islamıyaşamak
Yeni Üye
Bu yazımızda ne haldeyiz bir kendimize bakacağız arkadaşlar. Çünkü insanın bazen kendisini bir tekrardan dinlemesi gerekiyor, bir vaziyet kontrolü yapması lazım, nereye geldik, ne haldeyiz bir bakmalıyız. Öncelikle şunu belirteyim bu yazı daha önce yazmış olduğum yazılar içinde en uzunu olacak. Okumaktan sıkılanların şimdiden haklarını helal etmelerini istiyorum. Ya da sıkılırım ben böyle uzun yazılardan diyorlarsa hiç okumasınlar daha iyi çünkü nefsin çok hoşuna gitmeyen daha doğrusu zorumuza gidecek bazı doğrular var bizler için.
Evet arkadaşlar zaman yolculuğu sona doğru yaklaşıyor. Oturup bir bakmalıyız, biz şu anda zararda mıyız, kârda mıyız, yoksa ne zararda ne de kar durumunda mıyız? Her birimizin, bu okuyacağımız yazı ile kendisini bir muhasebeden geçirmesi gerekiyor. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin farklı yerlerde bu konu üzerinde durduğu cümleleri var. Biz de o cümleler üzerinden gideceğiz inşallah.
Bu yazacağım ilk cümle her daim kendi kendimize hatırlatmamız gereken bir hakikat. Nedir o hakikat:
‘’Ey nefsim! Deme zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.’’
Derd-i maişet geçim derdi, geçim sıkıntısı demek. Cümle çok açık ve net arkadaşlar. Şimdi bakıyorsunuz sosyal hayatta genellikle ne söyleniyor çevremizdeki insanlar tarafından? Aynen bu cümleler söyleniyor. Zaman eski zaman değil, dünyaya kaç kere geleceğiz, onlar gençtir yaparlar ya da en kötüsünü söyleyeyim ‘’Ya abi bize daha çok sıra var, o kadar yaşlı insan var daha onlar bile ölmemiş sen düşünme dert etme bunları, hayatın tadına bak. ‘’
Ne kadar hafife almış değil mi? ‘’Bize sıra mı gelir abi cehennemde, sen şu dışarıdakilere bak. Daha onlar yanacak, bizim durumumuz onlardan kat kat daha iyi. Ben onlardan daha dindarım vs.’’
Yani insanın çevresindeki insanlara sürekli olarak bu tarzda bir empoze var. Ve bizde bu sözlerin büyüsüne kapılıyor ve diyoruz ki: ‘’Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.
Ne namazı, ne Kuran’ı, onlar yaşlanınca yapılacak şeyler.Yaşımız daha genç. Şimdi gezelim eğlenelim, Peygamberimiz bu asırda yaşasaydı bizlerde yapardık onlar gibi vb…’’
Baktığımız zaman kaçımız geçim derdine düşmemişizdir. Ya da kaçımızın ileri de fazla para kazanmak gibi bir derdi yoktur. Dürüst olarak söylüyorum, kendi nefsimde bundan hissedardır, sarhoş bir haldeyiz. Sabah kalk, işe git, mesai saatleri, inanılmaz bir yoğunluk, her şey unutulmuş ve hayatımız inanılmaz bir süratle devam ediyor. Kendimize bir soralım. Kaç yaşına geldik ve ne var elimizde? Resulullah’ın (sallallahu aleyhi vessellem) huzuruna çıkabilecek bir durumda mıyız? ‘’Ya Resullullah senin bana getirmiş olduğun bu dini ben hayatıma geçirdim, her şeye dikkat etmeye çalıştım.’’ diyebilecek durumda mıyız?
Ya da Rabbimizin huzuruna çıkıp ‘’ Ya rabbim ben öyle bir kul oldum ki, senin benden razı olduğunu düşünüyorum.’’ diyebileceğimiz bir pozisyona geldik mi? Ben kendi adıma cevap veriyorum. Ben olamadım. Hala bir sürü eksikliklerim ve kusurlarım var. Allah Teala affetsin.
Peki niçin ‘’Zaman değişmiş, asır başkalaşmış deme!’’ diyor Said Nursi Hazretleri? Çünkü ölüm değişmiyor. Ölüm her asırda var, her daim var. Var mı bunun bir ötesine geçebiliyor muyuz? Hepiniz biliyorsunuz. Ben sadece sizin de çok iyi bildiğiniz ve defalarca şahit olduğunuz bir olayı tekrar ediyorum. Ölüm değişmiyor, hep var ve olmaya da devam edecek. Ama dikkat edelim, bildiğimizin farkında değilsek tehlike sinyalleri en son sesi ile çalıyor demektir. Bilmek ve farkında olmakta çok önemli değil bu noktada onu hayatımıza geçirebilmek önemlidir. Süratle hayatımız elimizden akıp gidiyor birçoklarımız 30 yaşını, 40 yaşını geçmiş durumda, belki bugün veya birkaç gün içinde bitecek bir hayatın içinde yaşıyoruz, bu kadar süratli bir şekilde cenazeler oluyor, defnediliyor, biz sanki hiç bu dünya hayatından ayrılmayacakmış gibi, dünyanın geçim derdi ile sarhoş olmuşuz ve işin kötü tarafı da tüm bu olanları sinema filmi izler gibi izliyoruz. Yazık bize, hem de çok yazık! Sanki sadece bu dünya hayatı için yaratılmış gibiyiz. Sonrası hiç umurumuzda değil sanki.
Ali Tuncay diye bir abimizin sözü vardı, youtube’da da izleyebilirsiniz konferansını. Çok dikkatimi çeken bir cümlesi vardı o konferansta. Kafanda 5000 planla seni gömerler de haberin bile olmaz demişti. Mezarda o planların artık bir önemi kalmayacak ne yazık ki! Bir anda bütün sevdiklerimizden ayrılacağız. Burada başbakan olsak para etmez. Hiçbir önemi yok. Yok, çok kuvvetli imişsiniz, yok köyünüzün ağasıymışsınız, yok çok paranız varmış, yok sizi herkes tanırmış. Emin olun zerre kadar kıymeti yok. Herkesin eşitlendiği bir yere gideceğiz ve ne olacağımız da meçhul.
Bunlara tedbir olarak ne düşünmeliyiz kardeşlerim? İnsanın acizliği ve muhtaçlığı hiçbir asırda değişmiyor aksine daha da artıyor. Nasıl oluyor bu? İnsanlar yaşlandıkça ihtiyaçları ve hastalığa yakalanma oranları artmıyor mu? Şimdi 50-60 yaşındaki amcalarımız daha iyi bilirler nerede gençliğin sıhhati? Hadi normal şartlarda insanın ortalama ömrü 63’tür deniliyor. 50 yaşına gelmiş bir insanın en iyi senaryo ile düşünürsek 13 yılı kalmış arkadaşlar. Hadi birkaç sene daha fazla yaşasın. 60 ve üstü bir yaşa sahipsen her an ölümü bekle demektir. Şaka değil bu. Her an nefesimiz kesilebilir ama hala ısrarla biraz daha para kazanayım diye hırsla ortalığa saldırıyoruz. Ve en acı tablo şudur ki insanların ahiret yolculuğu bu asırda da değişmiyor ve üstelik daha da hızlanıyor. Kendinize bir sorun. 20 yaşındaki kardeşlerim de sorsun. Ne kadar çabuk geçti değil mi? Sanki hiç yaşamamış gibi. Aksini söyleyen arkadaşlarım kusuruma bakmasınlar. Ölümler arttı, yaşama ömrü kısaldı.
Bakın Bediüzzaman Hazretlerine talebeleri diyorlar ki o dönemde bir 2. Dünya savaşı var ve merak ediyorlar:
‘’ Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki: "Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli harb-i umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) (*) hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Hâlbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaâti ve câmii bırakıp radyo dinlemeğe koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?" dediler.
Yahu arkadaşlar bir dünya savaşı oluyor ama Bediüzzaman Hazretleri 7 yıl hiçbir savaş malumatı sormuyor.
‘’Kim kazanmış, kimin askerleri esir alınmış, kim nereyi işgal etmiş.’’ Hiçbir malumat sormuyor. Şimdi olsa bizler ne deriz: ‘’ Öyle şey mi olur kardeşim haberleri takip etmek lazım, sosyal hayatla ilgilenmek gerek.’’ Ama hemen peşin hüküm vermeyelim. Bakalım sonu nasıl bitecek?
O dönemlerde eskiler daha iyi bilirler akşam namazı vaktine mi ne gelirmiş haberlerin yayınlandığı zaman. Tabi bu şekilde geldiği için, namaz filan haberleri dinleyeceğiz diye ya kazaya kalıyor ya da cemaatin terkine sebep oluyor. Ya tek başlarına evlerinde kılıyorlar ya da sonraya kazaya bırakıyorlar. Şimdi ne kadar basit bir konu gibi değil mi?
‘’Abi ben namazı kazaya bıraktım sonra kılacağım.’’ Ben duyuyorum çevremdeki insanlardan. Hatta bir örnek vereyim, kapı komşum hafız bir abimiz var. Pazar günleri evinde 2-3 arkadaşı ile playstation oynuyor. Ve o arkadaşlarından birinden duyduğuma göre o günün namazlarını yatsı namazından sonra kazaya bırakıyor ve toplu kılıyormuş. Ve bu abimiz hafız. Ne kadar acı!
Ne kadar rahat değil mi insanlar? Acaba tam manası ile Allah Teala’dan korkuyor mudur? Aslında çok tebrik edilecek bir adam, çünkü risk alıyor. Neden mi? Kainatın Sultanına karşı ‘’ Ne senin sözün ya, benim işim önemli, patronun işi önemli, yoksa maaşımdam keser, o 1500 TL’yi almam lazım. Senin cennetin ne işe yarar ki, senin cehennemin beni korkutmaz. Aman patron görürse beni işten atar, bu daha kötü bir olay, daha dehşetli bir olay.’’ İşte bu kadar cesur. Ya da bir öğrencinin mazeretlerini dinleyelim: ‘’ Ama olur mu namazla vakit kaybedemem, sınava az kaldı, ders çalışmam lazım. Yoksa üniversiteye giremem.’’
Evet, maalesef böyle. Birazcık sert olabilir. Ama ne yapalım hakikat bu. Peki, yukarıda ki soruya Bediüzzaman Said Nursi nasıl cevap vermiş bir bakalım.
‘’ Ömür sermâyesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. ‘’
Evet, işte tüm konunun özeti bu cümle. Ömrümüz az, yapmamız gerekenler çok.
‘’ Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki dünyanın hakimi kim olacak dâvasından daha önemli bir dâva, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına açılmıştır.’’
Yani önce kendi başındaki belayı, kendi başındaki musibeti, kendi başındaki sorumluluğunu bileceksin. Önce kendi imanını kurtarma davana sahip çıkacak koşturacaksın sonra dünya işleri 2. planda olmalı. Dünya işlerini öne koyup Ahreti boşlamamalıyız. Peki, bu dava ne kadar önemli bir dava bir de ona bakalım:
‘’ …….öyle bir dâva açılmış ki başımıza; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti de olsa ve aklı da varsa, o davayı kazanmak için hiç tereddütsüz o servetini bu davayı kazanmak için sarfedecektir.’’
Peki ama o dava nedir diye sorarsanız işte o dava gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin, bütün evliyaların hepsinin aynı meseleye imza bastıkları davadır ki o dava herkesin, istisnasız herkesin, hatta bu yazıyı okuyan herkes de dahil ya cennete ya da cehenneme gideceğiz. ‘’Herkesin îman karşılığında bu dünya kadar bağlar ve köşkler ile süslü ve daimî bir tarla ve mülkünü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış.’’
Evet şimdi soruyorum. Nedir sizin derdiniz kardeşim? Bir evim olsun, bir arabam olsun. Bunu Türkçeleştirirsek davası yani amacı denir? Mesela bizim bir arkadaşımız vardı amacı üniversite okumaktı. Onu kendine hedef yapmış. Babası onun için ne yapıyor? Bir okula gidiyor senelik 20.000 TL veriyor. O okulu kazanabilmesi için kurslara, dershanelere gönderiyor. Çok ciddi paralar harcıyor. Ama o paraları kazanmak için birçok yalana, faize bulaşıyor. Çocuğu üniversiteyi kazanıyor ama dava bitmiyor. Neden? Çünkü dünya işleri bunlar, asla sonu gelmez. Her zaman yeni bir iş çıkar.
Sonra o çocuğu, o okumuş olduğu okulda ilerliyor, ilerliyor, ilerliyor ve bir tane tuğladan ev satın alıyor. Bildiğiniz kırmızı tuğladan yapılmış ve üzeri sıvanıp boyanmış bir ev. Yani bütün hedef bu. İşin kötü tarafı da şu ki sırf ailesi bu dava için neredeyse her şeyden vazgeçmiş ve gözleri hiçbir şey görmüyor. Ciddi bir seferberlik içindeler. Ama aynı baba oğluna maalesef ki şu kainata niçin geldiğini anlatmıyor. Annesi ise dizilerden başını kaldırmıyor. Namaz kılmasının niçin gerekli olduğunu anlatmıyor. Yanacak o anne babalar cehennemde. Çok net olarak ayet ve hadislerde ifade edilir.
Evet, arkadaşlar imanımız varsa ve Allah Teala bizden razı ise bağlar, köşkler, bahçeler verecek Yüce Yaratan bize. Evet, bunlar sadece belli bir süre yaşadığımız şu dünya hayatında O’na iman ve itaatimiz karşılığında alacaklarımız. Ama buraya çok dikkat edin, eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Şimdi burada bir örnek veriyor Said Nursi hazretleri bunu hatırladıkça kanım donuyor ve ürperiyorum. Hep bir korku salınıyor içime, sizlerde her daim bu örneği hatırlayın, aklınızdan çıkarmayın. Umulur ki çok faydasını görürsünüz.
‘’ Hattâ bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk ölümden yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi!’’
Bu cümleyi sadeleştireyim arkadaşlar. Cenabı Hakkın bazı kullarına, bazı evliyalara vermiş olduğu bir özellik vardır. Onlara ‘’ehli keşf el kubur’’ denir. Yani kabirdekilerin hallerini görebilme yetkisi ile donatılmış bazı zatlar. O kişi kabirdeki o zatın, meleklerin suallerine doğru cevap verip veremediğini, imanla gidip gidemediğini Allah Teala’nın izni ile görebiliyor. Yukarıda ki 40 ölüm nerede gerçekleşmiş biliyor musunuz? Kastamonu’da bir köyde. Çok şaşıracaksınız ama köydeki bu kırk kişinin kırkı da namaz kılıyorlar.
Orada da bir ehl-i keşf el kubur varmış. Kim diye merak ediyorsanız o Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin ta kendisidir. Kendisi olduğuna dair hiç şüpheniz olmasın sadece ismini zikretmeyi istemiyor. İşte bu kırk ölümden yalnız birkaç tanesi imanla kabre göçmüşler. Peki, imansız ölünce ne oluyor biliyor musunuz? Hani meselenin ciddiyeti pek anlaşılmamıştır diye söyleyeyim. İmansız kabre girersek hiç çıkmamak üzere ebediyen cehennemde sevdiklerimizden ayrı, her anı diğer bir anından çok daha dehşetli hiç ölmeden sonsuza kadar bir azapla karşı karşıya kalacak.
Hiç ürkütmüyor mu? Şöyle bir düşünün sadece. Katlanılabilinir mi? Bazen bize birileri acıyan gözlerle bakıyor ve şöyle ifadelerle karşılaşıyoruz. ‘’Ya siz habire kitap okuyorsunuz, sohbetler filan yapıyorsunuz, 5 vakit namazı tamam kılıyorsunuz iyi güzel ama her vakit camiye gidiyorsunuz, kendinize eziyet ediyorsunuz. Dini zorlaştırıyorsunuz. Sosyal hayatta önemli, insan kendine de vakit ayırmalı, kız arkadaşı veya erkek arkadaşı da olmalı, dışarılara da çıkmalı, gezmeli, görmeli. Tamam, namazını da kıl ama hayatı da ot gibi yaşama. Nedir yani bu? Hangi asırda yaşıyorsun?’’ diye söylüyorlar. Tek bir cevabım var arkadaşlar.
Korkuyorum! Hem de ciddi bir korku bu. Bazen kendimi Yüce Yaratan’ın huzuruna çıkmış düşünüyorum ve nasıl hesap veririm onu düşünüyorum. Haşa! Hesap vermek hiçbir şekilde haddimize değil ama ne yapacağız bir düşünün. Aklınıza işlediğiniz bir günahı getirin veya kılmadığınız namazları düşünün ve birinin size hesap sorduğunu düşünün. Ne yaparız? Nasıl cevap veririz? Bir de imansız ölmüşsek vay bizim halimize. Kim kurtaracak bizi? Kız arkadaşlarımız mı, gezdiğimiz tozduğumuz yerlerde müspet olmayarak çekildiğimiz fotoğraflarımız mı? Bir daha düşünün kardeşlerim.
Evet arkadaşlar, hafife almayalım bu konuyu, kabir, cehennem, sırat… Bunlar inkâr edilemez. İstisnasız öleceğiz ve imanımızı kurtarmak ve kuvvetlendirmek zorundayız. Peygamber Efendimiz çok sahih bir hadiste söylüyor:
‘’Hiç kimse ameli ile kurtulamayacak.’’
Sahabe soruyor: ‘’ Sen de mi Ya Resulullah!’’
Efendimiz cevap veriyor: ‘’ Evet, ben de!’’
Ancak kurtuluşun anahtarı imandır. Şu anda diyorsunuzdur belki ‘’Abi ben zaten iman ettim’’ diye. İşte Peygamberimiz yine uyarıyor, iman diyor, o sekerât anında yani ölmeden çok kısa bir süre önce, o şeytan tarafından alınacak, aklınız vesveseye düşürülecek, şüpheler getirilecek, şayet imanımızı kuvvetlendirmişsek yani taklitten tahkike, yani neden ve niçinler ile sağlam bir itikada sahip isek müstesna. Eğer olamazsak o son ana kadar imanla yaşadığımızı zannedip bu Kastamonu’daki kırk kişi gibi imansız vefat edeceğiz ki Allah Teala bizleri muhafaza buyursun!
Şu örneği ilk duyduğum zaman beynimden vurulmuşa dönmüştüm. ‘’Acaba ben imansız mıyım?’’ diye kendime de sorduğum çok olmuştu. Bir abimizden dinledim. Aynen naklediyorum, artık gerisini siz düşünün, kendi muhasebenizi kendiniz yapın. Bir gün Mahmut Ustaosmanoğlu Hoca’nın talebelerinden biri anlatıyor. Siz de biliyorsunuz şu anda kendisi hasta, Allah Teala şifa nasip etsin.
9-10 sene önce tam süresini bilemiyorum Sultanbeyli tarafında bir cenazeye gidiyorlar. Ve tabi ki orada Mahmut Efendi Hazretleri cenaze bittikten sonra biraz daha bekliyorlar talebeleri ile. Hiç şüpheniz olmasın ki kendileri evliyaullahtır.
Ehli keşf el kuburdur. Çok büyük bir alimdir. Allah ebeden razı olsun ondan. Ve cenaze bittikten sonra talebesi diyor ki, biraz üzüntülüydü, yüzü vs. bir anda değişti çok net anlaşılıyordu halet-i ruhiyesi üzgündü ve yanındaki talebelerinden birine ‘’Maalesef kaybetti.’’ dedi. Gerçekten çok üzücü bir söz. Mahmut Efendi Hazretlerini tanıyanlar çok iyi bilirler ki yalan ve boş söz konuşmaz. Ve şunu da büyük harflerle yazıyorum ki ‘’MAHMUT EFENDİ HAZRETLERİ GİBİ OLAN BÜYÜK ALİMLERİMİZ HERKESİN CENAZESİNE GİTMEZ.’’ Vefat edenin de önemli bir hoca olduğunu düşünüyorum kendi adıma. En doğrusunu Cenab-ı Hak bilir.
Sakın ama sakın amelimize güvenmeyelim. ‘’Ey Yüce Allah’ım amelimle senin huzuruna geldim.’’ dersek yanarız. Çok ibadet ettim, her namazımı kıldım, haramlardan uzak durdum. Sen ne dersen yaptım dersek tehlikedeyiz. Peki ama ne diyeceğiz? ‘’Amelim sıfır Rabbim sana imanla geldim ve rahmetine sığınıyorum, senin çok merhametli olduğunu öğrenmiştim, rahmetinin gazabını geçtiğini duymuştum ve merhametini ümit ediyorum Allah’ım.’’ İşte o imanı, şiddetli bir şekilde kuvvetlendirmemiz lazım. Evet, hepimiz Allah’a, peygamberlerine, meleklerine, kitaplarına, ahiret gününe, kaza ve kadere inanıyoruz, ama bunu tahkik etmemiz gerekiyor, şüpheleri ortadan kaldırmamız gerekiyor, bize sorulabilecek her soruya cevap verebilmek gerekiyor. Çünkü şeytan çok akıllı ve bir şüpheye düşürür de apışıp kalırız. Olmuyor mu bazen sizin de aklınıza inkar tohumları sokmaya çalışmıyor mu?
‘’Bir vakit de İbrâhim: Ya Rabbî, ölüleri nasıl dirilteceğini bana gösterir misin? demişti. Allah: Ne o, yoksa buna inanmadın mı? dedi. İbrâhim şöyle cevap verdi: Elbette inandım, lâkin sırf kalbim tatmin olsun diye bunu istedim. Allah ona: Dört kuş tut, onları kendine alıştır. Sonra kesip her dağın başına onlardan birer parça koy. Sonra da onları çağır! Koşa koşa sana geleceklerdir. İyi bil ki Allah azizdir, hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir).(Bakara 260)
Sadece bak ve şu kainat kitabını oku. İlk inen ayetdir: ‘’Oku!’’ Bazı saftirik arkadaşlarımız ‘’Biz iman ettik, imanında şüphe olan ya da inancı olmayan delil arar.’’ diyor. İnanmış bir insan inancını kuvvetlendirmek için bu yazıları okumak zorunda, delil aramak zorunda, ispat aramak zorunda.
Peki ya biz? Ne yaparız arkadaşlar son nefeste, imanımızı kaybetsek ne yaparız? Soruyorum size ne yaparız? O zaman biz de ömrümüzün her anında bu korkuyu içimizde hissetmeli ve Allah’a sığınmalıyız. Sahabe Efendilerimize cehennem dendiği zaman kaçacak yer ararlarmış. Peki bizler onlardan daha mı fazla amele sahibiz ya da imanımız onlardan daha mı kuvvetli? Yoksa ‘’Benim kalbim temiz kardeşim, sen benim içimi nereden bileceksin?’’ mi diyorsunuz? Emin olun ayakları şişinceye kadar namaz kılan Peygamber Efendimiz’den (sallallahu aleyhi vesellem) , Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ya da Hz. Ali’den (radıyallahu anhüm ecmain) daha temiz değil hiç birimizin içi. Ama onlar bu korkuyu hissetmişlerdi ve durmadan imanlarını güçlendirmek için çabalıyor bunu da amelleri ile destekliyordu. Biz neye güveniyoruz?
Demek ki sarhoşmuşuz arkadaşlar. İşle, okulla, geçim derdi ile sarhoşmuşuz. Bunlar da olmalı hayatımızda ama asla birinci planda olmamalı. Ve Said Nursi Hazretleri bu cümle ile son noktayı koyuyor:
‘’ Acaba bu kaybettiği davanın yerine, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi!
İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen hârika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi bize lazım olmayan işler ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risâle-i Nur şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarfetmek lâzımdır diye kanaatımız var.’’
Bediüzzaman ne kadar güzel ifade etmiş değil mi? Yahu sana ne be kardeşim başka yerdeki hadiselerden. Amerika tavukları kaç tanedir, Satürn halkalarında ne var, Arjantin’in bilmem ne ovasında ne yetişir sana ne yahu, ne olacak yani, bunları bileceksin de ne kazanacaksın? Sanki Arjantinli biri bizim Konya Ovası’nda ne yetiştiğini biliyormuş gibi. Bunları öğrensek ne olur öğrenmesek ne olur? Allah Resul’ünün bahsetmiş olduğu o diğer hayattan hiç kimse bahsetmiyor, hiç umurlarında bile değil. Kesin ve kesin gideceğiz şüphe yok ama kimse ne ile karşılaşacağına dair hiçbir hazırlık yapmıyor, bilgi almıyor. Said Nursi Hazretleri bir yerde diyor, bazen ben de bu cümleyi hatırlarım yolda yürüdüğüm vakitlerde:
‘’ Ne olmuş bu insanlara, sağır olmuşlar, kör olmuşlar bu anlatılanlara niye kulak vermiyorlar? ‘’
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi vesellem) bir kabir aleminden bahsediyor bilmem farkında mıyız ama hiç dikkatimizi çekmiyor. İşte arkadaşlar, bu yolda çalışan insanlar, bu yolda koşturan insanlar sizlerden hiçbir maddi menfaat beklemiyorlar. İnsanlar koştura koştura birbiri ile yarışırcasına cehenneme koşuyorlar en azından engel olabilir miyiz düşüncesindeler. Ücretini Allahu Teala kat kat ötelerde verecektir inşallah o kardeşlerimize.
Hiç kime kusura bakmasın ama insanın, iman ettiği Rabbinin emirlerini dinlememesi, inandığı peygamberinin öğütlerini uygulamaması tam bir akılsızlıktır. Arkadaşlar sorun bakalım babanıza, sorun bakalım annenize ya da eşinize kadere iman, meleklere iman nedir diye. Buraları bir kontrol edelim. En acısı çocuklarınıza bir sorun bakalım aynı Allah’a mı inanıyorsunuz? Yoksa onların başka Allah’ları mı var He-man gibi, çizgi filmlerdeki tanrılar gibi.
İşte niçin bunca insan Risale-i Nur okuyoruz, niçin anlamasak da anlamaya çalışmak için Risale-i Nur derslerine, sohbetlerine gidiyoruz. Gidemesek bile açıp internetten izliyoruz. İmanımızı kuvvetlendirmek için. Hatta birçoğunuzun bu yazıyı okumasının nedeni bile bu. Araştırıp bilmediklerimizi öğrenmek, şüphelerimizi yok etmek için.
Bir silkelenelim, bir kendimize gelelim, neredeyiz biz, namazlarımız tam mı? Küçücük bir dünya işi için kazaya bırakabiliyor muyuz? Ne durumdayız? Her gün Kainatın Efendisi’ne salavatlar getirebiliyor muyuz? Peki ya Kur’an okuyabiliyor muyuz her gün? Günahlarımıza tövbe, istiğfar yapıyor muyuz düzenli olarak? Özet olarak bize dışarıdan bakan biri ‘’İşte takvalı bir Müslüman.’’ diyebiliyor mu? Müslümanca yaşadığımızı dışarıdakiler hissedebiliyor mu? Yoksa dışarıdan gelenler bizim Müslüman mı ecnebi mi olduğumuzu ayırt edemiyor mu?
Evet, nasıl bir hayat yaşıyoruz şöyle tekrardan bir muhasebe edelim. Üzüleceksek burada üzülelim arkadaşlar, burada zorumuza gitsin, burada ağırımıza gitsin bu sözler ama şu yazıyı okuyan kardeşlerim aileleri ile beraber kaybetmesin. Hep beraber kurtuluşa erelim. Niye durup dururken, henüz fırsatta varken cehenneme gidelim ki? Elbette burada yazdığımız çoğu şey nefsin çok hoşuna giden şeyler değil. Ama mecburuz çünkü bakın ne güzel söylemiş Bediüzzaman Hazretleri:
‘’Cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değil.’’
Onun için bırakalım biz bu dünya işlerini, futbol muhabbetlerini, bilmem hangi manken kiminle flört ediyormuş, bilmem hangi dizi de kim ne yapmış. Bırakalım da kendi imanımıza bakalım. İstedikleri her şeyi televizyonlardan, dizilerden yaşantımıza pompalıyorlar da farkında bile değiliz. İmanımız gidiyor, zamanımız gidiyor ama umurumuzda değil. Daha kötüsü yetiştirdiğimiz çocuklarımız elden gidiyor ama biz sadece akşam haberlerini merak ediyoruz. Herkesin kendi hesabını vereceği bir gün var hem de dehşetli bir gün. Yorumlarınıza bir Allah Razı Olsun duası eklemeniz talebiyle.
Duanıza şiddetle muhtaç bir kardeşiniz.
Es-Selamu ALeykum ve Rahmetullahi ve Berekatuhu!
Evet arkadaşlar zaman yolculuğu sona doğru yaklaşıyor. Oturup bir bakmalıyız, biz şu anda zararda mıyız, kârda mıyız, yoksa ne zararda ne de kar durumunda mıyız? Her birimizin, bu okuyacağımız yazı ile kendisini bir muhasebeden geçirmesi gerekiyor. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin farklı yerlerde bu konu üzerinde durduğu cümleleri var. Biz de o cümleler üzerinden gideceğiz inşallah.
Bu yazacağım ilk cümle her daim kendi kendimize hatırlatmamız gereken bir hakikat. Nedir o hakikat:
‘’Ey nefsim! Deme zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.’’
Derd-i maişet geçim derdi, geçim sıkıntısı demek. Cümle çok açık ve net arkadaşlar. Şimdi bakıyorsunuz sosyal hayatta genellikle ne söyleniyor çevremizdeki insanlar tarafından? Aynen bu cümleler söyleniyor. Zaman eski zaman değil, dünyaya kaç kere geleceğiz, onlar gençtir yaparlar ya da en kötüsünü söyleyeyim ‘’Ya abi bize daha çok sıra var, o kadar yaşlı insan var daha onlar bile ölmemiş sen düşünme dert etme bunları, hayatın tadına bak. ‘’
Ne kadar hafife almış değil mi? ‘’Bize sıra mı gelir abi cehennemde, sen şu dışarıdakilere bak. Daha onlar yanacak, bizim durumumuz onlardan kat kat daha iyi. Ben onlardan daha dindarım vs.’’
Yani insanın çevresindeki insanlara sürekli olarak bu tarzda bir empoze var. Ve bizde bu sözlerin büyüsüne kapılıyor ve diyoruz ki: ‘’Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.
Ne namazı, ne Kuran’ı, onlar yaşlanınca yapılacak şeyler.Yaşımız daha genç. Şimdi gezelim eğlenelim, Peygamberimiz bu asırda yaşasaydı bizlerde yapardık onlar gibi vb…’’
Baktığımız zaman kaçımız geçim derdine düşmemişizdir. Ya da kaçımızın ileri de fazla para kazanmak gibi bir derdi yoktur. Dürüst olarak söylüyorum, kendi nefsimde bundan hissedardır, sarhoş bir haldeyiz. Sabah kalk, işe git, mesai saatleri, inanılmaz bir yoğunluk, her şey unutulmuş ve hayatımız inanılmaz bir süratle devam ediyor. Kendimize bir soralım. Kaç yaşına geldik ve ne var elimizde? Resulullah’ın (sallallahu aleyhi vessellem) huzuruna çıkabilecek bir durumda mıyız? ‘’Ya Resullullah senin bana getirmiş olduğun bu dini ben hayatıma geçirdim, her şeye dikkat etmeye çalıştım.’’ diyebilecek durumda mıyız?
Ya da Rabbimizin huzuruna çıkıp ‘’ Ya rabbim ben öyle bir kul oldum ki, senin benden razı olduğunu düşünüyorum.’’ diyebileceğimiz bir pozisyona geldik mi? Ben kendi adıma cevap veriyorum. Ben olamadım. Hala bir sürü eksikliklerim ve kusurlarım var. Allah Teala affetsin.
Peki niçin ‘’Zaman değişmiş, asır başkalaşmış deme!’’ diyor Said Nursi Hazretleri? Çünkü ölüm değişmiyor. Ölüm her asırda var, her daim var. Var mı bunun bir ötesine geçebiliyor muyuz? Hepiniz biliyorsunuz. Ben sadece sizin de çok iyi bildiğiniz ve defalarca şahit olduğunuz bir olayı tekrar ediyorum. Ölüm değişmiyor, hep var ve olmaya da devam edecek. Ama dikkat edelim, bildiğimizin farkında değilsek tehlike sinyalleri en son sesi ile çalıyor demektir. Bilmek ve farkında olmakta çok önemli değil bu noktada onu hayatımıza geçirebilmek önemlidir. Süratle hayatımız elimizden akıp gidiyor birçoklarımız 30 yaşını, 40 yaşını geçmiş durumda, belki bugün veya birkaç gün içinde bitecek bir hayatın içinde yaşıyoruz, bu kadar süratli bir şekilde cenazeler oluyor, defnediliyor, biz sanki hiç bu dünya hayatından ayrılmayacakmış gibi, dünyanın geçim derdi ile sarhoş olmuşuz ve işin kötü tarafı da tüm bu olanları sinema filmi izler gibi izliyoruz. Yazık bize, hem de çok yazık! Sanki sadece bu dünya hayatı için yaratılmış gibiyiz. Sonrası hiç umurumuzda değil sanki.
Ali Tuncay diye bir abimizin sözü vardı, youtube’da da izleyebilirsiniz konferansını. Çok dikkatimi çeken bir cümlesi vardı o konferansta. Kafanda 5000 planla seni gömerler de haberin bile olmaz demişti. Mezarda o planların artık bir önemi kalmayacak ne yazık ki! Bir anda bütün sevdiklerimizden ayrılacağız. Burada başbakan olsak para etmez. Hiçbir önemi yok. Yok, çok kuvvetli imişsiniz, yok köyünüzün ağasıymışsınız, yok çok paranız varmış, yok sizi herkes tanırmış. Emin olun zerre kadar kıymeti yok. Herkesin eşitlendiği bir yere gideceğiz ve ne olacağımız da meçhul.
Bunlara tedbir olarak ne düşünmeliyiz kardeşlerim? İnsanın acizliği ve muhtaçlığı hiçbir asırda değişmiyor aksine daha da artıyor. Nasıl oluyor bu? İnsanlar yaşlandıkça ihtiyaçları ve hastalığa yakalanma oranları artmıyor mu? Şimdi 50-60 yaşındaki amcalarımız daha iyi bilirler nerede gençliğin sıhhati? Hadi normal şartlarda insanın ortalama ömrü 63’tür deniliyor. 50 yaşına gelmiş bir insanın en iyi senaryo ile düşünürsek 13 yılı kalmış arkadaşlar. Hadi birkaç sene daha fazla yaşasın. 60 ve üstü bir yaşa sahipsen her an ölümü bekle demektir. Şaka değil bu. Her an nefesimiz kesilebilir ama hala ısrarla biraz daha para kazanayım diye hırsla ortalığa saldırıyoruz. Ve en acı tablo şudur ki insanların ahiret yolculuğu bu asırda da değişmiyor ve üstelik daha da hızlanıyor. Kendinize bir sorun. 20 yaşındaki kardeşlerim de sorsun. Ne kadar çabuk geçti değil mi? Sanki hiç yaşamamış gibi. Aksini söyleyen arkadaşlarım kusuruma bakmasınlar. Ölümler arttı, yaşama ömrü kısaldı.
Bakın Bediüzzaman Hazretlerine talebeleri diyorlar ki o dönemde bir 2. Dünya savaşı var ve merak ediyorlar:
‘’ Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki: "Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli harb-i umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) (*) hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Hâlbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaâti ve câmii bırakıp radyo dinlemeğe koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?" dediler.
Yahu arkadaşlar bir dünya savaşı oluyor ama Bediüzzaman Hazretleri 7 yıl hiçbir savaş malumatı sormuyor.
‘’Kim kazanmış, kimin askerleri esir alınmış, kim nereyi işgal etmiş.’’ Hiçbir malumat sormuyor. Şimdi olsa bizler ne deriz: ‘’ Öyle şey mi olur kardeşim haberleri takip etmek lazım, sosyal hayatla ilgilenmek gerek.’’ Ama hemen peşin hüküm vermeyelim. Bakalım sonu nasıl bitecek?
O dönemlerde eskiler daha iyi bilirler akşam namazı vaktine mi ne gelirmiş haberlerin yayınlandığı zaman. Tabi bu şekilde geldiği için, namaz filan haberleri dinleyeceğiz diye ya kazaya kalıyor ya da cemaatin terkine sebep oluyor. Ya tek başlarına evlerinde kılıyorlar ya da sonraya kazaya bırakıyorlar. Şimdi ne kadar basit bir konu gibi değil mi?
‘’Abi ben namazı kazaya bıraktım sonra kılacağım.’’ Ben duyuyorum çevremdeki insanlardan. Hatta bir örnek vereyim, kapı komşum hafız bir abimiz var. Pazar günleri evinde 2-3 arkadaşı ile playstation oynuyor. Ve o arkadaşlarından birinden duyduğuma göre o günün namazlarını yatsı namazından sonra kazaya bırakıyor ve toplu kılıyormuş. Ve bu abimiz hafız. Ne kadar acı!
Ne kadar rahat değil mi insanlar? Acaba tam manası ile Allah Teala’dan korkuyor mudur? Aslında çok tebrik edilecek bir adam, çünkü risk alıyor. Neden mi? Kainatın Sultanına karşı ‘’ Ne senin sözün ya, benim işim önemli, patronun işi önemli, yoksa maaşımdam keser, o 1500 TL’yi almam lazım. Senin cennetin ne işe yarar ki, senin cehennemin beni korkutmaz. Aman patron görürse beni işten atar, bu daha kötü bir olay, daha dehşetli bir olay.’’ İşte bu kadar cesur. Ya da bir öğrencinin mazeretlerini dinleyelim: ‘’ Ama olur mu namazla vakit kaybedemem, sınava az kaldı, ders çalışmam lazım. Yoksa üniversiteye giremem.’’
Evet, maalesef böyle. Birazcık sert olabilir. Ama ne yapalım hakikat bu. Peki, yukarıda ki soruya Bediüzzaman Said Nursi nasıl cevap vermiş bir bakalım.
‘’ Ömür sermâyesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. ‘’
Evet, işte tüm konunun özeti bu cümle. Ömrümüz az, yapmamız gerekenler çok.
‘’ Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki dünyanın hakimi kim olacak dâvasından daha önemli bir dâva, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına açılmıştır.’’
Yani önce kendi başındaki belayı, kendi başındaki musibeti, kendi başındaki sorumluluğunu bileceksin. Önce kendi imanını kurtarma davana sahip çıkacak koşturacaksın sonra dünya işleri 2. planda olmalı. Dünya işlerini öne koyup Ahreti boşlamamalıyız. Peki, bu dava ne kadar önemli bir dava bir de ona bakalım:
‘’ …….öyle bir dâva açılmış ki başımıza; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti de olsa ve aklı da varsa, o davayı kazanmak için hiç tereddütsüz o servetini bu davayı kazanmak için sarfedecektir.’’
Peki ama o dava nedir diye sorarsanız işte o dava gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin, bütün evliyaların hepsinin aynı meseleye imza bastıkları davadır ki o dava herkesin, istisnasız herkesin, hatta bu yazıyı okuyan herkes de dahil ya cennete ya da cehenneme gideceğiz. ‘’Herkesin îman karşılığında bu dünya kadar bağlar ve köşkler ile süslü ve daimî bir tarla ve mülkünü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış.’’
Evet şimdi soruyorum. Nedir sizin derdiniz kardeşim? Bir evim olsun, bir arabam olsun. Bunu Türkçeleştirirsek davası yani amacı denir? Mesela bizim bir arkadaşımız vardı amacı üniversite okumaktı. Onu kendine hedef yapmış. Babası onun için ne yapıyor? Bir okula gidiyor senelik 20.000 TL veriyor. O okulu kazanabilmesi için kurslara, dershanelere gönderiyor. Çok ciddi paralar harcıyor. Ama o paraları kazanmak için birçok yalana, faize bulaşıyor. Çocuğu üniversiteyi kazanıyor ama dava bitmiyor. Neden? Çünkü dünya işleri bunlar, asla sonu gelmez. Her zaman yeni bir iş çıkar.
Sonra o çocuğu, o okumuş olduğu okulda ilerliyor, ilerliyor, ilerliyor ve bir tane tuğladan ev satın alıyor. Bildiğiniz kırmızı tuğladan yapılmış ve üzeri sıvanıp boyanmış bir ev. Yani bütün hedef bu. İşin kötü tarafı da şu ki sırf ailesi bu dava için neredeyse her şeyden vazgeçmiş ve gözleri hiçbir şey görmüyor. Ciddi bir seferberlik içindeler. Ama aynı baba oğluna maalesef ki şu kainata niçin geldiğini anlatmıyor. Annesi ise dizilerden başını kaldırmıyor. Namaz kılmasının niçin gerekli olduğunu anlatmıyor. Yanacak o anne babalar cehennemde. Çok net olarak ayet ve hadislerde ifade edilir.
Evet, arkadaşlar imanımız varsa ve Allah Teala bizden razı ise bağlar, köşkler, bahçeler verecek Yüce Yaratan bize. Evet, bunlar sadece belli bir süre yaşadığımız şu dünya hayatında O’na iman ve itaatimiz karşılığında alacaklarımız. Ama buraya çok dikkat edin, eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Şimdi burada bir örnek veriyor Said Nursi hazretleri bunu hatırladıkça kanım donuyor ve ürperiyorum. Hep bir korku salınıyor içime, sizlerde her daim bu örneği hatırlayın, aklınızdan çıkarmayın. Umulur ki çok faydasını görürsünüz.
‘’ Hattâ bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk ölümden yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi!’’
Bu cümleyi sadeleştireyim arkadaşlar. Cenabı Hakkın bazı kullarına, bazı evliyalara vermiş olduğu bir özellik vardır. Onlara ‘’ehli keşf el kubur’’ denir. Yani kabirdekilerin hallerini görebilme yetkisi ile donatılmış bazı zatlar. O kişi kabirdeki o zatın, meleklerin suallerine doğru cevap verip veremediğini, imanla gidip gidemediğini Allah Teala’nın izni ile görebiliyor. Yukarıda ki 40 ölüm nerede gerçekleşmiş biliyor musunuz? Kastamonu’da bir köyde. Çok şaşıracaksınız ama köydeki bu kırk kişinin kırkı da namaz kılıyorlar.
Orada da bir ehl-i keşf el kubur varmış. Kim diye merak ediyorsanız o Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin ta kendisidir. Kendisi olduğuna dair hiç şüpheniz olmasın sadece ismini zikretmeyi istemiyor. İşte bu kırk ölümden yalnız birkaç tanesi imanla kabre göçmüşler. Peki, imansız ölünce ne oluyor biliyor musunuz? Hani meselenin ciddiyeti pek anlaşılmamıştır diye söyleyeyim. İmansız kabre girersek hiç çıkmamak üzere ebediyen cehennemde sevdiklerimizden ayrı, her anı diğer bir anından çok daha dehşetli hiç ölmeden sonsuza kadar bir azapla karşı karşıya kalacak.
Hiç ürkütmüyor mu? Şöyle bir düşünün sadece. Katlanılabilinir mi? Bazen bize birileri acıyan gözlerle bakıyor ve şöyle ifadelerle karşılaşıyoruz. ‘’Ya siz habire kitap okuyorsunuz, sohbetler filan yapıyorsunuz, 5 vakit namazı tamam kılıyorsunuz iyi güzel ama her vakit camiye gidiyorsunuz, kendinize eziyet ediyorsunuz. Dini zorlaştırıyorsunuz. Sosyal hayatta önemli, insan kendine de vakit ayırmalı, kız arkadaşı veya erkek arkadaşı da olmalı, dışarılara da çıkmalı, gezmeli, görmeli. Tamam, namazını da kıl ama hayatı da ot gibi yaşama. Nedir yani bu? Hangi asırda yaşıyorsun?’’ diye söylüyorlar. Tek bir cevabım var arkadaşlar.
Korkuyorum! Hem de ciddi bir korku bu. Bazen kendimi Yüce Yaratan’ın huzuruna çıkmış düşünüyorum ve nasıl hesap veririm onu düşünüyorum. Haşa! Hesap vermek hiçbir şekilde haddimize değil ama ne yapacağız bir düşünün. Aklınıza işlediğiniz bir günahı getirin veya kılmadığınız namazları düşünün ve birinin size hesap sorduğunu düşünün. Ne yaparız? Nasıl cevap veririz? Bir de imansız ölmüşsek vay bizim halimize. Kim kurtaracak bizi? Kız arkadaşlarımız mı, gezdiğimiz tozduğumuz yerlerde müspet olmayarak çekildiğimiz fotoğraflarımız mı? Bir daha düşünün kardeşlerim.
Evet arkadaşlar, hafife almayalım bu konuyu, kabir, cehennem, sırat… Bunlar inkâr edilemez. İstisnasız öleceğiz ve imanımızı kurtarmak ve kuvvetlendirmek zorundayız. Peygamber Efendimiz çok sahih bir hadiste söylüyor:
‘’Hiç kimse ameli ile kurtulamayacak.’’
Sahabe soruyor: ‘’ Sen de mi Ya Resulullah!’’
Efendimiz cevap veriyor: ‘’ Evet, ben de!’’
Ancak kurtuluşun anahtarı imandır. Şu anda diyorsunuzdur belki ‘’Abi ben zaten iman ettim’’ diye. İşte Peygamberimiz yine uyarıyor, iman diyor, o sekerât anında yani ölmeden çok kısa bir süre önce, o şeytan tarafından alınacak, aklınız vesveseye düşürülecek, şüpheler getirilecek, şayet imanımızı kuvvetlendirmişsek yani taklitten tahkike, yani neden ve niçinler ile sağlam bir itikada sahip isek müstesna. Eğer olamazsak o son ana kadar imanla yaşadığımızı zannedip bu Kastamonu’daki kırk kişi gibi imansız vefat edeceğiz ki Allah Teala bizleri muhafaza buyursun!
Şu örneği ilk duyduğum zaman beynimden vurulmuşa dönmüştüm. ‘’Acaba ben imansız mıyım?’’ diye kendime de sorduğum çok olmuştu. Bir abimizden dinledim. Aynen naklediyorum, artık gerisini siz düşünün, kendi muhasebenizi kendiniz yapın. Bir gün Mahmut Ustaosmanoğlu Hoca’nın talebelerinden biri anlatıyor. Siz de biliyorsunuz şu anda kendisi hasta, Allah Teala şifa nasip etsin.
9-10 sene önce tam süresini bilemiyorum Sultanbeyli tarafında bir cenazeye gidiyorlar. Ve tabi ki orada Mahmut Efendi Hazretleri cenaze bittikten sonra biraz daha bekliyorlar talebeleri ile. Hiç şüpheniz olmasın ki kendileri evliyaullahtır.
Ehli keşf el kuburdur. Çok büyük bir alimdir. Allah ebeden razı olsun ondan. Ve cenaze bittikten sonra talebesi diyor ki, biraz üzüntülüydü, yüzü vs. bir anda değişti çok net anlaşılıyordu halet-i ruhiyesi üzgündü ve yanındaki talebelerinden birine ‘’Maalesef kaybetti.’’ dedi. Gerçekten çok üzücü bir söz. Mahmut Efendi Hazretlerini tanıyanlar çok iyi bilirler ki yalan ve boş söz konuşmaz. Ve şunu da büyük harflerle yazıyorum ki ‘’MAHMUT EFENDİ HAZRETLERİ GİBİ OLAN BÜYÜK ALİMLERİMİZ HERKESİN CENAZESİNE GİTMEZ.’’ Vefat edenin de önemli bir hoca olduğunu düşünüyorum kendi adıma. En doğrusunu Cenab-ı Hak bilir.
Sakın ama sakın amelimize güvenmeyelim. ‘’Ey Yüce Allah’ım amelimle senin huzuruna geldim.’’ dersek yanarız. Çok ibadet ettim, her namazımı kıldım, haramlardan uzak durdum. Sen ne dersen yaptım dersek tehlikedeyiz. Peki ama ne diyeceğiz? ‘’Amelim sıfır Rabbim sana imanla geldim ve rahmetine sığınıyorum, senin çok merhametli olduğunu öğrenmiştim, rahmetinin gazabını geçtiğini duymuştum ve merhametini ümit ediyorum Allah’ım.’’ İşte o imanı, şiddetli bir şekilde kuvvetlendirmemiz lazım. Evet, hepimiz Allah’a, peygamberlerine, meleklerine, kitaplarına, ahiret gününe, kaza ve kadere inanıyoruz, ama bunu tahkik etmemiz gerekiyor, şüpheleri ortadan kaldırmamız gerekiyor, bize sorulabilecek her soruya cevap verebilmek gerekiyor. Çünkü şeytan çok akıllı ve bir şüpheye düşürür de apışıp kalırız. Olmuyor mu bazen sizin de aklınıza inkar tohumları sokmaya çalışmıyor mu?
‘’Bir vakit de İbrâhim: Ya Rabbî, ölüleri nasıl dirilteceğini bana gösterir misin? demişti. Allah: Ne o, yoksa buna inanmadın mı? dedi. İbrâhim şöyle cevap verdi: Elbette inandım, lâkin sırf kalbim tatmin olsun diye bunu istedim. Allah ona: Dört kuş tut, onları kendine alıştır. Sonra kesip her dağın başına onlardan birer parça koy. Sonra da onları çağır! Koşa koşa sana geleceklerdir. İyi bil ki Allah azizdir, hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir).(Bakara 260)
Sadece bak ve şu kainat kitabını oku. İlk inen ayetdir: ‘’Oku!’’ Bazı saftirik arkadaşlarımız ‘’Biz iman ettik, imanında şüphe olan ya da inancı olmayan delil arar.’’ diyor. İnanmış bir insan inancını kuvvetlendirmek için bu yazıları okumak zorunda, delil aramak zorunda, ispat aramak zorunda.
Peki ya biz? Ne yaparız arkadaşlar son nefeste, imanımızı kaybetsek ne yaparız? Soruyorum size ne yaparız? O zaman biz de ömrümüzün her anında bu korkuyu içimizde hissetmeli ve Allah’a sığınmalıyız. Sahabe Efendilerimize cehennem dendiği zaman kaçacak yer ararlarmış. Peki bizler onlardan daha mı fazla amele sahibiz ya da imanımız onlardan daha mı kuvvetli? Yoksa ‘’Benim kalbim temiz kardeşim, sen benim içimi nereden bileceksin?’’ mi diyorsunuz? Emin olun ayakları şişinceye kadar namaz kılan Peygamber Efendimiz’den (sallallahu aleyhi vesellem) , Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ya da Hz. Ali’den (radıyallahu anhüm ecmain) daha temiz değil hiç birimizin içi. Ama onlar bu korkuyu hissetmişlerdi ve durmadan imanlarını güçlendirmek için çabalıyor bunu da amelleri ile destekliyordu. Biz neye güveniyoruz?
Demek ki sarhoşmuşuz arkadaşlar. İşle, okulla, geçim derdi ile sarhoşmuşuz. Bunlar da olmalı hayatımızda ama asla birinci planda olmamalı. Ve Said Nursi Hazretleri bu cümle ile son noktayı koyuyor:
‘’ Acaba bu kaybettiği davanın yerine, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi!
İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen hârika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi bize lazım olmayan işler ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risâle-i Nur şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarfetmek lâzımdır diye kanaatımız var.’’
Bediüzzaman ne kadar güzel ifade etmiş değil mi? Yahu sana ne be kardeşim başka yerdeki hadiselerden. Amerika tavukları kaç tanedir, Satürn halkalarında ne var, Arjantin’in bilmem ne ovasında ne yetişir sana ne yahu, ne olacak yani, bunları bileceksin de ne kazanacaksın? Sanki Arjantinli biri bizim Konya Ovası’nda ne yetiştiğini biliyormuş gibi. Bunları öğrensek ne olur öğrenmesek ne olur? Allah Resul’ünün bahsetmiş olduğu o diğer hayattan hiç kimse bahsetmiyor, hiç umurlarında bile değil. Kesin ve kesin gideceğiz şüphe yok ama kimse ne ile karşılaşacağına dair hiçbir hazırlık yapmıyor, bilgi almıyor. Said Nursi Hazretleri bir yerde diyor, bazen ben de bu cümleyi hatırlarım yolda yürüdüğüm vakitlerde:
‘’ Ne olmuş bu insanlara, sağır olmuşlar, kör olmuşlar bu anlatılanlara niye kulak vermiyorlar? ‘’
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi vesellem) bir kabir aleminden bahsediyor bilmem farkında mıyız ama hiç dikkatimizi çekmiyor. İşte arkadaşlar, bu yolda çalışan insanlar, bu yolda koşturan insanlar sizlerden hiçbir maddi menfaat beklemiyorlar. İnsanlar koştura koştura birbiri ile yarışırcasına cehenneme koşuyorlar en azından engel olabilir miyiz düşüncesindeler. Ücretini Allahu Teala kat kat ötelerde verecektir inşallah o kardeşlerimize.
Hiç kime kusura bakmasın ama insanın, iman ettiği Rabbinin emirlerini dinlememesi, inandığı peygamberinin öğütlerini uygulamaması tam bir akılsızlıktır. Arkadaşlar sorun bakalım babanıza, sorun bakalım annenize ya da eşinize kadere iman, meleklere iman nedir diye. Buraları bir kontrol edelim. En acısı çocuklarınıza bir sorun bakalım aynı Allah’a mı inanıyorsunuz? Yoksa onların başka Allah’ları mı var He-man gibi, çizgi filmlerdeki tanrılar gibi.
İşte niçin bunca insan Risale-i Nur okuyoruz, niçin anlamasak da anlamaya çalışmak için Risale-i Nur derslerine, sohbetlerine gidiyoruz. Gidemesek bile açıp internetten izliyoruz. İmanımızı kuvvetlendirmek için. Hatta birçoğunuzun bu yazıyı okumasının nedeni bile bu. Araştırıp bilmediklerimizi öğrenmek, şüphelerimizi yok etmek için.
Bir silkelenelim, bir kendimize gelelim, neredeyiz biz, namazlarımız tam mı? Küçücük bir dünya işi için kazaya bırakabiliyor muyuz? Ne durumdayız? Her gün Kainatın Efendisi’ne salavatlar getirebiliyor muyuz? Peki ya Kur’an okuyabiliyor muyuz her gün? Günahlarımıza tövbe, istiğfar yapıyor muyuz düzenli olarak? Özet olarak bize dışarıdan bakan biri ‘’İşte takvalı bir Müslüman.’’ diyebiliyor mu? Müslümanca yaşadığımızı dışarıdakiler hissedebiliyor mu? Yoksa dışarıdan gelenler bizim Müslüman mı ecnebi mi olduğumuzu ayırt edemiyor mu?
Evet, nasıl bir hayat yaşıyoruz şöyle tekrardan bir muhasebe edelim. Üzüleceksek burada üzülelim arkadaşlar, burada zorumuza gitsin, burada ağırımıza gitsin bu sözler ama şu yazıyı okuyan kardeşlerim aileleri ile beraber kaybetmesin. Hep beraber kurtuluşa erelim. Niye durup dururken, henüz fırsatta varken cehenneme gidelim ki? Elbette burada yazdığımız çoğu şey nefsin çok hoşuna giden şeyler değil. Ama mecburuz çünkü bakın ne güzel söylemiş Bediüzzaman Hazretleri:
‘’Cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değil.’’
Onun için bırakalım biz bu dünya işlerini, futbol muhabbetlerini, bilmem hangi manken kiminle flört ediyormuş, bilmem hangi dizi de kim ne yapmış. Bırakalım da kendi imanımıza bakalım. İstedikleri her şeyi televizyonlardan, dizilerden yaşantımıza pompalıyorlar da farkında bile değiliz. İmanımız gidiyor, zamanımız gidiyor ama umurumuzda değil. Daha kötüsü yetiştirdiğimiz çocuklarımız elden gidiyor ama biz sadece akşam haberlerini merak ediyoruz. Herkesin kendi hesabını vereceği bir gün var hem de dehşetli bir gün. Yorumlarınıza bir Allah Razı Olsun duası eklemeniz talebiyle.
Duanıza şiddetle muhtaç bir kardeşiniz.
Es-Selamu ALeykum ve Rahmetullahi ve Berekatuhu!