. Duygularına paralel artan soğuk yapayalnız bırakırcasına ağaçları dallarından koparıyordur. İçinde ki yaşama sevincini dahi öldürecek gibi yağan karı ölüme benzetmesi içine düştükleri buhranın apaçık göstergesi olamaz mı? Çanakkale’de üstüne kar gibi mermi yağan gençlerin baba ocaklarına, yar kucağına varma emellerinden vazgeçmeleri misali üstat bu amansız yakalandıkları fırtınada köye varma emelinden vazgeçerken bu benzerliği okuyucuya nakletmemiş midir? Huduttan hududa sürüklenen bir gençliğin kazandığı zafer nidaları mahiyetinde duyulur arabacının haykırışı engellerin aşıldığını müjdelercesine.
Tanrı yardımcı olsun gayri yolda kalana
Biz menzile vararak atları çektik hana.
Bizden evvel buraya inen uç dört arkadaş
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor
Kimi haydut kimi kurt masalı anlatıyor
İçinden çıkılan buhranın büyüklüğünden haberdar şekilde geride kalana edilir dualar. Ulaşılması gereken noktaya varılmıştır o gün için. Anlamak zor değildir başlangıçta şairin vardıkça karamsarlaştığı, içindeki burukluğun arttığı yerlere artık varabilmek için mücadele ettiğini. Aynı mücadeleden çıkmış öncekilerin yaktığı ateş unutturmuştur geride kalanları. Kanlarını donduran soğuktan intikam alırcasına oturmuşlardır içlerini ısıtan ateşe karşı.
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor
Sıla özlemine eklenen günün hayattan vazgeçiren soğuğu bir tabip edasına büründürmektedir gözlerine çöken uykuyu. Yanan ocağın ateşinin duvarda oluşturduğu şekillerin yoktur farkı içinde yanan ateşin beninde oluşturduğu kifayetli mısralardan.
*Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben*
Dönülmez akşamın ufkundakiler gibi aşılmaz dağlar ardında gün görmeyenlerin resmidir baktığımız bu mısralarda. Yaşadıklarını anlayamadan, yüreklerinde ayalin hasreti ile rüzgârın önünde savrulan bir yaprak misali huduttan hududa koşanların hikâyesini okuyoruz.
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu´daydık
Bir han yorgun argın tatlı bir uykudaydık
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım.
Başucumda gördüğüm su satırlarla yandım
*Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı´mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Şatılmış´ım ben*
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında
Korkarım yaya kaldın bu gurbet çıkmazında
İçinde değişen duygular mıdır değişen mevsimlere benzeyen, yoksa mevsimler midir duyguları gibi her geçen gün bir öncekine nispet edercesine değişen?
‘’Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde’’ derken çok aşikârdır bizler için üstadın içinde bulunduğu gurbetliğin ta ilk adımdan başladığı. Her durduğu yer, her vardığı yer başka bir gurbettir onun için. Zaten uzun olan yolun içindeki uzun olan bir kısım yolculuktan sonra varılan başka bir gurbette tüm yaşanılan hasretliğe inat uyunulan uyku okuyucuyu da üstadı da bir anlık rahatlığa kavuşturmaktadır ta ki bu rahatlığın rüyasında sonsuzluğa kavuştuğunu görüp uyanmasına kadar. Görülen rüya mıdır okunan satırlar mıdır yakan içini kim bilir? Ama ne olursa olsun farkına varılan bir gerçek vardır o anda; Gurbet…
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı
Bahtına lanet olsun aşmadıysan bu dağı
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna
Post verenler yabanın hayduduna kurduna
Arabamız tutarken Erciyes´in yolunu
Hancı dedim bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu´nu?
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende, Dedi
Hana sağ indi ölü çıktı geçende
Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti…
Gönlümü Maraşlı´nın yaktı kara haberi.
Aradan yıllar geçti işte o günden beri
Yollarda kalanların ardından rahmet okurcasına andıktan sonra onları yeni gurbetlere doğru yola çıkılmaktadır tekrardan. Geçtikleri gurbet yollarına sevinir olmak mümkündür artık o yollara ulaşamayanları düşününce. Beterin beteri var haline şükret dostum! diyeni haklı çıkarırcasına üzülmüştür kendisinin sonsuzluk üzerinde yeni gurbetlere savruluşuna şükrederken. ‘’Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti’’ derken yaşadığı sıla hasretinin mezarlarını bile bilen olmayanların, bir daha görenleri olmayanların hasretinden ne kadar küçük olduğunun farkına varmıştır yanarken duyduğu habere. ‘’Gitti gelmez o muhannet şol revan da balam kaldı, yavrum kaldı…’’ diyen bir anası yoktur üstadın vesselam.
Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar
Dönmeyen yolculara ağlayan yaşlı yollar
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları…
Binlerce derdi, sevinci, hasreti içinde saklayan hanlar bilinir artık şairce, nelerin var olduğu, gitmekle varmak arasında kaldığı yollarda kimlerin geçmek isterken meçhullere karıştığını fark eylemiştir artık. Seslenirken her çizgide bir ömrün yattığı çizgilerle dolu Han Duvarları’na sanki artık daha da dertli bir o kadar da müteşekkirdir sanki gitmek mi varmak mı ikileminden VARMAK ‘ı seçebildiği için. Üstat için artık gitmek yoktur arkada kalanlardan, önündekiler için varmak vardır…
Şairin okuyucuya şiirin başından beri verdiği sıla hasreti öyle işlenmiştir ki şiirde şair yolculuğa çıktığı ilk dakikadan itibaren okuyucuyu etkisi altına alan bir hasretlik düşüncesi vardır. Ama bu gurbetlik aslında şiirin sonunda ‘’Gurbetlik’’ kavramından uzaklaşmaktadır. Şairin içinde bulunduğu durumdan şikâyet etmekten vazgeçmesiyle tamamlanır şiir. Hölderlin’in ‘’Yurda Varış’’ isimli şiiri çözümlemesinde tanımlanan benzer niteliğe Çamlıbel’in ‘’Han Duvarları’’ isimli şiirinde rastlamak mümkündür. Yurda Varış şiirinde söz konusu olan varış maneviyatta eksik olan, daha doğrusu ‘’ESİRGENEN’’ bir varış olarak biz okuyuculara sunulmaktadır. Bağışlanmış olup ta, aynı zamanda verilmeyene Esirgenen dendiğini düşündüğümüzde yurduna varıp ta beklediğini bulamayan Hölderlin’in yurdunda olmasına rağmen eksik bir şeylerin olması, orada bedenen bulunup ruhen bulunamaması varılmayan bir VARIŞ’ın hikâyesi olarak çıkıyor karşımıza. Çamlıbel’in Anadolu içlerine doğru yaptığı anayurdundan ayrılış yolculuğu ise çıkılan bu seyahatin ‘’Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine, Yol, hep yol, daima yol… Bitmiyor düzlük yine.’’ Dediğini düşündüğümüzde gittikçe gidilen, varışın imkansız kılınmış olduğu fikrini uyandırıyor zihinlerde.
Hep bir burukluk içinde olmasına rağmen hiç şikâyet edilmeden yapılan bir yolculuktur üstadın yaptığı. Geride bırakılanlara duyulan hasrete rağmen varılmakta olanlara yapılmış hiçbir yadırgama söz konusu değildir. Bilinmektedir ki bu gidiş geride bırakılanların anlam kazanması için yapılıyordur. Öyle ki Çamlıbel’in bu şiirini 1921 yılında, Kurtuluş Savaşı'nın melankolik sosyal havasından etkilenerek, bir aydın olarak, ancak halkın eğitilmesi ve bilinçlendirilmesine yardım etmek suretiyle mücadeleye en faydalı şekilde destek verebileceğini düşünerek, öğretmenlik yapmak istemesi ile çıktığı yolculuk sırasında yazmıştır. Bu düşünceyle az önce söylediğimiz tezimizi anlamlandırmış olabiliriz.
Artık biliyoruz ki çıkılan bu yolculuk sıla hasretini de bavula koymaktan çekinmemesine rağmen şair tarafından istenilerek yapılmaktadır. Hölderlin’in Yurdavarışı’nda ki varılamayan Varış gibi, Çamlıbel’in Han Duvarları’nda da gidilemeyen Gidiş’i görmekteyiz. Geride bırakılanlar içindeyse hala yoktur bir gidiş, varıldığında istenilen yoksa eğer esirgenen oluşu gibi yurdun. Hölderlin’in Yurdavarışı’nda mesleğinin yurda varış olduğu gibi Çamlıbel’in de Han Duvarları’ndaki mesleği vatan için yollara düşen Anadolu insanının, savaştan savaşa koşan Türk askerinin Maraşlı Şeyhoğlu ile okuyuculara resmedilmesidir. Şiirde yaşayan iki farklı şairin aynı bedende yaşamasına rağmen okuyucuya birisi aydın diğeri ise Anadolu insanı olarak sunulması da bu vatan için aynı şekilde kim olursa olsun tek yürek olmalı ifadesini çok güzel tanımlamaktadır…
VESSELAM!!!
Mehmet ÇANKAL
Alman Dili ve Edebiyatı Erzurum Atatürk üni.
Faruk Nafiz Çamlıbel
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları…
Han Duvarları şiirinde Çamlıbel, soğuk bir Mart sabahında başlayan, Ulukışla’dan Kayseri’ye ‘yaylı’ denilen at arabasıyla yapılan üç günlük bir yolculuk hikâye etmiştir. Öyle bir yolculuk ki; çıkıldığı andan bitişine kadar uzun bir zaman geçmemesine rağmen vatan uğruna feda edilmiş bir hayattan, arkada bırakılan vatana duyulan ilk dakika özlemine kadar olan yaşanmışlığı okuyanın yüreğine ilmek ilmek işlemektedir. Öyle ki bu özlem, şiirin ilk mısrasından itibaren okuyucunun beynine acı bir sarsıntı olarak vurgulanmıştır.
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar…
İstanbul’dan başlayan hasretin 2. kısmının başlangıcının ilk işareti olan atların kişnemesi ve meşin kırbaçtan gelen ses okuyucuyu yaylı arabayla olacak yolculuğa hazırlamaktadır. Kırbaç sesiyle şair içinde bulunduğu geri dönülmezliğin ilk kokusunu duymuştur. Ardından geçen bir dakikalık bekleme, arkada bırakılanları hatırlaması için geçen süreyi vurguluyor. Son bir bakış, başlangıçtan uzaklaşmaya devam ederken arkada bırakılanlara son kez iç geçirmek için; ‘’Bir dakika araba yerinde durakladı’’.diyor şair. Sonrasında yüzleşilecek olan gerçeğe geliyor sıra, içindeki sarsıntılar, gurbet duygusunun içinde oluşturduğu yıkıntılar, altında sarsılan demir yaylarla özdeşleşiyor. Gözlerinden kayıp giden kervansaraylar ise bir anıt gibi kazınıyor yüreğine…
Gidiyorum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu´ya
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı…
İdam edilmeye götürülen bir mahkûmun darağacına adım adım yaklaşırken ölümü hissettiği gibi gurbeti içinde hissetmektedir Ulukışla yolundan Anadolu’nun içlerine doğru ilerlerken. Yaşanılan acının derinliği ilk ayrılık olmasından kaynaklanmaktadır. Yüreğinde duyduğu ilk sevgiye özdeş ve bir o kadar da tezat bir şekilde acı yaşaması, mart ayı ortasında yaşanan bu yolculuğu ılık bir havada yapılmış gibi hissettiriyor okuyucuya. Şairin yüreğindeki hazan mevsiminin resmi çizilmemiş midir Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı… dizesiyle. Yapraklarından ayrılan çıplak ağaçlar, arkada kalan baba ocağının ta kendisi değil midir? Ve sarı gök, sarı toprak şairin hüzünlü dünyası…
Arkada zincirlenen yüksek Toros dağları,
Önde uzun bir kışın söndürdüğü etekler,
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler…
Ellerim takılırken rüzgârların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına,
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar.
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Arkada bırakılanlara duyulan hasretin, yüksek Toros dağları misali yüceldiği bir iç dünyada ki şair için geri dönüş yoluna konulan engel, birbirine zincirlenen bu dağlar ile çok güzel resmedilmiştir. Ve önünde henüz biçimlenmemiş bir heykel misali, ne olacağı meçhul bir gelecek çağrışımı yapan şekilsiz ‘’uzun bir kışın söndürdüğü etekler’’… Ve yine şairi santim santim uzaklara sevk eyleyen, eylerken de içindeki gurbet acısının sesini notalara döker tarzda inleyerek dönen tekerlekleriyle yaylı araba. Çaresizce tutunmaya çalıştığı rüzgâr ise parmaklarının arasından kayıp giderken, içindeki ayrılık hasreti de bir dağın yamacına asılan arabası gibi yükseklere tırmanıyordur. Ürkek bir arabacının ıslığı ise içine düşülen yalnızlığın, ıssızlığın tek rakibidir…
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince,
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine
Yol, hep yol, daima yol… Bitmiyor düzlük yine.
Belki de ayrılığı kabul etmişçesine serin bir rüzgâr esiyordur dışarıda ve şairin içindeki çaresizliğin mutlak tanımı olamaz mı bu rüzgâr ve benzini ağartan uçsuz bucaksız uzanan ova? Şairin içindeki son geri dönüş ümidinin kırıldığı nokta değil midir o düzlüğe çevrildikleri son yokuş noktası? Uçsuz bucaksız bir yolculuğu beynimize kazımıştır ‘’Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi’’ dizesiyle. Şair yine farkındadır santim santim içine sürüklendiği gurbetin ve bitmeyen düzlükler misali büyüyen hasretin.
Ne civarda bir koy var, ne bir evin hayali
Sonunda âdemdir diyor insana yolun hali,
Ara sıra geçiyor bir atlı, iki yayan
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdayan
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor…
Uzayıp giden sessizlik ve yalnızlık duygusu ile bütünleşen köysüz, evsiz yollar onda ADEM’i çağrıştırıyor, hiçbir şeyin ebedi olmadığını ve de... Öyle kusursuz işlenmiştir ki Âdem’in yokluğu, hiçliği, ölümlülüğü köysüz, evsiz boş düzlüklerle… Kapılınan bu düşünceden az bir vakit de olsa kurtaran, belki de aynı düşüncelere yelken açan ve yoldan geçen birkaç kişidir.
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine,
Bir sarsıntı… Uyandım uzun suren uykudan;
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan…
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu;
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
Sahipsizliğin koynunda sığınacak bir liman misali uykuya sarılan şair belki de bu uyku ile düştüğü karamsarlıktan kısa süreliğine de olsa uzaklaşmıştır. Artık bambaşka bir dünyadadır. Uzayan yollar ve içinde büyüyen hasret, kendisini bilinmezliğe götüren tekerleklerin sesiyle bir süreliğine kurtarmıştır şairi bu karamsarlıktan. Okur için de yaşanılan karamsar havadan sıyrılma fırsatıdır bu rüyalar âlemine yolculuk. Ta ki gerçeklerle yüzleşilmesi gerekilen zamana dönüş vakti gelip, arabanın onu evinden uzaklaştırırken aştığı engellerden biri olan ‘’…yola benzer bir sudan…’’ geçene kadar. Uyanışla birlikte şairin iç dünyasının tasviri niteliğindeki viran olmuş belde hanı şairin karşısına çıkmaktadır…
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı,
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor,
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı,
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki çizgiler…
Şairin içinde olduğu karanlık duygulara ortakmışçasına hava da karanlıklara bürünmeye başlamıştır. Kendisinin de onlardan biri olduğu ADANMIŞLAR topluluğunun bir parçası olarak bu vatan ahenginin içine katılmıştır. Şair Bağırdaki Yara ifadesiyle Anadolu’nun bilfiil yanmakta olduğunu ve verilen mücadeleyi de bu işgalin Aranan Devası olarak sunmaktadır okuyucuya.
‘’Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı, Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı…’’ derken NOKTA sözcüğünü özellikle seçmemiş midir? O nokta ki; herkesin fikrindeki, özündeki, tek amaç mıdır, yoksa çok namüsait bir mahiyette bulunan Vatan’ın geleceği için toplanılan ortak bir mekân mıdır? Ya da; Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! emrine birebir uyan bir gençliğin aynı amaç için ortak bir mekan da kucaklaşması mıdır? Bu ahval ve şerait ile yoğrulan sıla hasreti, yüzlere kırışıklıklarla yazmıştır içten geçenleri, hem de öyle derin öyle manidar, öyle anlamlı ki; üstat Ayet ile bağdaştırma gereği duymamış mıdır? Kim bilir nasıl kutsal bir hasretlik sebebidir ki bu ilahi bir derinlik ile ifade etmek gerekmektedir.
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
Fani bir iz bırakmış burada yatmışsa kimler,
Aygın baygın maniler, açık saçık resimler…
Memleketten ayrı geçen ilk gecenin kasveti, hanın duvarlarına öyle yansımıştır ki; esmer duvarlar bu duyguların tercümanı olmuştur. Ve bu esmer duvarlar üzerine kazınan yazılar hayata dair ipuçları verircesine takılmaktadır üstadın gözlerine. ‘’Can kafeste durmaz uçar, dünya bir han, konan göçer…’’ diyen Âşık Veysel’in dizeleri bu duvardakilerin yaşanmışlığını ifade etmez mi? Bakıldığında üstadın insan yaşamını, içinde bulunduğu han ile kusursuz bir şekilde tasvir etmiş olduğunu görmek zor değildir. Öyle ki ‘’sonunda Âdem’dir diyor insana Han’ın hali’’… demek çok zor olmaz okuyucu için. Üstadın içinde bulunduğu fanilik düşüncesi tekrar çıkıyor öylece karşımıza.
Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı
Ben garip çizgilere uğraşırken baş başa
Rastlamıştım duvarda bir şair arkadaşa
Yorgunluğun hat safhada olduğu ne kadar da açık, yabancı bir elde olmakla birlikte. Erkenden yatılmak istenen, kasvetinden hemen kurtulmak istercesine günün dalınmak istenen uyku ne kadar da uzak geliyor kendinden önceki Âdem’ler gibi ona. Onlarınki gibi uykusuz geçen bir gece, belki onlardan biraz daha suskun, yazmaktan aciz ama gözler, okutmak için yazılanları bir o kadar zalim. İçinde bulunduğu hüznü iliklerine kadar yaşatmak istercesine kapanmakta inatlı… Ve ulaşmak istediği hedefe varınca yaşanan sevinç edalarıyla yaşanılan duygular misali, aradığını bulmaktan gururlu. Rastlanan Şair Âdem, Üstatla birlikte okuyucuyu da çekmektedir hüznün dağına.
*On yıldır ayrıyım Kına dağından
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben*
Altında da bir tarih. Sekiz mart otuz yedi…
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi
BURASI HUŞTUR YOLU YOKUŞTUR, GİDEN GELMİYOR ACEP NEDENDİR!türküsünü içimizde hissetmemek ne mümkündür şimdi? Gidenin dönmediği bir zamanda GİTMEK ne kadar acıdır ve ne kadar kutsaldır ki; Ayetleşir yüzdeki tüm çizgiler? Yaşanmamış aşklarını, ana sıcağını bırakıp çıkılan ‘’Benizlerini ağartan bu nihayetsiz ovalar’’ , vatan için yetişecek bir oğul bırakamadan ayrılınan gül yüzlü yarlar, hudutta hududa atılan bir ömür sürmek… ne kadar sorgulanabilir bir niteliktedir ki? ‘’Gözüm imza yerinde başka ad görmedi’’. Derken ne güzel açıklamamış mıdır bu kutsal görevde ismin değil yüreğin olduğunu, birin değil de binin bu aşk için yollara düştüğünü?
Artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
Araya gitti diye içlenme baharına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir yarına
Bugün öyle bir şan vardır ki dünyada, yedi düvelde savaşmış bir Türk gençliği, Çanakkale’yi bedeniyle kapatmış. Üstüne yağmur misali yağan kurşuna mı yanarsın, yarım tonluk mermiyi sırtlayan bir EFENDİ ile gurur mu duyarsın? Ne mutludur ki bu şanın müjdesini verir şair okuyucuya. Vatan için yapılmış hiçbir şey boşa değildir der, öyle bu verilen bir gençlik ise boşa gider mi hiç Allah’ın katında? ‘’Artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş’’ derken ne de güzel sunmamış mı okuyucuya bu gençlerin şimdi hangi ulaşılmaz bir mekânda olduklarını? Ne mutludur onlara ki şuan biz de buradayız, biz de hayattayız. Bahtınız açık olsun!!!
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk
Soğuk bir mart sabahı.…Buz tutuyor her soluk
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri
Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor…
Gurbetliğe giden yolda atılan adımlara devam etme sırası mı gelmiştir yoksa? Bir önceki günün yorgunluğu atılmadan üzerinden çıkılmıştır yola içindeki hasret rüzgârının soğukluğu ile karışan mart ayının nefesi donduran kasvetiyle. İçi mi yanıyordur dışı mı donuyordur acaba bilinmez üstadın. ‘’Demir almak günü gelmişse zamandan, meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan…’’ diyen şaire uyulmuşçasına vakit ne olursa olsun çıkılmıştır yola. Öyle bir vakit ki ne de güzel tanımlıyor okuyucuya şairin iç dünyasının aydınlıkla karanlık arası mahiyetini. Geride bıraktıklarına yenilerini ekleyerek uzaklaşmaktadırlar yaklaşırken uzaklara…
Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar
Biz bu sonsuz yollarda varıyoz, gitgide,
İki dağ ortasında boğulan bir geçide
Gitmek mi varmak mı arasında kalmış üstat kafasındaki bu düşüncelerle varmıştır artık kendisini içindeki bahardan koparan dar bir geçide. Sonsuzluk yine dilinde, gideceği yere bir an önce gitmek istercesine bıkkınlığı ifade etmemiş mi bitmek bilmeyen yollardan geçtiği her metreyi sayarken okuyucuya?
Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden
...
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu
Burada son fırtına son dalı kırıyordu
…
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü…
Gönlümde can verirken köye varmak emeli
Arabacı haykırdı *İste Araplıbeli*
Yalnızlık misali içini titreten rüzgâra inatla da olsa sevinç duymaktadır görünce mevsim çizgisi misali geçiti. Duygularına paralel artan soğuk yapayalnız bırakırcasına ağaçları dallarından koparıyordur. İçinde ki yaşama sevincini dahi öldürecek gibi yağan karı ölüme benzetmesi içine düştükleri buhranın apaçık göstergesi olamaz mı? Çanakkale’de üstüne kar gibi mermi yağan gençlerin baba ocaklarına, yar kucağına varma emellerinden vazgeçmeleri misali üstat bu amansız yakalandıkları fırtınada köye varma emelinden vazgeçerken bu benzerliği okuyucuya nakletmemiş midir? Huduttan hududa sürüklenen bir gençliğin kazandığı zafer nidaları mahiyetinde duyulur arabacının haykırışı engellerin aşıldığını müjdelercesine.
Tanrı yardımcı olsun gayri yolda kalana
Biz menzile vararak atları çektik hana.
Bizden evvel buraya inen uç dört arkadaş
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor
Kimi haydut kimi kurt masalı anlatıyor
İçinden çıkılan buhranın büyüklüğünden haberdar şekilde geride kalana edilir dualar. Ulaşılması gereken noktaya varılmıştır o gün için. Anlamak zor değildir başlangıçta şairin vardıkça karamsarlaştığı, içindeki burukluğun arttığı yerlere artık varabilmek için mücadele ettiğini. Aynı mücadeleden çıkmış öncekilerin yaktığı ateş unutturmuştur geride kalanları. Kanlarını donduran soğuktan intikam alırcasına oturmuşlardır içlerini ısıtan ateşe karşı.
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor
Sıla özlemine eklenen günün hayattan vazgeçiren soğuğu bir tabip edasına büründürmektedir gözlerine çöken uykuyu. Yanan ocağın ateşinin duvarda oluşturduğu şekillerin yoktur farkı içinde yanan ateşin beninde oluşturduğu kifayetli mısralardan.
*Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben*
Dönülmez akşamın ufkundakiler gibi aşılmaz dağlar ardında gün görmeyenlerin resmidir baktığımız bu mısralarda. Yaşadıklarını anlayamadan, yüreklerinde ayalin hasreti ile rüzgârın önünde savrulan bir yaprak misali huduttan hududa koşanların hikâyesini okuyoruz.
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu´daydık
Bir han yorgun argın tatlı bir uykudaydık
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım.
Başucumda gördüğüm su satırlarla yandım
*Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı´mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Şatılmış´ım ben*
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında
Korkarım yaya kaldın bu gurbet çıkmazında
İçinde değişen duygular mıdır değişen mevsimlere benzeyen, yoksa mevsimler midir duyguları gibi her geçen gün bir öncekine nispet edercesine değişen?
‘’Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde’’ derken çok aşikârdır bizler için üstadın içinde bulunduğu gurbetliğin ta ilk adımdan başladığı. Her durduğu yer, her vardığı yer başka bir gurbettir onun için. Zaten uzun olan yolun içindeki uzun olan bir kısım yolculuktan sonra varılan başka bir gurbette tüm yaşanılan hasretliğe inat uyunulan uyku okuyucuyu da üstadı da bir anlık rahatlığa kavuşturmaktadır ta ki bu rahatlığın rüyasında sonsuzluğa kavuştuğunu görüp uyanmasına kadar. Görülen rüya mıdır okunan satırlar mıdır yakan içini kim bilir? Ama ne olursa olsun farkına varılan bir gerçek vardır o anda; Gurbet…
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı
Bahtına lanet olsun aşmadıysan bu dağı
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna
Post verenler yabanın hayduduna kurduna
Arabamız tutarken Erciyes´in yolunu
Hancı dedim bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu´nu?
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende, Dedi
Hana sağ indi ölü çıktı geçende
Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti…
Gönlümü Maraşlı´nın yaktı kara haberi.
Aradan yıllar geçti işte o günden beri
Yollarda kalanların ardından rahmet okurcasına andıktan sonra onları yeni gurbetlere doğru yola çıkılmaktadır tekrardan. Geçtikleri gurbet yollarına sevinir olmak mümkündür artık o yollara ulaşamayanları düşününce. Beterin beteri var haline şükret dostum! diyeni haklı çıkarırcasına üzülmüştür kendisinin sonsuzluk üzerinde yeni gurbetlere savruluşuna şükrederken. ‘’Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti’’ derken yaşadığı sıla hasretinin mezarlarını bile bilen olmayanların, bir daha görenleri olmayanların hasretinden ne kadar küçük olduğunun farkına varmıştır yanarken duyduğu habere. ‘’Gitti gelmez o muhannet şol revan da balam kaldı, yavrum kaldı…’’ diyen bir anası yoktur üstadın vesselam.
Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar
Dönmeyen yolculara ağlayan yaşlı yollar
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları…
Binlerce derdi, sevinci, hasreti içinde saklayan hanlar bilinir artık şairce, nelerin var olduğu, gitmekle varmak arasında kaldığı yollarda kimlerin geçmek isterken meçhullere karıştığını fark eylemiştir artık. Seslenirken her çizgide bir ömrün yattığı çizgilerle dolu Han Duvarları’na sanki artık daha da dertli bir o kadar da müteşekkirdir sanki gitmek mi varmak mı ikileminden VARMAK ‘ı seçebildiği için. Üstat için artık gitmek yoktur arkada kalanlardan, önündekiler için varmak vardır…
Şairin okuyucuya şiirin başından beri verdiği sıla hasreti öyle işlenmiştir ki şiirde şair yolculuğa çıktığı ilk dakikadan itibaren okuyucuyu etkisi altına alan bir hasretlik düşüncesi vardır. Ama bu gurbetlik aslında şiirin sonunda ‘’Gurbetlik’’ kavramından uzaklaşmaktadır. Şairin içinde bulunduğu durumdan şikâyet etmekten vazgeçmesiyle tamamlanır şiir. Hölderlin’in ‘’Yurda Varış’’ isimli şiiri çözümlemesinde tanımlanan benzer niteliğe Çamlıbel’in ‘’Han Duvarları’’ isimli şiirinde rastlamak mümkündür. Yurda Varış şiirinde söz konusu olan varış maneviyatta eksik olan, daha doğrusu ‘’ESİRGENEN’’ bir varış olarak biz okuyuculara sunulmaktadır. Bağışlanmış olup ta, aynı zamanda verilmeyene Esirgenen dendiğini düşündüğümüzde yurduna varıp ta beklediğini bulamayan Hölderlin’in yurdunda olmasına rağmen eksik bir şeylerin olması, orada bedenen bulunup ruhen bulunamaması varılmayan bir VARIŞ’ın hikâyesi olarak çıkıyor karşımıza. Çamlıbel’in Anadolu içlerine doğru yaptığı anayurdundan ayrılış yolculuğu ise çıkılan bu seyahatin ‘’Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine, Yol, hep yol, daima yol… Bitmiyor düzlük yine.’’ Dediğini düşündüğümüzde gittikçe gidilen, varışın imkansız kılınmış olduğu fikrini uyandırıyor zihinlerde.
Hep bir burukluk içinde olmasına rağmen hiç şikâyet edilmeden yapılan bir yolculuktur üstadın yaptığı. Geride bırakılanlara duyulan hasrete rağmen varılmakta olanlara yapılmış hiçbir yadırgama söz konusu değildir. Bilinmektedir ki bu gidiş geride bırakılanların anlam kazanması için yapılıyordur. Öyle ki Çamlıbel’in bu şiirini 1921 yılında, Kurtuluş Savaşı'nın melankolik sosyal havasından etkilenerek, bir aydın olarak, ancak halkın eğitilmesi ve bilinçlendirilmesine yardım etmek suretiyle mücadeleye en faydalı şekilde destek verebileceğini düşünerek, öğretmenlik yapmak istemesi ile çıktığı yolculuk sırasında yazmıştır. Bu düşünceyle az önce söylediğimiz tezimizi anlamlandırmış olabiliriz.
Artık biliyoruz ki çıkılan bu yolculuk sıla hasretini de bavula koymaktan çekinmemesine rağmen şair tarafından istenilerek yapılmaktadır. Hölderlin’in Yurdavarışı’nda ki varılamayan Varış gibi, Çamlıbel’in Han Duvarları’nda da gidilemeyen Gidiş’i görmekteyiz. Geride bırakılanlar içindeyse hala yoktur bir gidiş, varıldığında istenilen yoksa eğer esirgenen oluşu gibi yurdun. Hölderlin’in Yurdavarışı’nda mesleğinin yurda varış olduğu gibi Çamlıbel’in de Han Duvarları’ndaki mesleği vatan için yollara düşen Anadolu insanının, savaştan savaşa koşan Türk askerinin Maraşlı Şeyhoğlu ile okuyuculara resmedilmesidir. Şiirde yaşayan iki farklı şairin aynı bedende yaşamasına rağmen okuyucuya birisi aydın diğeri ise Anadolu insanı olarak sunulması da bu vatan için aynı şekilde kim olursa olsun tek yürek olmalı ifadesini çok güzel tanımlamaktadır…
VESSELAM!!!
Mehmet ÇANKAL
Alman Dili ve Edebiyatı Erzurum Atatürk üni.
Son düzenleme moderatör tarafından: