espiri ve fıkralarıyla ünlüler

SaMeT46 Harbi Aktif Üye
ALLAH HER HAKKI KORUR
Kanuni Sultan Süleyman, Seyhülislâm Ebüssuud Efendi’den, manzum bir beyitle, Topkapı Sarayının bahçesindeki meyve
agaçlarına zarar veren karıncaların yok edilmesinin dinen mümkün olup olmadıgını sormus.
Beyit söyle:
“Dirahta ger ziyan etse karınca
Günah var mıdır ânı kırınca?”
(Eger karınca agaca zarar verir, onu kurutursa onu yok etmenin bir günahı var mıdır?)
Sairligi de bulunun Ebüssuud Efendi, manzum soruya manzum bir cevap vermis:
“Yarın Hakkın divanına varınca,
Süleyman’dan hakkın alır karınca.”
SANS YAVER OLUNCA
Kanuni Sultan Süleyman, kızı Mihrimah Sultanı; zekî, hırslı, gelecegi parlak bir devlet adamı olan Rüstem Pasa’ya vermek
istiyormus. Rüstem Pasa bu sırada Diyarbakır valisiymis. Saraya damat olacagı duyulunca hakkında bir sürü dedikodu üretilmis.
Bunların en önemlisi, Rüstem Pasa’da cüzam hastalıgı bulundugu iddiasıymıs. Kanuni, sarayın hekimbasını çagırarak cüzam
hastalıgının en çok tanınan belirtisinin ne oldugunu sormus. Hekimbası, cüzamlı bir kimsede bit barınamayacagını söylemis.
Bunun üzerine Diyarbakır’a adamlar gönderilmis. Bunlar gizlice Rüstem Pasa’nın çamasırlarını kontrol etmisler ve bu sırada bir
bite rastlamıslar. Böylece Rüstem Pasa’nın cüzamlı olmadıgı anlasılmıs.
Bu olay üzerine devrin bir saîri su iki dizeyi yazmıs:
“Olacak bir kimsenin bahtı kavı, talihi yâr
Kehlesi’ dahi mahallinde onun ise yarar.”
(Bir kimsenin bahtı açık, sansı da yaver olursa, onun biti bile yerinde, zamanında ise yarar, yükselmesine yardım eder.)
Kehle: Bit.
ÂDEMSIZ CENNET
Divan edebiyatının en büyük sairlerinden olan Bakî, Edirne’yi bir ziyareti sırasında; Emrî, Mecdî gibi tanınmıs Edirneli
sairlerle de görüsüp konusmus. Bu esnada yerli sairler Edirne’yi o kadar övmüsler ki Bâkî’ye, bu övgülerden gına gelmis.
Bununla da yetinmeyip, Bâkî’nin Edirne hakkındaki kanaatini ögrenmek istemisler. Içinden kızgın olan Bakî, bu vesileyle Edirneli
sairlere hadlerini bildirivermis:
— Gerçekten sehriniz çok güzel, cennet gibi bir yer. Ama ne yazık ki içinde Âdem (adam) yok.
ILTIFAT
Divan edebiyatının en siddetli hicivlerini yazmıs ve bu ugurda kellesini bile vermis olan Nefî’ye zamanının önde gelen
sahsiyetlerinden Tâhir Efendi "kelb" (köpek) demis. Bunu duyan Nefî su dörtlügü yazmıs:
“Bana kelb demis Tâhir Efendi
Iltifatı bu sözde zahirdir.
Mâliki mezhebim benim zira
Itikadımca kelb Tâbir’dir.”
(Tahir Efendi bana köpek demekle açıkça nezaket göstermistir. Çünkü ben Maliki mezhebindenim, benim mezhebime göre
de köpek temizdir.)
ÖNEMLI OLAN KAFANIN BÜYÜKLÜGÜ
Türklere karsı Yunanlıları kıskırtması ve Yunan yandaslıgı ile de tanınan Ingiliz Basbakanlarından Lloyd George
(1864-1945), oldukça kısa boyluymus. Bazen bundan üzüntü ve kompleks duydugu da olurmus. Bir siyasal toplantıda, toplantı
baskanı, Lloyd George’u takdim ederken:
— Ben L.George’u her bakımdan büyük bir insan sanırdım. Gördügünüz gibi alçacık boylu biri, demis.
L.George sözlerine bu takdim edilise cevap vermekle baslamıs:
— Sayın baskan, benim dogdugum yörelerde insanların büyüklügünü anlamak için çenesinden yukarısını ölçerler.
Görüyorum ki siz çenesinden asagısını ölçüyorsunuz.
BIR CUMHURIYETÇI
Cumhuriyetçi Parti Baskanı adayı Roosevelt seçim konusması yapıyormus. Bir seçmen de ha bire ona laf yetistiriyormus:
— Ben bir demokratım, beni kandıramazsın!..
— Neden demokratsın?
— Çünkü dedem demokrattı, babam demokrattı, ben de bir demokratım.
Roosevelt, "Bu herife iyi bir ders vereyim" diye düsünmüs ve sormus:
— Arkadas, diyelim ki büyük baban bir esekti, baban bir esekti, o zaman sen ne olursun?
Seçmen cevap vermis:
— Bir cumhuriyetçi...
 
SaMeT46 Harbi Aktif Üye
Istanbul’da tahsil terbiye görüp iyi bir sair oldugunu duyurmasından sonra,
Urfa’dan bir tanıdıgı Istanbul’a kendisini ziyarete gelmis. Urfalı bu vatandas, Nâbî’nin saraya gidip geldigini, padisahın dostlugunu
kazandıgını görünce kendisini de bir defa saraya götürmesini, padisahı göstermesini istemis Nâbî, hemsehrisini, söz ve
davranıslarına dikkat etmesi, kendisini mahcup etmemesi konusunda uyararak götürmeyi kabul etmis. Saraya gidip huzura
alındıklarında, padisah, Nâbî ile birlikte misafirine de itibar göstermis. Bu arada kendilerine lokum ikram ettirmis. Nâbî’nin
hemsehrisi lokumu alıp cebine koymus. Ayrılırken de, lokum bulasıgı elleriyle padisahın elini tutup öpmüs. Nâbî, hemsehrisinin
tutumundan son derece mahcup olmus. Bu olay üzerine su beyti söylemis:
“Nâbî’yi Nâbî yapan hüsn-i nazar,
Urfa’nın köylüsünde nezaket ne gezer!”
Hüsn-i nazar: Kibarlık, nezaket.
KAMUOYU
Namık Kemal, kötü bir havada kayıkla Besiktas’tan Üsküdar’a geçiyormus. Deniz bir ara iyice azmıs ve kayıgı alabora
etmeye baslamıs. Namık Kemal, "ah" "vah" diye korku belirtileri göstermis. Kendisine refakat etmekte olanlardan biri büyük
saire sitem etmis:
— Üstadım, biz de kayıktayız; bizimki de can. Yalnız siz niye telas ediyorsunuz?
Namık Kemal, yazı ve konusmalarıyla milletin sesini duyurmaya çalıstıgını hissettirecek su karsılıgı vermis:
— Kendi canımı, sizin canınızı düsündügünüzün çeyregi kadar düsünmem. Benim endisemin sebebi, bu kayık batarsa
onunla birlikte kamuoyunun da batacak olmasıdır.
TAS
19. yüzyıl âlim ve sairlerinden Gaziantepli Hasırcızade Mehmet Aga, devrinin en nüktedan kisilerinden biriymis. Dönemin
devlet adamlarından Fuat Pasa ile de tanısıklıgı olan Hasırcızade Mehmet, Pasayla görüstügü bir gün, gözü onun parmagındaki
yüzüge takılmıs. Fuat Pasa sormus:
— Tasına mı bakıyorsunuz?
— Evet Pasam.
— Elmastır.
— Ne faydası var, yani ne getirir?
— Yüzük tası ne getirecek Mehmet Aga?
— Benim de babadan kalma iki tasım var, senede yüz altın getirirler.
— Yaa, ne tası bunlar?
— Degirmen tası pasam.
GAZI
Hasırcızade’den bir gün, yeni Müslüman olmus yoksul bir gayrimüslim için yardım istemisler. Mehmet Aga da o zamanın
en degerli parası olan iki tane "El-Gazi" altını yardımda bulunmus. Fakat arkasından bir nükte savurmadan edememis:
"Müslüman oldu bir kâfir, sehit oldu iki Gazi."
AHALI KALMIYOR
Hiciv (yergi) edebiyatımızın unutulmaz isimlerinden birinin Sair Esref (1847-1912) oldugu süphesizdir. Esref yalnız bir
edebiyat adamı degil, aynı zamanda bir idarecidir. Çesitli ilçelerde maceralı kaymakamlık yasamı vardır. Esref, Abdülhamit
yönetimini, bu yönetimde kaymakamlıklarda bulunmus olmasına ragmen en agır hicivlere hedef yapmaktan çekinmemistir.
Bu konudaki bir dörtlügü söyledir:
“Padisahım bir dirahta döndü kim güya vatan,
Her gün bir baltadan bir sahı hâli kalmıyor.
Gam degil amma bu mülkün böyle elden gitmesi,
Git gide zulmetmeye elde ahâli kalmıyor.”
Diraht: Agaç.
Sah: Dal.
Hâli: Uzak.
KÂMIL ESEK
Esref, Izmir’in kazalarından birinde kaymakamken, Izmir valisi olan Kâmil Pasa, o kazaya teftise gelmis. Vali kazaya
geldiginde Esref bir esegin sırtında tur atıyormus. Esrefi o halde gören Kâmil Pasa, Esrefin dikkatini çekmis:
— Aman dikkat et Esref, esek seni düsürmesin!
— Meraklanmayın pasam, esek kâmildir.
Kâmil: Olgun, egitimli.
AYNI YÜZLE
Sair Esref, kaymakamlıgı sırasında, basına buyruk hareket eder, vali pasanın direktiflerine pek aldırmazmıs. Vali, Esrefin
bu tutumuna karsı tahammülünün iyice azaldıgı günlerden birinde bir maruzat için huzuruna çıkan Esrefi paylamıs:
— Hangi yüzle benim karsıma çıkıyorsun Esref?
Esref hiç sükûnetini bozmamıs:
— Hangi yüzle olacak pasam, Allah’ın huzuruna çıkacagım yüzle.
 
SaMeT46 Harbi Aktif Üye
NE OLMAK ISTIYOR
ABD Basbakanlarından James Garfield (öl. 1881) baskan olmadan önce bir kolejin müdürüymüs. Bir gün bir anneçocugunu koleje yazdırırken bir ricada bulunmus:
— Müdür Bey, dersleri biraz daha basitlestiremez misiniz? Benimki derslerin hepsini takip edemez. Koleji de bir an önce
bitirmek istiyor.
Garfield cevap vermis:
— Evet hanımefendi bu mümkündür. Önce çocugunuzun ne olmak istedigini söyleyin. Malum ya Tanrı bir meseyi yüz
yılda yetistirirken bir kabak için iki ayı yeterli görüyor.
ILIM BASKA IRFAN BASKADIR
Birinci Dünya savası ve Milli Mücadeleden bu yana dogmus, büyümüs, yasamıs, az çok tahsil görmüs olup da "Milli
Edebiyat" akımının öncüsü, Türk hikayeciliginin piri Ömer Seyfettin’in (1884-1920) bir kitabını, hiç degilse bir iki hikayesini
okumayan Türk insanı yok denecek kadar azdır. Ömer Seyfettin, basarılı hikâyeciliginin yanı sıra, bazı konularda kuvvetli
gözlemleri de olan bir Türk aydını idi. Onun bu gözlemlerinden biri de, Türk halkının okumamıs bile olsa irfan sahibi oldugu,
sagduyusu ile okumusların bile kavrayamadıgı bazı gerçekleri kavradıgı yolundaydı. Ömer Seyfettin bunu anlatmak için, "Azizim,
Türk halkı âlim degildir, ama ariftir." sözünü sık sık tekrarlarmıs.
Ülkede birçok zorunlu ihtiyaç maddesi yüzünden sıkıntı çekildigi, bazılarının karneye baglandıgı, bazılarının ise temelli
yok oldugu I. Dünya Savası sonrasında, Ömer Seyfettin Batı Anadolu vilayetlerinden birinde bir lisede ögretmenmis. Bir gün
ögretmenler odasına müjdeli bir haberle girmis:
— Arkadaslar, gözünüz aydın, Avusturya, Türkiye’ye vagonlar dolusu seker gönderiyormus!
Bunun üzerine bütün ögretmenler:
— Yasasın, bundan sonra çayımızı, kahvemizi adam gibi içecegiz, diye sevinç çıglıkları atmıs.
Ömer Seyfettin bu sahnenin hemen arkasından okulun bas hademesini ögretmenler odasına çagırmıs ve herkesin
huzurunda ona da:
— Hasan Efendi, haberin var mı, Avusturya bize vagonlar dolusu seker gönderiyormus, demis.
Hasan Efendi kendini toparlayıp terbiyeli bir eda ile cevap vermis:
— Inanmayın beyim, palavradır bunlar, bu kıtlıkta Avusturya seker bulsa kendi yer!
Hasan Efendinin bu tepkisi üzerine Ömer Seyfettin çıglık atmıs. Ellerini çırparak söyle demis:
— Gördünüz mü arkadaslar, ben bosuna demiyorum, "Türk halkı âlim degildir ama ariftir." diye. Ben bir yalan uydurdum
"Avusturya bize seker gönderiyor" diye, siz okumuslar hemen inandınız. Ama gördügünüz gibi Hasan Efendi yutmadı. îste Türk
halkı birçok gerçegi böyle sagduyusu ve irfanı ile kesfetmistir.
ONA ÇIKILMAZ INILIR
Yazar ve edebiyatçılarımız arasında en fazla nüktesi bulunan kisinin Süleyman Nazif (1869—1927) olduguna sanıyoruz ki
kimsenin süphesi yoktur. Kurtulus Savası öncesinde Istanbul’a asker çıkaran Ingiliz ve Fransızların aleyhine, "Piyer Loti
Hitabesi"nde agır sözler söyledigi için bazı Türk büyükleri ve Ingilizler tarafından Malta Adasına sürülen Süleyman Nazif, yürekli
bir vatanperverdi de.
Süleyman Nazif in en zıt oldugu kisilerden biri Abdullah Cevdet’mis. Esas meslegi doktorluk olan fakat hep yazarlıkla
mesgul olmus bulunan Abdullah Cevdet’in aleyhine kullanılabilecek her fırsatı Süleyman Nazif degerlendirirmis.
Süleyman Nazif bir gün Bab-ı Âli yokusunda bir tanıdıgına rastlamıs, ona nereye gittigini sormus. Tanıdıgı:
— Abdullah Cevdet’e çıkıyorum, diye cevap vermis. Süleyman Nazif bu cevap üzerine tanıdıgına kızmıs:
— Abdullah Cevdet’e çıkılmaz, inilir; çünkü o yüksek degil, alçak biridir!
ABDULLAH CEVDET VE DIN
Abdullah Cevdet, zamanında dinsizligi ile tanınan ve böyle tanımasından da gocunmayan biriymis. Süleyman Nazif e bu
konuda ne düsündügünü sormuslar, su cevabı vermis:
— Abdullah Cevdet’in dinsizliginden anlayın ki din iyi bir seydir. Eger din kötü bir sey olsaydı Abdullah Cevdet dindar
olurdu.
SAMIMIYET
Süleyman Nazif e bir gün, Abdullah Cevdet’in nasıl bir adam oldugu sorulmus. Süleyman Nazif bu soruya "Çok samimi
adamdır, sîretini suretinde tasır." diye cevap vermis.
(Abdullah Cevdet’in, çiçek bozugu suratı sebebiyle çirkin bir görünüsü varmıs. Içinin kötülügünü dısına da yansıtmıstır,
demek istemis.)
BEN DE BITIRECEKSINIZ DIYE KORKUYORDUM
Abdullah Cevdet, bir ara Shakespeare’in bütün eserlerini Türkçe’ye çevirmeye baslamıs. Bir iki çevirisini yayımlamıs.
Fakat çeviriler hiç basarılı degilmis. Shakespeare’in eserlerine lâyık bir tercüme yapamamıs. Abdullah Cevdet bu tercüme isine
devam ettigi bir sırada bir gün Süleyman Nazif’e demis ki:
— Nazif, biliyor musun, su Shakespeare’i çevirme isini bitirmeden ölecegim diye korkuyorum.
Süleyman Nazif bu yakınmadan yararlanarak kendi korkusunu açıklamıs:
— Abdullah Cevdet, ben de tam aksine Shakespeare’i çevirme isini ölmeden önce bitireceksin diye korkuyorum. Herkes
Shakespeare’in eserlerini ölümsüz diye bilir, sen onları Türkçe’ye çevirmekle ölümlü olduklarını ispatladın!..
 
SaMeT46 Harbi Aktif Üye
GECE YATISI
Süleyman Nazif’in Abdullah Cevdet’i igneleme merakı dostları tarafından ölümünden sonra bile sürdürülmüstür, I.Alaaddin
Gövsa bir gün su olayı anlatmıs:
Abdullah Cevdet, Süleyman Nazif’in kabrini ziyarete gitmis. Bu sırada Süleyman Nazif mezardan basını kaldırıp,
"Aramızdaki kırgınlıga ragmen beni ziyaret etmenden son derece memnun kaldım. Fakat bu kadarla yetinmeni istemem, seni
muhakkak gece yatısına da beklerim." demis.
SIZ NEHRI
Degerli edebiyatçı Abdülhak Sinasi Hisar, çok nazik bir insanmıs. Hiç kimseye "sen" diye hitap etmezmis. Kardesiyle
bile "siz" diye konusurmus. Süleyman Nazif, Abdülhak Sinasi Hisar’ın agzından hiç sen lafı çıkmadıgını görünce biraz da alay
olsun diye sormus:
Yahu Abdülhak Sinasi, sen zaman zaman Paris’e gider orada kalırsın. Acaba orada Sen (Sein) nehrine de mi "siz" nehri
diyorsun?
IKI DIL
Süleyman Nazif in oglu Sait Nazif, çocukken babasına sormus:
— Baba, Fransızca’yı sen mi iyi bilirsin, yoksa Victor Hugo mu?
Süleyman Nazif, oglunun gözündeki degerini yitirmemek, Victor Hugo’nun da hakkını yememek için söyle cevap vermis:
— Victor Hugo Fransızca’yı benden iyi bilir; ama ben de Türkçe’yi ondan iyi bilirim.
DOGRUSU
Sedat Simavi, çıkarmakta oldugu "Resimli Gazetece, yazıdan çok resme agırlık veriyormus; yazarlara da, yazılarını
mümkün oldugu kadar kısa tutmaları ricasında bulunuyormus (resimlere fazla yer kalsın diye). Süleyman Nazif, Sedat Simavi’nin
bu anlayısla çıkardıgı gazete için:
— Bu aslında Resimli Gazete degil, Gazeteli Resim, dermis.
GEREKSIZ
Süleyman Nazif Basra valisi iken, belediye baskanı olan zat bir gün S.Nazif e sehrin mezarlıgının etrafını bir duvarla
çevirme projesinden bahsetmis. S. Nazif, düsüncesini söyle açıklamıs:
— Bana göre gereksiz masrafa girmektir. Çünkü dısarıdakiler mezarlıga girmek istemezler. Mezarlıktakiler de zaten
dısarı çıkamazlar...
ZULÜM
Süleyman Nazif, Türkçe’nin azınlıklar tarafından bozuk telaffuzla konusulmasına hiç tahammül edemezmis. Özellikle
Ermenilerin Türkçe’yi çok kötü konustuklarına tanık olurmus. Bunu anlatmak için söyle dermis:
— Ermeniler, Türklerin kendilerine zulüm yaptıgını iddia ediyorlar. Bunun ispatı zordur. Fakat bu dogru bile olsa, bunun
acısını dilimize yaptıkları zulümden fazlasıyla çıkarıyorlar.
ASLANIN AGZINDAKI EKMEK
Daha çok yazar olarak tanınan, fakat aynı zamanda degerli bir tarihçi ve besteci olan Ahmet Rasim (1862-1932),
yasamının son senelerinde geçim sıkıntısına düsmüs. 1927’de, belki yardım eden olur da bir ekmek kapısı bulurum diye
Ankara’ya gitmis. Atatürk’ün yakınında bulunan bir tanıdıgı da Ahmet Rasim’in bu durumunu biliyormus. Bir aksam Atatürk’ün
sofrasında bu konu açılmıs. Atatürk, Türk kültürüne uzun yıllar hizmet etmis bir yazarın geçim sıkıntısına düsmesinin çok acı
oldugunu söylemis. Adamlar gönderip Ahmet Rasim’i kaldıgı otelden aldırıp köske getirtmis. Masada kendi yanına oturtturup
iltifatta bulunmus. Sonra:
— Acaba bos bulunan Istanbul milletvekilligini kabul buyurur musunuz, diye milletvekilligi önermis.
Ahmet Rasim çok duygulanmıs. Kalkıp Atatürk’ün elini öpmüs ve saygılı bir eda ile su zarif espriyi yapmıs:
— Simdi anladım ki ekmek gerçekten aslanın agzındaymıs.
ESEGE ISLIK
Yüzyılımızın ilk yansında en agır hicivleri yazmasıyla tanınan Neyzen Tevfik (1879-1953), adından da anlasılacagı üzere
çok güzel de ney çalarmıs. Esprili sözleriyle ve neyiyle sohbet meclislerinin de en aranan kisisiymis. Üstelik bu meclisler çogu
zaman kalburüstü kisilerin, sanat ve edebiyat adamlarının, devlet adamlarının meclisleri olurmus. Yine böyle bir meclisinin
baslangıç anlarında Neyzen Tevfik’e saygı, ilgi ve ikram gırla gidiyormus. Fakat mecliste bulunanlar bir müddet içip sızmaya
basladıktan sonra Neyzen’e ilgi azalmıs, sonunda sıfıra inmis. Buna alınan ve kızan Neyzen Tevfik bir sigara paketinin arkasına
su dörtlügü yazarak orayı terk etmis:
“Sanmayın ustalıkla sarf ederim sanatımı,
Ney elimde suyu durmus kuru musluk gibidir.
Içki meclislerinde sarhosların saza vurgun olusu,
Nazarımda su içen esege ıslık gibidir.”
ANCAK ÖLÜM
Mehmet Akif in Beylerbeyi’nde, dostu Mithat Cemal Kuntay’ın da Çapa’da oturdugu yıllardaki bir kıs günü Akif, M.
Cemal’i evinde ziyaret etmek üzere söz vermis. Fakat tam belirlenen ziyaret gününün gecesinde yogun bir kar yagmıs ve bütün
Istanbul beyaz örtüyle kaplanmıs. Karla birlikte ortaya çıkan fırtına, sehir içindeki deniz ve kara trafigini âdeta felç etmis. Bırakın
Beylerbeyi’nden Çapa’ya gitmeyi, aynı mahallede evden eve gitmeyi bile zorlastırmıs. M. Cemal, böyle bir havada Akif in gelmesinin imkânsız oldugunu düsünerek kendi islerine dalmıs. Ögle ile ikindi arası bir saatte ve gün içinde ilk defa olarak kapı
çalınmıs. M. Cemal kapıyı açtıgında soguktan bıyıkları donmus, üstünde biriken karlarla canlı bir kardan adama dönmüs vaziyette
Akif’i görünce tam bir saskınlıga ugramıs. Hemen Akif’i içeri alıp biraz rahatlattıktan sonra sormus:
— Üstadım, ulasımın felce ugradıgı, insanın evinden dısarı çıkmaya korktugu böyle bir havada niçin geldin? Gelmemen
için geçerli mazeretin vardı.
Verdigi cevap Akif’in ne kadar prensip sahibi oldugunun, iyi yetismis bir Avrupalıyı bile hayran bırakabilecek bir
dürüstlügün belgesidir.
— Gelmemem için tek bir sey geçerli mazeret olurdu: Vefat etmem!..
 
SaMeT46 Harbi Aktif Üye
CIMRININ BÖYLESI
Neyzenle Mehmet Akif, zaman zaman dostları olan çok zengin, emekli bir pasayı ziyaret ederlermis. Bunu bilen
tanıdıkları Neyzen’le Akif e, pasayı ziyaretlerinden sonra ondan dünyalık kopardıklarını sanarak:
— Hadi yine isiniz is, köseyi döndünüz, derlermis
Halbuki adam kimseye zırnık koklatmayan, asın derecede cimri biriymis. Neyzen bunu anlatmak için,
— Pasa tükürügüne sinek konsa onun bile ayagını yalamadan salıvermez, demis.
AYNI
Iki gözü de görmeyen bir dostu bir gün Neyzen’e sormus:
— Memleketin durumunu nasıl görüyorsun? Neyzen cevap vermis:
— Aynen senin gördügün gibi...
CEVDET KERIM
1930’lu 40’lı yılların ünlü politikacılarından Cevdet Kerim, bir yaz aksamı, köskünün bahçesinde sofra kurdurmus,
tanınmıs politikacıları, sanatçı ve edebiyatçıları da davet etmis; müzik esliginde yiyip içip egleniyorlarmıs. Bu esnada oradan
geçmekte olan Neyzen Tevfik bir müddet bu âlemi seyrettikten sonra kendi kendine mırıldanmıs:
— Rızk için Allah kerim, zevk için Cevdet Kerim.
EV
Abdülhak Hamit, bir gün Beyoglu’nda kendi adı verilmis olan bir sokaktan geçerken içini çekerek söyle demis:
— Aah, ne olurdu su sokaga benim adımı vereceklerine, buradan bana bir ev verselerdi!..
IT
Harf devriminden sonra bazı sözcüklerin yazımında dogal olarak tereddütler ortaya çıkmıstı. Bu ortamda bir tanıdıgı
Abdülhak Hamit’e "Hamit" kelimesinin son harfinin "t" ile mi, "d" ile mi yazılacagını sormus. A.Hamit, son harfin "d" olacagını
kızgın ve sikâyetçi bir eda ile söyle ifade etmis:
— Adımın basına bir "ham" getirdikleri yetmiyormus gibi sonuna bir "it" ekletemem!..
DEVLET GIBI ADAM
Ünlü ressam Namık Ismail’in, 1920’li yıllarda, hem son model spor bir arabası, hem de yat sayılabilecek büyük bit
teknesi varmıs. O yıllarda bunların ikisine birden sahip olanların sayısı üçü besi geçmezmis. Ahmet Hasim (1885-1933) Namık
Ismail’in bu saltanat içindeki halini söyle ifade edermis:
— Devlet gibi adam, hem kara kuvvetleri var hem deniz kuvvetleri!..
YALNIZ FIKIR
Ahmet Hasim, keyfi yerinde oldugu zaman güzel espriler yapabilecek zekâ ve zarafete sahip bir entelektüeldi. Bunun
çok örnekleri görülmüstür. Çagdası, yazar ve sair Sahabettin Süleyman kendisine bir gün söyle demis:
— Hasim, biliyor musun, birkaç gündür kafamda önemli bir fikir saklıyorum.
Ahmet Hasim su görüsü açıklamıs:
— Aman, onu daha fazla tutma! Zavallı tek basına kim bilir nasıl sıkılır?
TAVSIYE
Ilk meclisteki milletvekilligi sırasında Mehmet Akif i (1873—1936) ziyarete gelen dostları kendisine, o günlerde isimleri
çok geçen bazı devlet adamları hakkındaki düsüncelerini sormuslar. Akif in cevabı bir tavsiyeden ibaret olmus:
— Ülke geleceginden ümit kesmek istemiyorsanız büyük adamları yakından tanımayınız.
HABER
Mehmet Akif, Mısır’da ikamet ettigi 1930’lu yıllarda Türkiye’den uzun süre haber alamamıs. Neden sonra aldıgı bir
mektupta ise annesinin öldügü bildirilip bassaglıgı dileniyormus. Akif, bu mektubu gönderen yakın dostuna haklı bir sitemde
bulunmus:
— Yahu sizden bir haber çıkması için bizim evden cenaze çıkması mı gerek?
BEYIT
Akif’in dostlarından Mithat Cemal, yazarlıgı kadar sairligi ile de tanınır. Bir gün Mehmet Akif, Mithat Cemal’le birlikte onun evinin önüne gelmisler. Akif, M. Cemal’e evini göstererek:
— Iste senin en güzel beytin, demis.
(Beyit, Arapça’da hem ev, hem de iki dizelik siir anlamına geliyor.)
 
SaMeT46 Harbi Aktif Üye
AKIF’IN IHTIYARLAMASI
Akif, ölümsüz eseri Safahat’ın son cildi olan Gölgeler’i basma isini, Matbaatü’s Sebab (Gençlik Matbaası) adında bir
basımevine vermis. Fakat bu basımevi sözü edilen eseri basma isini o derece savsaklamıs, o kadar uzatmıs ki Akif; evi, isi ve
matbaa arasında aylarca mekik dokumaktan bezmis, usanmıs. Akif bu durumu anlatmak için söyle dermis:
— Seyyebetnî Matbaatü’s-Sebab.
(Gençlik Matbaası beni ihtiyarlattı).
DEVLET BILE ALAMADI
Akif, Halkalı Baytar Mektebindeki hocalıgı sırasında bir gün, okula Istanbul’dan gidip dönen ögrencilerin, aralarında, "Ben
yedi trenini aldım, ben yedi otuz trenini aldım..." gibi konusmalarına sahit olmus. (Demek ki "binmek" yerine "almak" seklinde
Fransızca taklidi kullanıs o zamandan beri varmıs. Bugün de bazı çevrelerde çay veya kahve içmek yerine, çay veya kahve
almak; banyo yapmak yerine, banyo almak gibi ifadeler kullanılmakta ve haklı elestirilere hedef olmaktadır.)
Türk Edebiyatı hocası Akif, gençlere bu taklit kokan konusmalarının dilimiz açısından yanlıslıgını uzun izah etmek yerine
söyle demis:
— Çocuklar, o trenleri henüz koca Türk devleti bile alamadı, siz nasıl aldınız?
YENI NESLIN MARIFETI
Mehmet Akif, çok sevdigi, saydıgı, Safahat’ında kendisinden bahsettigi, kisiligini idealize ettigi Bosnalı Ali Sevki Hoca ile
bir gün, Vefa Bozacısında bulusmak üzere randevulasmıs. Mehmet Akif randevusuna her zaman oldugu gibi tam vaktinde gelmis.
Ali Sevki Hoca ise bir hayli rötar yapmıs. Akif:
— Üstadım hayırdır, niçin geciktiniz? Randevunuza geç kalmak sizin mutadınız (âdetiniz) degildir, diyerek bir açıklama
istemis.
Ali Sevki Hoca, Küçük Pazar’dan Vefa’ya çıkan yokusu kastederek:
— Azizim, su Vefa’ya çıkan dik yokus yok mu, onu çıkana kadar kaç sefer dinlenmek zorunda kaldım. Yas ilerledi, artık
bizden is geçti, diye özür beyan etmis.
Akif en güzel esprilerinden birini Hoca’nın bu açıklaması üzerine yapmıs:
— Üstadım sizin hiç haberiniz yok mu? Yeni nesil o yokusu dümdüz etti!..
AVRUPALI VE ISLAM
Mehmet Akif in I. Dünya Savası yıllarında bazı incelemelerde bulunmak üzere Avusturya ve Almanya’ya bir seyahatte
bulundugu bilinmektedir. Resmi yönü de olan bu seyahat sebebiyle Akif, Avrupa’yı ve Avrupalıyı daha yakından görüp tanıma
fırsatı bulmus; çok degerli gözlemlerle Türkiye’ye dönmüstür. Onun gözlemlerinden biri de bir soru üzerine ifade ettigi su görüstür:
— Avrupalı dedigimiz insanların dinleri islerimize, isleri de dinimize benziyor.
DEDI DE DEDI
Sair Halil Nihat Boztepe (1882-1949) Trabzon askeri rüstiyesinde ögrenci iken, Arapça dersinde hoca, okunan metinde
geçen "Kâle Resulullah" ifadesini, peygambere hürmetle bagdassın diye hep "Peygamber buyurdu ki" dîye tercüme ediyor,
talebeler de aynı seyi yapıyormus. Baska bir Arapça dersinde geçen "Kâle’s-sâiru" sözünü de ögrencinin biri "Sair dedi ki
yerine", "Sair buyurdu ki" diye çevirmis. Birkaç sefer buna ses çıkarmayan hoca en sonunda patlamıs:
— Ulan senin sair dedigin peygamber mi ki, buyurdu diyorsun! O da senin gibi sersemin biri! Buyurdu degil, dedi de,
dedi!
BAKAN, GÖREN
Bakanlık, hemen her Türk politikacısının gönlünde yatan bir aslandır. Çogu politikacı için de maalesef sadece bir amaçtır.
Bakanlık amaç olunca vatandasın derdi de, ülkenin sorunları da ıskalanıyor. Buna üzülen Halil Nihat Boztepe söyle dermis:
— Arkadaslar, bize bakan degil gören lâzım...
YÜKSEK YER
Bir dostu, "Üç Istanbul’un yazarı Mithat Cemal’e (1885-1956) saçlarının agardıgını anlatmak için:
— Tepeye kar yagmıs, demis. Mithat Cemal:
— Dogrudur, yüksek yerlere vakitsiz yagar, diye karsılık vermis.
BAS ÜSTÜNDE TUTULMAK
Yasamı boyunca gazetecilik, yazarlık ve siyaseti birlikte yürütmüs olan Hüseyin Cahit Yalçın (1864-1957), gazeteci
olarak bir Arap ülkesine yaptıgı bir ziyaret sırasında, önceden ahbaplıgı olan bir Arap aristokratını Türkiye’ye davet etmis. Adam
bunu çok istedigini, ama birkaç kelime dısında Türkçe bilmedigini söylemis. H.Cahit, Arap dostuna, bildigi Türkçe sözlerin neler
oldugunu sormus. Adam, "Nasılsınız, tesekkür ederim, evet efendim, emriniz olur efendim..."gibi birkaç sözü saymıs.
H.Cahit, ahbabını yüreklendirmis:
— Oooh dostum, sen bildigin bu sözleri yerli yerinde kullanırsan bizim memlekette bas üstünde tutulursun!..
ANCAK BEDENEN
Atatürk’e en yakın yazarlardan biri olan Rusen Esref, Yahya Kemal’in ilk meclise milletvekili olarak atanmasını
hazmedemez. Bir yerde:— Yahya Kemal bu ülkeye manen ve fikren ne kadar hizmet ettiyse biz de bedenen o kadar hizmet ettik, demis.
Bu sözü isiten Yahya Kemal, Rusen Esrefin iri vücuduna isaret ederek:
— Zaten baska türlü hizmet edemezdi, diye tepki göstermis.
 
SaMeT46 Harbi Aktif Üye
ANKARA’NIN SEVILEN YANI
Yahya Kemal’in Istanbul’a hayranlıgı herkesçe bilinir. Siir ve yazılarının büyük çogunlugunun konusu Istanbul’dur. Onun
için Istanbul’dan ayrı olmak sevgiliden ayrı olmak gibidir.
Yahya Kemal, su veya bu nedenle Ankara’da ikamet etmek zorunda kalınca, Istanbul burnunda tütermis. Sormuslar
kendisine:
— Üstat, Ankara’nın sevdiginiz bir yanı yok mu?
— Var, demis, Ankara’nın Istanbul’a dönüsünü severim.
KÜÇÜK SEYLER
Ne kadar haklı olursa olsun, elestirileri anlayısla karsılamak çok az insana nasip olan bir olgunluktur. Bu, ilim, irfan,
mevki sahipleri; sanat ve edebiyat adamları için de geçerli bir tespittir. Yahya. Kemal de büyük sairligine, yurt dısına yayılmıs
ününe ragmen bu olgunlugu gösteremeyen bir sanat ve edebiyat adamıdır. Bırakın elestiriyi, yarı saka yarı ciddi küçük
dokunmalara bile alınganlık gösterirmis. Bir gün kendisine yöneltilen basit bir elestiriyi hazmedemeyip öfke ile ileri geri konustugu
bir sırada bir dostu teselli etmek için söyle demis:
— Üstadım, ne var bu küçük elestiriye kızıp köpürecek? Üzerinde durulmaya degmeyecek kadar önemsiz Seyler bunlar.
Yahya Kemal dostunu terslemis:
— Insanı esas rahatsız eden bu küçük seylerdir. Koca bir dagın tepesine oturabilirsin de, bir ignenin tepesine
oturamazsın!..
TEK MANDA
1. Dünya Savası sonunda agır bir yenilgiye ugrayan Osmanlı devletinin ekonomisini kurtarma önerileri içinde Amerikan
veya Ingiliz mandasına girme önerisi de vardı. Yahya Kemal en çok bu öneri sahiplerine kızar ve söyle dermis:
— Sultan Fatih, Istanbul’u almak için döktürdügü toplardan her birini kırk mandaya çektirmisti. Bunlar ise koca
Imparatorlugu bir tek mandaya çektirecekler.
OTURULACAK YER
Tanınmıs yazarlarımızdan Ismail Habip Sevük, bir gazetede, il il Türkiye’yi tanıtıyormus. Yahya Kemal’in de bulundugu bir
mecliste söz bu yazılara gelmis. Yahya Kemal bu yazıların kötülügünü ya da illerimizi ne kadar sevimsizlestirdigini anlatmak için
orada bulunan Faruk Nafiz’e:
— Aman, bir yolunu bulup Ismail Habip’e Istanbul, Izmir ve Bursa’dan bahsettirmeyelim. Yoksa Türkiye’de oturacak yer
bulamayız, demis.
DAHA INSAFLI
Ünlü yazar Peyami Safa (1899-1961) romanlarından bazılarının müsterisi olan bir yayıncı ile konusuyormus. Yayıncı
sormus:
— Üstat, benim gözlerimden birinin takma oldugunu biliyor musun?
— Evet biliyorum.
— Ama hangisinin takma oldugunu biliyor musun? Peyami Safa:
— Evet biliyorum, demis ve "su" diye takma olan gözü göstermis.
Adam hayret etmis:
— Yahu nasıl anladın? Takma olmayan göze o kadar benzer ki...
— Çünkü daha insaflı bakıyor.
NADIR GÜLER
Ünlü Türk karikatüristi Cemal Nadir Güler’e (1902—1947) ahbabı bir gün:
— Senin adın Güler, ama suratın hep asık duruyor, demis.
Cemal Nadir cevap vermis:
— Evet benim adım Güler, ama Nadir Güler...
SADECE IYILIK
Gazete yazarlıgı ve radyo sohbetleriyle tanınan Nurettin Artam, çehre zügürdü biriymis. Bunu kendi de bilir ve
kabullenirmis. Bir gün tanıdıgı genç ve güzel bir gazeteci kızla karsılasmıs ve hatırını sormus:
— Nasılsın kızım, ne var ne yok?
— Iyilik, güzellik efendim. Siz nasılsınız?
— Valla bizden yalnız iyilik...
HANGI HANE?
Yüzyılımızın en büyük tarihçilerinden olan Ibnü’l-emin Mahmut Kemal înal’ın (1870-1957) bir gün, Istanbul Üniversitesi
Rektörü olan dostu Kazım Ismail Gürkan’la görüsmesi gerekmis. Bunun için rektörlügü aramıs, orada bulamamıs;
muayenehanesini aramıs, bulamamıs; evini aramıs, bulamamıs; hastahanede aramıs, bulamamıs. Bunun üzerine evine bir not
yazıp bırakmıs:
"Zatıâlinizi devlethanede, rektörhanede, muayenehanede, hastahanede aradım bulamadım. Acaba siz bunlardan baska
hangi hanelerde bulunursunuz?"
 
SaMeT46 Harbi Aktif Üye
HILTON
Sair ve yazar Arif Nihat Asya’nın (1900-1975) Istanbul’da, uluslararası standartlarda Hilton’dan baska otel bulunmadıgı
dönemlerde yazdıgı bir dörtlük söyle:
“Bir kafileyiz zavallıdan yoksuldan,
Nidelim üstün yaratılmıs kul kuldan;
Eller seyreder Istanbul’u Hilton ’dan,
Biz seyredeniz Hilton’u Istanbul’dan.”
ESNEK CAM
Arif Nihat Asya’ya egilir, bükülür, istenen biçime sokulabilir cam icat edildigini söylemisler.
Bu habere tepkisi söyle olmus
— Desenize, camı da en sonunda kendimize benzettik.
GÖLGE ET
Arif Nihat Asya, Sinoplu Diyojen’in söyledigi ünlü "Gölge etme, baska ihsan (iyilik) istemem!’" sözünü; ortamın ve
çevrenin insan yasamındaki etkisini anlatmak için söyle söylermis:
— Çölde Diyojen’e rastladım, gölge et, baska ihsan istemem, dedi.
GÖNÜLDEKI KEDILER
"Herkesin gönlünde bir aslan yatar." atasözümüz—den hareketle A. N. Asya söyle dermis:
— Her gönülde bir aslan yatar, diyenlere inandım, gönülleri dolasmaya çıktım. Içinde kediler, tavuklar, çakallar yatan;
yılan, çıyan, solucan yuvalı gönüller kesfettim.
ILERI IÇIN
Demokrat partinin önde gelen isimlerinden olan ve çesitli bakanlıklar yapmıs bulunan Tevfik Ileri, Yassı—ada
yargılamalarından bir süre sonra vefat etmisti. Onun ölümü üzerine eski DP’liler, bu arada DP’ye oy veren vatandaslar çok
üzülmüsler. Cenazesi çok kalabalık olmustu.
DP’ye muhalif basın, cenazeye iliskin haberi:
— Gericiler T. Ileri için çok agladılar, diye vermis.
O. Yüksel, bu haber veris tarzı üzerine söyle yazmıs:
— Biz ’Ileri’ için o kadar agladık; nasıl gerici diye suçlanırız?
ARABA MARKASI
Osman Yüksel Serdengeçti, bir divan sairinin, "Yeri geldiginde, fırsat çıktıgında kendimi bile hicvetmezsem namerdim"
anlamındaki sözlerini hatırlatır sekilde; yerinde, sırasında kendisini ve sorunlarını espri konusu yapmaktan çekinmez.
Yakalandıgı parkinson hastalıgının belirtilerinden biri de titremedir. Özellikle ellerin, kolların titremesi çok göze batıcıdır.
O. Yüksel kendindeki bu belirtileri görüp üzülen dostlarına söyle dermis:
— Atalarımız, ’Ey Türk titre ve kendine dön!’ diye buyruk verdiler. Biz de buna uyarak öyle bir titredik ki bir daha
kendimize dönemedik.
***
Yine parkinson hastalıgı için su espriyi yaparmıs:
— Araba markası gibi isim. Insan bunun bir hastalık adı oldugunu bilmese, keske benim de bir parkinsonum olsa
demekten kendini alamaz.
MAKAM ARABASI
CHP iktidarının son yıllarında Diyanet Isleri Bakanlıgı yapmıs olan hemsehrisi Ahmet Hamdi Akseki’ye, dönemin
hükümeti bir makam arabası tahsis etmis. O. Yüksel bunu duyunca hemsehrisine takılmıs:
— Hocam, artık sıratı da bu arabayla geçersin!
DIGERI KIMMIS?
Tanınmıs birçok büyük sanatkârda oldugu gibi Necip Fazıl’da da (1904-1983) üstünlük kompleksi varmıs. Bir gün
kendisine, Fransa’da yeni yayınlanan bir ansiklopedide Türkiye’den sadece iki saire yer verildigini söylemisler. Necip Fazıl hemen
sormus:
— Digeri kimmis?
ÇÜNKÜ SIZ YAPMADINIZ
Necip Fazıl’la yakınlıgı ve dostlugu olan Prof. Ayhan Songar, Üstatla bir sohbeti sırasında, televizyonda yaptıgı programı
seyredip seyretmedigini sormus. Necip Fazıl:
— Gördüm, demis. Ayhan Songar:
— Tabii begenmediniz, diye eklemis. Necip Fazıl afallamıs:
— Nereden anladın?
— Çünkü siz yapmadınız...
ARABA
Necip Fazıl’a sormuslar:
— Üstat, sizin özel arabanız yok mu? Cevap vermis
— Olacak ve ona en son binecegiz.
 
SaMeT46 Harbi Aktif Üye
KIM BU ADAM?
Gazeteci Sinasi Nahit Berker (1920-1996), Inönü’nün Cumhurbaskanlıgı yıllarında, istedigi zaman Köske girip çıkma
ayrıcalıgına sahip sayılı insanlardan biriymis. Gazeteci olarak Cumhurbaskanı ile istedigi zaman görüsebilirmis.
Sinasi Nahit her gün Çankaya yokusu üzerindeki bir otobüs duragında, isinin bulundugu Ulus tarafına gitmek için otobüs
beklermis. Bir gün böyle otobüs beklerken önlerinden Cumhurbaskanının makam arabası geçmis. Makam soförü, Sinasi Nahifi
görünce geri geri gelip:
— Sinasi Bey, Sinasi Bey, buyurun ben sizi götüreyim, diye seslenmis.
Sinasi Nahit de hemen kosup binmis. Makam soförü:
— Arabayı bakıma götürüyorum, sizi de gideceginiz yere bırakayım diye düsündüm, demis.
Ertesi gün Sinasi Nahit, her zamanki gibi duraga geldiginde, her gün kendisiyle beraber otobüs bekleyenlerin gözleri
üzerinde odaklanmıs. "Cumhurbaskanının makam arasına davet edilen bu adam acaba kim?" gibilerden. Bu meraklı ve
arastırmacı bakıslar, Sinasi Nahifin bir baska kamu malı arabasına davet edilmesine kadar sürmüs.
Sinasi Nahit, yine durakta bekledigi bir gün, bir çöp kamyonu Sinasi Nahit’in önünde durmus, soför:
— Sinasi abi buyur, gideceginiz yere sizi ben götü—reyim, demis.
Sinasi Nahit de atlamıs soför mahalline gitmisler. Çöp kamyonunun soförü de Sinasi Nahit’i çöpçülerin sorunlarıyla ilgili
bir röportaj yapması dolayısıyla tanıyormus. Sinasi Nahit çöp kamyonuna bindiginin ertesi günü duraga geldiginde hiç kimse
yüzüne bakmıyor, "Bu adam kim?" diye bir merak eseri göstermiyormus.
USTA BINICI
Sokrat, geçimsizligi ile ün yapmıs karısı için kendisine:
— Bu kadına niçin katlanıyorsunuz; nasıl tahammül ediyorsunuz, diyenlere söyle cevap verirmis:
— Binicilikte usta olmak isteyenler, en huysuz atı idare etmek zorundadır.
UTANÇTAN KURTULMA
Bilindigi gibi halk tabakası ilk defa eski Yunan ve Roma’da bugünküne benzer bazı demokratik haklar elde etmisti. Halk,
politik etkinliklere katılır, düsüncelerini açıklayabilirdi. Bu sırada birçok halk hatibi türemisti. Bunların en büyüklerinden biri olan
Antistenes (M.Ö. 444 - 365) bir gün Atinalılara söyle seslenmis:
— Ey Atinalılar, hiç vakit kaybetmeden bütün eseklerin at oldugunu ilan edelim...
Kalabalık biraz hayret, biraz merakla sormus:
— Ne yararı olacak bunun?
— Hiç degilse esekler tarafından idare edilmek utancından kurtulmus oluruz.
DIKENLERINI HISSEDIYORUM
Ingiliz sairi Milton (1608-1674) gözlerinin âmâ olmasından sonra yeni bir evlilik yapmıs. Kendini ziyaret eden bir dostu,
saire yeni hanımının nazik ve bir gül kadar güzel oldugunu söylemis.
Milton:
— Haklısınız, demis, her ne kadar gülü görmüyorsam da dikenlerini hissediyorum.
AZ DUYULMUS SEYLER
Filozof Voltaire’e ( 1694-1778) bir Fransız prensesi bir toplantıda çıkısmıs:
— Sen sagda solda benim iffetim hakkında konusuyormussun, öyle mi?
Voltaire açık konusmus:
— Bunda bir yanlıslık olmalı matmazel, çünkü ben daima az duyulmus seyleri konusurum.
ESERIN ESERI
Alexandre Dumas Fils’in "Kamelyah Kadın" adlı ünlü eseri, tiyatroda temsil edildigi zaman büyük sükse yapmıs. Eserin
ilk temsil edildigi gece, yazarın babası Alexandre Dumas Pere’de (1802—1870) seyirciler arasındaymıs. Temsil bitince
seyircilerden biri eseri A. Dumas Pere’in sanarak kendisine yaklasıp:
— Üstat, sizi yürekten kutlarım, eseriniz bir harikaydı, demis.
Dumas Pere yanlıslıgı düzelterek cevap vermis:
— Bu, benim eserim degil, eserimin eseri.
YA SÖYLEYEMEDIGIM
Bernard Shaw, 20. yüzyılın baslarında, bir yazar ve düsünür olarak sürekli hürriyetsizlikten bahsediyor, vatandası oldugu
imparatorluk için de "Batsın bu imparatorluk" diye temennilerde bulunuyormus. Bir gün, dönemin bir devlet adamı bir toplantıda
karsılastıgı Shaw’a laf atmıs:
— Içinde yasadıgın imparatorlugun batmasını isteyebildigin, bunu her yerde söyleyip yazabildigin halde hürriyetsizlikten
sikayet ediyorsun. Bu bir çeliski olmuyor mu?
Shaw cevap vermis:
— Siz benim neyi söyleyebildigimi biliyorsunuz. Ama neyi söyleyemedigimi de biliyor musunuz?
CANAVAR
Bernard Shaw bir gün avlanmak için gittigi ormanda yolunu kaybetmis. Çıkıs yolu ararken ormanın derinliklerinde tek bir
eve rastlamıs. Evin bahçe kapısında bir levha asılıymıs: "St. George ve Canavar!". Shaw yolunu ögrenmek için kapıyı çalmıs.
Uzun bir aralıktan sonra pencereye ürküntü veren bir görünüsle biri çıkıp çirkin sesle sormus.
— Ne istiyorsun? Shaw:
— Ben, demis, St. George’la görüsmek istiyordum.
 
SaMeT46 Harbi Aktif Üye
SIZ DE YALAN SÖYLEYIN
Büyük Amerikan mizahçısı Mark Twain (1835-1910), bir toplantıda karsılastıgı kadına:
— Çok güzelsiniz hanımefendi, diye iltifatta bulunmus.
Kadın:
— Maalesef size aynı iltifatla cevap veremeyecegim, diye karsılık vermis.
Mark Twain bu kabalıgı affetmemis:
— O halde siz de benim gibi yapın, yalan söyleyin hanımefendi.
SEN DE AKLINI KOY
Ünlü filozof Einstein (1879-1955) bir gruba kendi teorisi olan meshur izafiyet (görecelilik) teorisini izah ediyormus.
Üzerinde çok durulmus, çok konusulmus bu soyut teori için odada bulunanlardan biri:
— Benim aklım, mantıgım bu teoriyi kabul etmiyor, demis.
Einstein:
— Olabilir, diye karsılık vermis. Sen de aklını mantıgını ortaya koy da var mı yok mu, anlayalım!..
ANLAYAN YOK AMA
Dünyanın tanıdıgı iki ünlü kisi olan Charlie Chaplin ile Albert Einstein sohbet ediyorlarmıs. Bu sohbet sırasında Einstein
ünlü yönetmene takdirlerini sunmus:
— Bütün dünya sizin filmlerinizi anlıyor ve takdir ediyor. Mensup oldugu sanat dalını evrensellestiren ender kisilerden
birisiniz...
Charlie Chaplin:
— Haklısınız, demis, bunlar iltifat degil gerçegin ifadesidir. Fakat sizin durumunuz daha enteresan. Sizi anlayabilen
kimse yok. Buna ragmen tüm dünya sizi tanıyor ve size hayran...
KIME OKUTTUN?
Rüzgar Gibi Geçti hin yazarı Margaret Mitchell (1900-1949), romanı yayımlanıp büyük sükse yapıncaya kadar adı sanı
duyulmamıs, sıradan bir ev kadınıymıs. Ama "Rüzgar Gibi Geçti" birden bire yazarını da üne kavusturmus. Margaret Mitchell’e
uzaktan yakından kutlamalar yagmaya baslamıs. Bu arada yazarın komsusu bir kadın, kıskançlık duygusuyla karısık takdir
sunmus:
— Kitabın tahminlerin ötesinde güzel, kime yazdırdın?
Yazarın cevabı çok zekice olmus:
— Begendigine sevindim, kime okuttun?
KILICIN PAYI
Fatih Sultan Mehmet, Istanbul’u fethettikten sonra, at üzerinde, çevresinde vezirler, komutanlar olmak üzere büyük bir
merasimle sehre girmis; Ayasofya’ya dogru agır agır ilerliyormus. Onu selamlamak üzere yolun iki tarafına dizilmis Yeniçeriler
arasında yer almıs olan din bilginleri ve mollalar:
— Padisahım, dualarımızın bereketiyle fetih nasip oldu, diye kutlama yapıyorlarmıs.
Fatih bu kutlamaya kılıcını kınından çıkarıp havaya kaldırarak söyle karsılık vermis:
— Eyvallah mollalar, amma su kılıcın payını da unutmayın!
VEZIRLER VE ESEK
17. yüzyıl devlet adamlarından olan Dervis Mehmet Pasa; bilgisi, becerisi, kabiliyeti sayesinde sadrazamlıga
(basbakanlık) kadar yükselmisti. Fakat vezirleri arasında ehliyetsiz ve kabiliyetsiz olanlar çogunluktaydı. Padisahın gözüne
girmek suretiyle kimi odunculuktan, kimi baltacılıktan o makama yükselmisti. Devleti bunlarla yönetmek Mehmet Pasa için hayli
zordu. Bir gün divanda devlet isleri görüsülürken bu çogu cahil vezirler, yerinde, sırasında söz alıp konusacaklarına, hep bir
agızdan konusup, bagırıp çagırıyorlarmıs. Mehmet Pasa bunları tek tek konusturup fikirlerini almakta güçlük çekiyormus. Bu
vezirlerin hep birlikte bagırıp çagırdıkları bir sırada bostancı basının dısarıda bekleyen esegi anırmaya baslamıs. M. Pasa bunu
fırsat bilerek vezirleri ikaz etmis:
— Hep beraber bagırmayın, anlayamıyorum.
SIZ GELDINIZ YA
Osmanlı sadrazamlarının en nüktedanlarından biri olan Koca Ragıp Pasa (1699 -1763), sadrazamlıgı sırasında ulemadan
(bilginler) bir zâtı Kıbrıs’a kadı olarak atamıs. Atadıgı kadı hem tesekkür etmek hem de Kıbrıs’tan bir istegi bulunup bulunmadıgını
sormak için Koca Ragıp Pasa’yı ziyaret etmis.
Ragıp Pasa, Kadı’nın bu hareketinden memnun olmus, dönüsünde mümkün olursa bir Kıbrıs esegi getirmesini rica etmis. Kadı
efendi "bas üstüne" deyip ayrılmıs. Üç yıl Kıbrıs’ta kadılık yaptıktan sonra Istanbul’a tekrar dönmüs. Dönünce R. Pasa’yı yine
ziyaret etmis. Kadı ziyaretini bitirip ayrılacagı sırada Ragıp Pasa, kadının hiç esekten filan söz etmedigini görünce hatırlatmak
zorunda kalmıs:
— Sizden bir ricada bulunmustum, bana bir Kıbrıs esegi getirecektiniz?..
Bunun üzerine kadı hayıflanmıs:
— Aah efendimiz, vallahi unutmustum, simdi sizi görünce hatırladım!
Ragıp Pasa tası gedigine koymus:
— Zararı yok kadı efendi, siz geldiniz ya...
 
SaMeT46 Harbi Aktif Üye
RAMAZAN TOPU
Tanzimat dönemi devlet adamlarından olan, ciddiyet ve dürüstlügü ile tanınan Hüsrev Pasa (öl. 1854), seraskerlik
(genelkurmay baskanlıgı) mevkiindeyken, genç bir adam, kendisine danısılmadan padisah tarafından tophanede ehliyet gerektiren
bir göreve atanmıs. Padisahın torpiliyle yapılmıs böyle bir atamayı veto edecek yetkisi olmadıgı için Hüsrev Pasa sesini
çıkarmamıs. Adam, görevine baslamadan önce nezaketen bilgi vermek amacıyla Hüsrev Pasa’yı ziyaret etmis. Pasa, padisahın
dogrudan atama yapması dolayısıyla adamın ehliyetinden süphelenmis ve ufaktan yoklamaya kalkısmıs:
— Efendi evlâdım, topçuluk gibi çok önemli bir göreve atanmıssın. Herhalde topla ilgili derin bilgi ve tecrübe sahibisindir?
Adam gayet piskin cevap vermis:
— Elbette Pasam! Bendeniz Bebek’te oturmam hasebiyle, her yıl Ramazan ayında, iftar ve sahurda patlatılmak için
Rumelihisarı’na getirilen topu yakından gördüm, elledim ve yüzlerce defa sesini isittim.
Hüsrev Pasa, tahmin ettigi gibi biriyle karsı karsıya oldugunu anlamıs, ama belli etmemis.
Yalnızca:
— Masallah, top hakkında sandıgımdan da fazla bilgi sahibiymissin evladım, demekle yetinmis.
BÖYLE BIR USAK
Hüsrev Pasa sinirli ve hırçın tabiatlı biriymis. Sık sık çevresindeki, emri altındaki kisileri azarlar, kırarmıs. Yine öfkeli bir
anında usagını agır bir sekilde azarlamıs, hakarette bulunmus. Usak:
— Artık bu kadarı fazla, diyerek alıp basını gitmis.
Bunu duyan usak simsarları hemen Hüsrev Pasa’nın konagına damlamıslar. Hüsrev Pasa aradıgı usakta bulunmasını
istedigi nitelikleri sıralamaya baslamıs:
— Benim huyumu biliyorsunuz, bana buna göre bir usak bulacaksınız. Bulacagınız usak öyle zır cahil olmasın. Az çok
okuma yazma bilsin, biraz mürekkep yalamıslıgı olsun.
— Bulacagımız usagın böyle biri olmasına dikkat ederiz pasam.
— Bulacagınız usak hossohbet, nüktedan biri olsun. Biraz halden, dilden anlasın. Yorgun ve sıkıntılı zamanlarımda beni
eglendirsin.
— Bas üstüne pasam...
— Biraz hesap kitaptan da anlasın.
— Peki pasam.
— Biraz musikiden de anlasın. Malum müzik ruhun gıdasıdır, derler.
— Emredersiniz pasam.
Bu konusma sırasında orada bulunan devrin tanınmıs sairi Izzet Molla söze karısmıs:
— Pasam, sizin aradıgınız gibi birini hasmetli padisahımız da arıyormus.
Pasa merakla sormus:
— Ya öyle mi, ne yapacakmıs acaba?
— Sayet böyle birini bulabilirse sadrazam yapacakmıs.
GRES (GREECE)E IHTIYACI VAR
Tanzimat döneminin en tanınmıs devlet adamlarından Keçecizade Fuat Pasa (1815-1865), özellikle politikada nükte
denince adı akla ilk gelenlerdendir. Osmanlı imparatorlugunun kritik anlarında ya sadrazam (basbakan) ya da hariciye nazırı
(dısisleri bakanı) olarak uzun süre görev yapmıs olan Fuat Pasa, bu yüksek görevlerinden dolayı Avrupalı devlet adamları,
politikacı ve diplomatlarıyla devamlı münasebet halinde olmus, bu münasebetle aralarında geçen birçok nükteli olay günümüze
kadar gelmistir. Fuat Pasa’nın nükteleri çok duyulmus olsa da her konusuldugunda zevk verecek kadar zariftir.
Fuat Pasa, Batılı diplomatlarla görüsme yaptıgı bir sırada, bulundukları yerde açılıp kapanan kapı gıcırtı yapıyormus.
Batılı bir diplomat bu gıcırtıdan hareketle Osmanlı Devletinin yönetim yeri olan Bâb-ı Âli’yi (Yüce Kapı) kastederek:
— Kapı gıcırdıyor (imparatorluk sallanıyor), demis.
Fuat Pasa:
— Gres’e (Greece) (hem makine yagı hem de Yunanistan’ın Batı dillerindeki adı, bir anlamda yaglanmaya, bir anlamda
Eski Yunan kültür ve medeniyetine veya Yunanistan’ın yeniden bize baglanmasına) ihtiyacı var, diye cevap vermis!..
EN GÜÇLÜ DEVLET
Fuat Pasa’nın da aralarında bulundugu Batılı diplomatlar:
— Zamanımızın en güçlü devleti hangisidir acaba, diye tartısıyorlarmıs.
Fuat Pasa tartısmaya müdahale ederek demis ki:
— Zamanımızın en güçlü devleti Osmanlı Devletidir. Çünkü üç yüz yıldır siz dısardan biz içerden yıkmak için çalıstıgımız
halde, hâlâ sapasaglam ayakta durmaktadır.
SIRKE
Fuat Pasa, kısa bir süre için fevkalâde yetkilerle Kremlin’e büyükelçi olarak gönderilmis. Bu görevi sırasında, bir kabul
resminde kendisini çok güzel ama egitimi noksan bir Rus prensesi ile tanıstırmıslar ve arkasından sormuslar:
— Nasıl buldunuz prensesi?
Fuat Pasa bir diplomat gibi degil, içinden geldigi gibi cevap vermis:
— içi sirke dolu billur bir kâse...
TAS
Fuat Pasa, sadrazamlık makamına getirildiginde, ilk isi, Istanbul’un yazın toz-topraktan, kısın çamurdan geçilmeyen
cadde ve sokaklarını yeni bastan ele almak olmus. Bunları Dogulu bir görünümden kurtarıp Batı baskentlerindeki temizlige ve
düzene kavusturmak amacıyla hemen ise koyulmus. Birçok cadde ve sokagı genisletmis, gereken yerlerde yeni cadde ve
sokaklar açtırmıs. Kentteki cadde ve sokakların büyük bölümünü parke ile yetmedigi yerde kaldırım taslan ile dösetmis.
Bu sayede, Istanbul’un cadde ve sokakları rahat yürünür bir duruma ve estetik bir görünüme kavusmus. Bu isler
yapılırken çıkarları bozulanlar; evlerinin, is yerlerinin önü daralanlar; istimlâke maruz kalanlar, Fuat Pasa aleyhine kampanya
yürütmüsler, padisaha kadar sikâyetlerde bulunmuslar.
Pasa aleyhindeki bu kampanya ve sikâyetlere gizli destek veren, elestirilerde bulunan makam sahipleri de varmıs.
Bunlardan biri bir gün Fuat Pasa’ya:
— Pasam, sayenizde Istanbul, asıl simdi Istanbul oldu. Fakat hayret ettigim nokta, cadde ve sokakların dösenmesinde
kullanılan bunca tasın nasıl bulundugudur, demis.
Fuat Pasa, bu soruyu, soranı ve benzerlerini mahçup edecek sekilde, alaylı bir dille cevaplandırmıs:
— Bu isleri yaparken bize o kadar çok tas atıldı ki, onları biriktirip kullanmak sayesinde hiç sıkıntı çekmedik.
 
Üst