Türk Dili ve Edebiyatı

makif Arkantos
Cumhuriyet döneminde ise hat sanatına verilen önemin giderek azaldığı görülmektedir. Fakat yine de bu sanat diğer geleneksel sanatlara oranla en azından varlığını sürdürebilmiştir. Cumhuriyet döneminde latin harflerinin kullanılmaya başlaması da ilginin azalmasında önemli bir etken olmuştur. Sanatın tamamen ortadan kalkmamasını sağlayan ise dini karakteridir denilebilir. Cumhuriyet döneminin önemli hat ustaları : Hacı Kamik Akdik, İsmail Hakkı Altunbezer, Mustafa Halim Özyazıcı, Nuri Korman, Necmettin Okyay, Hüseyin Macit Ayral, Hulusi Yazgan, Hasan Perman, Hasan Çelebi, Hamit Aytaç, Emin Barın, Yılmaz Özbek'tir. Emin Barın eski yazı esprisini latin harflerine uygulayarak hat sanatına yeni bir boyut katmış, onu izleyen öğrencisi Yılmaz Özbek'de bu doğrultuda başarılı ürünler vermiştir. Bugün akademilerin geleneksel Türk sanatları bölümü bünyesinde bu konuda eğitim verilmektedir. 3. GÖRSEL SANATLAR Tiyatro Tiyatro, sinema, opera ve bale gibi görsel sanatlar, Türkiye'de Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra kurumlaşarak gelişme göstermiştir. Bütün dünyada olduğu gibi Türklerde de tiyatronun doğuşunda iki kaynak tesirli olmuştur. Birinci kaynak tarih öncesi devirlerden kalan ritüeller ve dini merasimler, ikinci kaynak ise masal, efsane, destan gibi türler ve günlük hayattan alınan çeşitli olaylardır. Bunların toplum hayatında çeşitli vesilelerle canlandırılması sonucunda ilk tiyatro doğmuştur. Türkiye'de folklorik karakterde bu tür sade tiyatro örnekleri kırsal kesimde hala yaşamaktadır. Bu oyunlar, Köy Seyirlik Oyunları veya Köy Tiyatrosu adı ile folklor araştırmaları kadrosu içinde araştırılmaktadır. Gene folklor kadrosuna dahil tiyatro niteliği taşıyan Kukla, Karagöz, Meddah ve Orta oyunu adlarıyla anılan dört grup oyun Batılılaşma dönemine kadar sosyal hayat içinde yer almıştır. Tanzimat fermanının 1839'da ilanından sonra bir sıra yeniliğin gözlendiği devlet ve toplum hayatında, kavram ve biçim değişim kapsamları içine giren unsurlardan birisi de Milli Türk Tiyatrosu olmuştur. Bu dönemde Batı Tiyatrosu ile ilişki kurulmuş bunda saray ve çevresinin en yüksek düzeydeki devlet görevlilerinin büyük etkileri olmuştur. Özellikle saray ve çevresinin tiyatroya yakın ilgi göstermesi, tiyatronun toplum tarafından daha rahat ve kolay benimsenmesini sağlamıştır. II. Mahmud'un kitaplığındaki eserlerin büyük bir bölümünü tiyatro eserleri oluşturmuştur. Bu arada yüksek düzeydeki devlet görevlileri de Batı Tiyatrosunun Türkiye'ye girmesinde önemli etkilerde bulunmuşlar, Batıya yönelik bu hareketi destekleyici olmuşlardır. Bazıları konaklarında tiyatro oynatmış, bazıları da kentlerde halka açık tiyatroların kurulmasına yardımcı olmuşlardır. Bunlardan Ali Paşa bir tiyatro
 
makif Arkantos
Tiyatro bölümünün öğretmenleri arasında Minakyan, Ahmed Fehim Efendi, Rıza Tevfik, Salih Fuat, Mösyö Rioti, Arif Hikmet, Muhsin Ertuğrul, Halit Fahri Ozansoy ve Celal Tahsin de vardı. Bu kurumda müzik dalında Türk Müziği ve Batı Müziği bulunmasına rağmen, tiyatro dalında Türk Tiyatrosuna yer verilmemişti. Bu tiyatronun geleneksel unsurlarının ihmaliyle başlangıcı anlamına gelmekteydi ve bunun etkileri ileride kendini gösterecekti. Darülbedayi ilk temsilini 1916 yılında verdi. Bu temsili izleyen 9 yıl bir bocalama ve tutunmaya çalışma dönemi sayılmaktadır. 1927'den 1931'e kadar süren dönemde ise kurum İstanbul Belediyesinden ödenek almaya başlayarak ciddi bir çalışma dönemine geçmiştir. 1931 yılında Darülbedayi, Şehir Tiyatrosu niteliğini almıştır.Bu dönem çalışmaların oturduğu dönem olarak adlandırılacaktır. 1947-1958 dönemi ise Meax Meinecke'nin Türkiye'ye gelerek baş yönetmen olarak görev aldığı yılları da içine almaktadır. Artık kurum gelişmiş bir görüntü vermeye başlamıştır. Devlet Tiyatroları 10 Haziran 1940 tarihli kanunla Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ve tüzel kişiliğe sahip bir kuruluş olarak kurulmuş, kurum daha sonraki yıllarda önce Başbakanlığa bağlanmış, sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde bir birim haline dönüşmüştür. Devlet Tiyatroları ile ilgili Genel Müdürlüğün görevleri şöyle özetlenebilir: Türk Milletinin kültür ve dilinin gelişmesine katkıda bulunmak ve şive birliğinin sağlanmasına çalışmak. Milli repertuvarı oluşturmak için yerli yazarların yetişmesine yardımcı olmak. Yurtiçi turnelerle geniş halk kitlelerinin tiyatro ile ilgi kurmasını sağlamak. Türk oyun yazarlarının eserlerini yabancı ülkelerde tanıtmak, yabancı sanatçılarla işbirliği yaparak diğer ülkelerle kültür alışverişinin gelişmesine katkıda bulunmak. Milli ve milletlerarası festivallere katılmak, yeni tiyatrolar açmak, Türk halkının tiyatro sanatına olan ilgisini artırmaktır. Tiyatro faaliyetlerinin gelişimi 1936 yılında Atatürk'ün direktifleriyle kurulan Devlet Konservatuarının her yıl sayısı artan mezunlarıyla hızlanmıştır. Devlet Konservatuarı mezunlarıyla kadrosunu güçlendiren Tatbikat Sahnesi 1941 yılına kadar tiyatro ve opera temsilleri vermiştir. Devlet tiyatrosunun kanunla kuruluşundan sonra 1948-1949 tiyatro mevsiminde Ankara'daki Büyük ve Küçük Tiyatro'lar aynı zamanda perdelerini açmışlardır. Bu iki sahnede birden opera, tiyatro ve çocuk temsillerinin verilmeye başlandığı o tiyatro sezonundan yedi yıl sonra da 5 Ekim 1956'da Oda Tiyatrosu açılmıştır. Aynı yıl Halkevi Üçüncü Tiyatro olarak perdelerini açmış, 1960-1961 sezonunda Yeni Sahne, 27 Mart 1964'de Altındağ Tiyatroları faaliyete geçmiştir. İlk bölgesel tiyatro faaliyetleri 1956-1957 sezonunda başlatılmıştır. O tiyatro sezonunda Adana ve İzmir Belediye Tiyatroları, Devlet Tiyatroları Genel
 
makif Arkantos
"Vuslat", "Çok Bilen Çok Yanılır" adlı oyunlarının yanı sıra, Fransızca'dan çevirdiği romanları oyunlaştıran Recaizade Ekrem'den sonra ilgi ile karşılanan bir başka yazar da Ahmed Mithat olmuştur. Gedikpaşa Tiyatrosuna oyun veren yazarlar arasında Ebüzziya Tevfik, Manastırlı Rıfat, Hasan Bedrettin, Şemsettin Sami, Ahmet Vefik Paşa, Samipaşazade Sezai ve Ziya Paşa'da bulunuyordu. Bu arada okunmak için şiir-oyunlar yazan Abdülhak Hamit kendinden , önemli tiyatro yazarlarından biri olarak söz ettiriyordu. 1882 yılında Gedikpaşa Tiyatrosunun yıktırılması üzerine tiyatro faaliyeti İstanbul'dan Bursa'ya kaymış, boşta kalan oyuncular için Ahmet Vefik Paşa bir sığınak olmuştur. Ahmet Vefik Paşa Bursa'da kurduğu ve kendi adını verdiği tiyatro faaliyetlerini devam ettirmiştir. Oyun yazarlığında özellikle II. Meşrutiyetten sonra büyük bir gelişme göze çarpmaktadır. Halit Fahri ve Yusuf Ziya, Darülbedayi için yerli oyunlar yazmıştır. Bu arada Hüseyin Suat, İbnülrefik Ahmed Nuri, Cenap Şehabettin, Reşat Nuri ve Muhsin Ertuğrul gibi yazarlar çoğu Fransızca'dan olmak üzere uyarlamalar yapmışlardır. Cumhuriyetin ilanından sonraki dönemde Şehir Tiyatrolarında Halit Fahri, Vedat Nedim, Musahipzade Celal, Ömer Seyfettin, Yakup Kadri, Abdülhak Hamit, Cevdet Kudret, Faruk Nafiz ve Hüseyin Rahmi gibi yazarların oyunları oynanmıştır. Yakın yıllarda daha değişik konuları işleyen yazarlarımız arasında Cevat Fehmi Başkut, Turgut Özakman, Orhan Asena, Güngör Dilmen, Necati Cumalı, Haldun taner, Tarık Buğra, Necip Fazıl Kısakürek ve Turan Oflazoğlu'nun adlarını saymak mümkündür. Devlet Tiyatroları dışında özel tiyatrolar da Türk tiyatro sanatına katkıda bulunmakta ve seyircilerden ilgi ve sevgi görmektedir. Sinema Türkiye'de ilk sinema gösterisi, 1896 yılında Yıldız Sarayı'nda yapıldı. Bunu 1897'de Sigmund Weinberg'in Beyoğlu ve Şehzadebaşındaki halka açık gösterileri izledi. Sürekli film gösteren ilk salon 1908 yılında İstanbul'da Pathé adıyla açıldı. İlk Türk filmi, Fuat Uzkınay tarafından 1914'de Ayastafanos'daki Rus Abidesinin halk tarafından yıkılışı sırasında çekilen belgesel filmdir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Merkez Ordu Sinema Dairesi tarafından çeşitli belgesel filmler çekildi. Weinberg'in başlayıp Uzkınay'ın tamamladığı "Himmet Ağanın İzdivacı" (1916-1918) Sedat Simavi'nin "Pençe" (1917) ve "Casus" (1917) ilk konulu Türk filmleridir. Türk sinemasının kuruluş döneminde üç konulu film daha çekildi. Bu dönemin yapımcı kuruluşları, orduya bağlı, Merkez Sinema Dairesi, yarı askeri bir kuruluş olan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti ve Malul Gaziler Cemiyetidir.
 
makif Arkantos
Kurtuluş savaşı sırasında 1922 yılında savaşı ve zaferi konu alan "İstiklal,İzmir Zaferi" adlı büyük bir belgesel film meydana getirildi. Aynı yıl, ilk özel yapımevi olan Kemal Film yapımcılığa başlamış ve film yapımında gelişme görülmüştür. Kuruluş döneminde çekilen filmler birer belge olarak her dönemde büyük değer taşımakla beraber, ilk yerli filmler bir oldu bitti tarzında gerçekleşmiştir. 1923-1939 yılları arasında Muhsin Ertuğrul, Türk sinemasında film yöneten tek kişi oldu. Ertuğrul'un bu dönemde çektiği 29 film genellikle tiyatro, roman, operet adapsiyonları ve konularını yabancı filmlerden alan eserler niteliğindeydi. Türk sinemasında Uzkınay, Simavi, Ahmed Fehim ve Karagözoğlu ile başlayan tiyatro etkisi, Muhsin Ertuğrul'un eserlerinde iyice kökleşti. O dönemin şartlarına göre tabii olan bu hal uzun süre Türk sinemasının gelişmesini engelledi. 1922'de kurulan Kemal Film ve 1928'de kurulan İpek Film devlet yardımı olmaksızın İkinci Dünya Savaşına kadar yerli film yapımcılığına katkıda bulunmuş, Türk seyircisinin sinemaya aşinalığını sağlamıştır. Türk sinemasında uzun süre etkili olan sade aşk konulu film türlerinin ilk örnekleri bu dönemde yapılmıştır. Köy çevresini işleyen, Kurtuluş Savaşı ve tarih konulu çeşitli dram, melodram ve komediler çevrildi. Ateşten Gömlek (1923), Bir Millet Uyanıyor (1932), Aysel, Bataklı Damın Kızı (1934) Muhsin Ertuğrul'un en iyi filmleri kabul edilmektedir. Sesli ilk Türk filmi 1931 yılında Ertuğrul tarafından çekildi. Türk kadınları bu dönemde filmlerde rol almaya başladılar. Bu dönemde çevrilen filmlerde ses ve görüntünün aynı zamanda alınması bugün için de teknik yönden üstünlük kabul edilmektedir. 1939-1950 arasındaki yıllar Türk sinemasının geçiş dönemi sayılmaktadır. Geçiş döneminde Türk sineması büyük ölçüde tiyatrodan ve İkinci Dünya Savaşından etkilendi. Dışarıdan, özellikle Amerika ve Mısır'dan, gelen çok sayıda film Türk filmlerine gösterilen ilgiyi azalttı. 1938-1944 yılları arasında Türkiye'de çevrilen filmlerin sayısı, Türkiye'ye gelen Mısır filmlerine eşitti. Geçiş döneminde doğrudan doğruya sinemacı olarak sekiz yönetmen film çevirmekle beraber tiyatrocuların gerek endüstri gerekse sanat açısından kurdukları tekel bu dönemde yıkıldı. İşe doğrudan doğruya sinemacılıkla başlayan yönetmenlerin çoğu sinemacılık eğitiminden geçmişlerdir. Bu eğitim daha çok ses ve görüntü yönetmenliği gibi teknik konularda uzmanlaşan bir eğitimdi. Usta tenkitçilerin de bulunduğu bu gurup yeni teknikçilerin yetişmesinde önemli rol oynadılar. Yönetmenler doğrudan doğruya kendileri gibi sinemayla işe başlayan yeni bir oyuncu kadrosu yetiştirdiler. Sinema endüstrisini ellerinde tutanlar, tiyatro dışındaki kadrolarla başarılı olunacağını anladılar. Bu durum, sinemacılık yapmak isteyenleri teşvik etti. 1939'da iki film şirketi varken, 1939-1944 yılları arasında 4, 1946-1950 arasında 14 yeni şirket daha kuruldu. Ancak bu dönemde yapılan filmlerde nitelik yönünden gelişme olmadı. Geçiş dönemi yönetmenlerinden en önemlileri olan
 
makif Arkantos
Şadan Kamil, Şakir Sırmalı, Aydın G. Arakon ve Orhan Arıburnu iyi filmlerini 1950'li yıllarda yaptılar. 1949 yılından itibaren sinemayı doğrudan doğruya meslek olarak benimseyen nesille Türk sineması, tiyatronun dışında ayrı bir sanat dalı olarak gelişme imkanı buldu. 1950-1966 arasında 50'den fazla yönetmen film yaptı. Türk sinemasında, Sinemacılar dönemi diye adlandırılan bu dönem Ömer Lütfi Akad ile başlar ve büyük ölçüde onun tesirini taşır. Ömer Lütfi Akad, 1952-1955 yılları arasında çevirdiği filmlerle sinema anlayışını, sinema dilini, tekniği, sahne düzeni, konu ve oyuncuları seçişi ve uygulayışı ile Muhsin Ertuğrul'un tiyatroya bağladığı sinemayı tiyatrodan koparmış ve sinemalaştırmıştır. Akad'ın etkisinde kalan Osman F. Seden, Atıf Yılmaz ve Memduh Ün, Sinemacılar döneminin en çok film çeviren yönetmenleridir. Bu dönemde gerçek olaylardan, yerli ve yabancı romanlardan uyarlamalar yapılmış, birkaç belirli tip ve konu etrafında gelişen olaylar değişik isimlerle tekrar tekrar film halinde çekilmiştir. Sinemacılar döneminde sinema sanatında başarılı örnekler veren Metin Erksan'ın imzasını taşıyan Susuz Yaz, 1964 yılı Berlin Film Şenliğinde birinci şeçilerek Altın Ayı ödülünü almıştır. 1950-1966 yıllarının Türk sineması açısından bir özelliği de ciddi sinema yayını ve eleştirinin bu dönemde gelişmesi ve yerleşmesidir. Sinema-seyirci arasında kurulan düzenli ilişki eleştirinin doğmasını sağlamıştır. Bu yıllarda seyirci sayısı ve buna bağlı olarak Türk sinemasında film sayısı özellikle 1958'den sonra sürekli artış gösterdi. Ancak filmlerin niteliğinde bir gelişme sağlanamamış, sıradan aşk hikayeleri, karakter özelliği kazanmamış tipler tekrar tekrar film olarak çekilmiştir. 1960'li yıllardan itibaren İstanbul Teknik Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro kürsülerinde, Ankara Üniversitesi Basın ve Yayın Yüksek Okulunda sinemacılık derslerine yer verilmiş, Devlet Güzel Sanatlar Akademisinin Sanat tarihi Bölümünde Sinemacılık kolu kurulmuştur. Bu gayretlerle Türkiye'de sinemaya ilgi duyan önem veren bir nesil yetişmiştir. Sinemacılar arasında işbirliği sonunda Türk Film Prodüktörleri Derneği ve Devlet Film Arşivi kurulmuştur. Devlet Film Arşivi 1969 yılında Türk Devlet Film Arşivi haline getirilmiş, aynı yıllarda İstanbul Güzel Sanatlar Akademisine bağlı olarak Sinema-TV Enstitüsü kurulmuştur. Türk Devlet Film Arşivi de bu kuruluşun bünyesinde barınmıştır. Bu enstitü halen ; kurulu ve gelişmiş laboratuvarları ile Türk sinema sanatına ve sinema eğitimine hizmet etmektedir. 1982 yılından beri bu enstitü, Mimar Sinan Üniversitesine bağlı Sinema-TV Birimi adı altında görevini sürdürmektedir.
 
makif Arkantos
1960-1970 döneminin yönetmenleri arasında Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Memduh Ün, Halit Refiğ, Duygu Sağıroğlu ve Nevzat Pesen bulunmaktadır. Bu son dönemde sinemacılıkta dış ülkelerle alış veriş başlamış, Türk filmcileri dış ülkelere film çevirmeğe gitmişler ve ortak yapımlar gerçekleştirmişlerdir. Sinemayı teşvik amacıyla düzenlenen şenlik ve festivaller arasında önem kazanan Adana Altın Koza ve Antalya Altın Portakal Film Festivallerinden ikincisi 1964 yılından beri her yıl düzenli olarak tekrarlanmaktadır. 1970 yılında salon ve seyirci sayısında büyük rakamlara ulaşılmış, 2424 salonda 246.662.318 seyirci sinema izlemiştir. Yerleşik sinema salonu bulunmayan kasaba ve köylerde 16 mm. lik filmler gösterilmekte ve gezici sinemalar hizmet vermekteydi. Bu dönemde renkli film yapımına devam edilmiş, ikisi renkli film yapan 12 stüdyo, 6 plato bulunmaktaydı. Bu tarihte sinema ile ilgili kuruluşlar şunlardır ; Türk Film Prodüktörleri Sendikası, Prodüktörler Derneği, Türk Film Endüstrisi Birliği, Türk Sinema Sanatçıları Derneği, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü, Sinemacılık Kolu Film-San Vakfı Bunların dışında Kara Kuvvetleri Komutanlığı emrinde ve Ankara'nın Mamak Semtinde Foto-Film Merkezi ve Stüdyosu Komutanlığı Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı, Eğitim Araçları Başkanlığına bağlı Film Radyo TV ile Eğitim Merkezi bulunmaktadır. Ayrıca Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü ile Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığı bünyesinde küçük çapta tesisler ve film çekmek malzemeleri bulunmaktadır. Eskişehir Anadolu Üniversitesi'nin de Açıköğretime yardımcı olmak amacıyla film çekme çalışmaları devam etmektedir. 1970 yılında 220 kadar film yapılırken, 1972'de bu sayı 300'e ulaşmıştır. 1970'li yıllarda Televizyonun Türkiye çapında yayılması ve filmlerde kalite iyileştiği görülmemesi sebebiyle, sinema seyirci kaybına uğramaya başlamıştır. Bu dönemde açık hava sinemalarının sayıları arttırılarak ve genç sinema seyircilerine yönelik ucuz ticari film yapımıyla seyirci sayısı artırılmaya çalışılmıştır. Az sayıda sanat değeri bulunan bazı filmlerle bir gurup seyirci sinemaya bağlılığını sürdürmüştür. Gene bu yıllarda edebiyat ve sanatın bütün dallarında başlayan Cumhuriyet terkibine ulaşma çabaları ve Türkiye'de yaşanan siyasi tercihlerin çeşitliliği sinemaya da yansımış , 1970'li yıllara kadar tekrarlanan tek düze konular ve basma kalıp tipler yerine, gerçek hayatı aktaran ve karakterleri perdeye getirebilen değişik filmler çekilmeğe başlamıştır. Bu dönemde yeni ve genç yönetmenler yetişmiş, 1980'li yıllarda yaygınlaşan video film taleplerinin artışına sebep olmuştur.
 
makif Arkantos
Televizyon için hazırlanan filmlerde sinema yönetmenleri ve sanatçıları görev aldığı gibi, TV filmlerinde başarılı olan yönetmen ve beğenilen sanatçılar sinema filmlerinde rol almaya başlamışlardır. Bir manada televizyon-sinema ilişkisi kurulmuş ve gelişmektedir. Sinema Dairesinin kuruluşundan sonra çeşitli dış film şenliklerine Türkiye adına filmler yollanarak Türk filmleri Dünya'ya tanıtılmaya çalışılmaktadır. İkili kültürel ilişkiler çerçevesinde yabancı ülkelerde düzenlenen film haftalarıyla bazı film festivallerine katılarak ülkeyi ve Türk kültürünü dışarıda tanıtma faaliyetleri de devam etmektedir. Bu faaliyetlerin bir amacı da özel teşebbüs yapımı kaliteli filmlere yurtdışında Pazar sağlayarak Türk filmciliğinin gelişmesine yardımcı olmaktır. 1980 yılından sonra film maliyetlerindeki artışlar ve ham malzeme ithalinde karşılaşılan zorluklar her yıl yapılan filmlerin sayısında azalma yaratmış, ancak film sayısı 80'e kadar düşerken filmlerin kalitesinde iyileşme görülmeğe başlamıştır. Kültürle yakın münasebeti ve yaygınlığı sebebiyle kitle haberleşme vasıtalarının en önemlilerinden biri olan sinema, video ve müzik eserlerinin, eğitici, öğretici, kültür yayıcı ve aktarıcı, Türkiye'yi tanıtıcı fonksiyonlarına işlerlik kazandırmak ; yapım, denetim ve gösterim, programlama konuları ile teknoloji kullanımı yönünden geliştirilmesini sağlamak, Türk sinema ve müzik sanatı sahasında çalışanlara destek vermek, sinema ve müzik hayatına milli birlik, bütünlük ve devamlılık açısından düzen ve ölçü kazandırmak üzere 23.1.1986 tarihinde yeni sinema kanunu çıkarılmıştır. Bu kanunla, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, milli egemenlik, Cumhuriyet, milli güvenlik, kamu düzeni, genel asayiş, kamu yararı, genel ahlak, genel sağlık açısından suç veya suç teşvik unsuru ihtiva etmemesi, milli kültür, örf ve adetlerimize uygunluğu yönünden bu kanunda tanımlanan eserlerin yetkililerin incelemesinden Kültür ve Turizm Bakanlığı sorumlu tutulmuştur. Sinema sanayii ve müzik sanatının gelişmesine katkıda bulunmak sinema ve müzik çalışmalarını desteklemek ve ülkenin tanıtılmasını sağlamak amacıyla Kültür ve Turizm bakanlığı emrinde "Sinema ve Müzik Sanatı Destekleme Fonu" kurulmuştur. Devlet desteği ve kontrolü altında Türk sinemasının problemlerini kısa sürede çözerek sinema sanatında daha başarılı eserler vücuda getirilebilecektir. Opera-Bale XVII asırda batıda operanın geliştiği yıllarda, Türkiye'de de bu sanattan haberli kişiler bulunuyordu. Şehzadelerin sünnetleri sırasında çeşitli düğünlerde, saraylılara, yabancı konuklara ve halka açık günlerce süren eğlenceler yapılır, çeşitli yabancı topluluklar buralarda tiyatro ve bale gösterileri yapardı.
 
makif Arkantos
XVII. asır sonlarında Topkapı sarayında, III. Sultan Selim'in huzurunda bir yabancı toplulukça verilen opera temsili, Türkiye'deki ilk opera gösterisi sayılır. Bundan başka, 1840-1870 yılları arasında sarayın hizmetinde temsiller veren Naum Operası, Mızıka-i Hümayun (sarayın himayesindeki orkestra) ve yerli sanatçılardan oluşan koro da Türkiye'deki ilk opera faaliyetleri arasında bulunmaktadır. Naum, Avrupa'da tutulan eserleri hemen İstanbul'a getirerek tiyatrosunda sunmuş, sürekli bir canlılık ve gelişim sağlamıştır. Cumhuriyet'in ilanından önceki dönemde Türkiye'de opera, bale ve tiyatro faaliyetleri daha çok İstanbul ve İzmir'de yoğunlaşmıştı. Bu faaliyetler bu kentlerde yaşayan Türk ve azınlıkların başlıca kültür eğlenceleri olmuştur. İstanbul'da savaştan önce kurulan Dar-ül Elhan (1912) imkanlar dar olduğu için etkisiz kalmış, ancak Belediyenin gözetimine girdikten sonraki dönemde 1926'dan sonra büyük bir etkinlik sağlamıştır. Bunda yurda dönen genç Türk müzikçilerle yabancı öğretmenlerin Dar-ül Elhan'da görev almalarının da büyük rolü olmuştur. İstanbul Belediye Konservatuarı düzenli çalışmasıyla, İstanbul Şehir Orkestrası ve İstanbul Şehir Operasının kuruluşunu sağlamıştır. Devlet Konservatuarının kuruluşu için çalışmalar sürerken Türkiye'yi ziyareti gerçekleştiren İran Şahı için de bir opera temsili verilmesi kararlaştırılmıştır. Adnan Saygun'un bestelediği Özsoy Operası 19 haziran 1934'de Atatürk ve İran Şahı'nın huzurunda Türk Ocağı'nda sergilenmiştir. Konusunu Türk ve İran kozmogonisi içinde gelişen ortak bir efsaneden alan bu opera bir kaç temsilden sonra kaldırılmıştır. Özsoy Operasının başarı kazanması üzerine Atatürk, Ankara'ya geliş yıldönümü için yeni operalar yazılıp oynanmasını istemiş, bunun üzerine de Adnan Saygun "Taşbebek" Necil Kazım Akses "Bay Önder", Ulvi Cemal Erkin "Ülkü Yolu" adlı operaları bestelemişlerdir. Bunlardan ilk iki eser 27 Aralık 1934'de, yine Türk Ocağında sunulmuştur. Ankara'da müzik eğitimi için kurulan Musiki Muallim Mektebi 1924'de öğretmen ihtiyacının belirmesi üzerine çalışmalarını başlatmış, Sultan Abdülmecit zamanında kurulmuş bulunan Muzıka-i Hümayun Atatürk'ün emriyle Ankara'ya taşınmış ve Riyaseti Cumhur Musiki Heyeti olarak çalışmalarını sürdürmüştür. Daha sonra okul hükümetçe davet edilen Paul Hindemit'in tavsiyesi ile öğretim sistemini değiştirerek Konservatuar niteliğinde çalışmalarını sürdürmüştür. Daha sonra Devlet Konservatuarı adını almış ve çalışmalarına devam etmiştir. Devlet Konservatuarına dışarıdan çağırılan uzmanlardan Carl Ebert, 1938 yılında Opera Bölümünün başına getirilmiştir. Konservatuar öğrencilerinin 1941 yılında iki ünlü operanın sadece iki perdesini sunmada gösterdikleri başarı üzerine, 1942'de Madam Butterfly ve Figaro'nun Düğünü sergilenmiştir.
 
makif Arkantos
Konservatuarın kurulduğu yıllarda Bale bölümünün de açılması gerektiğine inanan yöneticilere Carl Elbert de katılmış bu konuda ilk önemli girişim 1947'de yapılmıştır. Daha sonraki yıllarda İstanbul'da amatör bale çalışmaları yapılmaktaydı. 1948 yılında Londra Krallık Bale Tiyatrosu ve okulu yöneticilerinden Ninette Valois, İstanbul'a gelmiş ve Yeşilköy İlkokulunda Milli Bale Okulunu kurup çalışmaya başlamıştır. Devlet Konservatuarının Deneme Sahnesinde temsiller sürerken yeni yapılan Opera binası tamamlanmış, 2 Nisan 1948'de Operada ilk gösteri yapılmıştır. O gece Adnan Saygun'un Kerem adlı Operasının ilk perdesinden bir tablo sergilenmiştir. Bu açılışı izleyen ilk eser de Georges Bizet'in Carmen'i olmuştur. Opera Bölümü Devlet Tiyatrolarına bağlı olarak çalışmalarını 20 yıl sürdürmüştür. İstanbul'daki düzenli Opera faaliyetleri ise 1951 yılında Belediye'ye bağlı olarak Aydın Gün'ün gözetiminde başlamıştır. Devlet Tiyatrosu Opera Stüdyosu'ndan yetişen çoğu amatör şarkıcılar ile Belediye Konservatuarının şan ve opera bölümlerini bitiren gençlerden oluşan kadrosu, Şehir orkestrası ile faaliyet gösteren Şehir Korosu'nun da katılmasıyla güçlenmiş ve İstanbul'da duyulan opera ihtiyacı bir ölçüde giderilmiştir. Devlet Konservatuarı ilk bale mezunlarını 1957 yılında vermiştir. İlk yıllarda opera ve operetlerde dans sahnelerinde yer alan bale sanatçılarının sergilediği ilk büyük eser Copelia Balesi oldu. Türk bale tarihinin en önemli eserlerinden biri olan Çeşmebaşı 1965 yılında sergilenmiştir. Ferit Tüzün'ün Anadolu adlı Orkestra süitine Dame Nimette de Valois'in üç parça ekleyerek hazırladığı bu bale eseri, folklorik anlatımlı bir çalışmadır. 1969 yılında İstanbul Devlet Operası bünyesinde çalışmaya başlayan bale bölümünün örgütlenmesi için İngiliz Sanatçı Alan Carter Türkiye'ye gelmiş, Kültür Sarayının yanması üzerine geri dönmüştür. Daha sonra bu kurs niteliğindeki çalışmayı sürdürmesi için Ankara Devlet Balesi öğretmenlerinden Güloya Gürelli 1972 yılında görevlendirilmiştir. Düzenli bir dizi çalışmadan sonra Ulvi Cemal Erkin'in Köçekçe adlı orkestra süiti üzerine bir koreografi sergilenmiştir. Cumhuriyet döneminde Devlet operası faaliyetlerinde standart İtalyan repertuarının belli başlı eserleri sergilenmiş olup, bu arada Fransız, Alman ve Avusturya eserlerinden de seçmeler yapılmıştır. Carmen, Büyük Tiyatro'da tümüyle oynanan ilk opera eseri olmuş, Aydın Gün, 1950'de sahnelediği La Boheme Operasıyla, Türkiye'de oynanan ilk operanın rejisörü olmuştur. Konsolos Operası, repertuara giren ilk çağdaş eserdir. 1956 yılında Küçük Tiyatroda çağdaş bir çocuk operası sahneye konmuş ; Bir Opera Yapalım adlı eser daha sonra 1979-1980 döneminde tekrarlanmıştır.​
 
makif Arkantos
1964-1965 döneminde Gılgamış adlı epik dram operalaştırılıp sergilenmiştir. 1973 yılında Duygu Aykal'ın, Cengiz Tanç ve İlhan Usmanbaş'ın müzikleri üzerine hazırladığı Çoğul ve Oluşum ile Necil Kazım Akses'in koreografisi, Oytun Turfanda tarafından yapılan Pembe Kadın adlı tek perdelik özgün bale eseri repertuara katılmıştır. 1974 yılında sergilenen Adriana Lecouvreur ve Köprüden Bir Bakış gibi iki yeni İtalyan Operasından sonra Nüvit Kodallı'nın Hürrem Sultan'ı repertuarı renklendirmiştir. Aynı yıl Devlet Operası İstanbul Festivalinde, Köroğlu adlı epik operayı sergilemiştir. 1977 yılında sergilenen Midas'ın Kulakları, Ferit Tüzün'ün satirik bir operasıydı. Aynı yılda, Bulutlar Nereye Gider UNESCO'nun Çocuk Hakları Bildirisinin bir yansıması olarak büyük ilgi toplamıştı. Devlet Operası 1978 tarihinde ilk yurtdışı turnesine çıkmış, 1979-1980 döneminde ise Duygu Aykal ve İlhan Usmanbaş'ın "İnsan....İnsan...." adlı balesiyle sergilenmişti. Devlet Opera ve Balesinin kadrosunda milletlerarası üne sahip büyük sanatçılar bulunmaktadır. Bunun yanısıra rejisör ve orkestra şefleri yurtdışındaki gösterileriyle adlarından söz ettirmektedirler. TÜRK TANITMA VAKFI DOSYASINA AİT BÖLÜMLER 4. MİMARİ Türkler ilk anayurtları Orta Asya'da, tabiat şartlarına uygun olarak üstleri kubbe şeklinde örtülü çadırlarda yaşarlardı, bunlara oba veya topak ev denirdi, aynı zamanda kerpiçten barınaklar da yaparlardı. Bu çadırlar sonraları Türk mimari ve süsleme sanatlarını etkiledi. Türkistan'da Uygurlar döneminde, daha önce ise Çin'deki Türk boyları zamanında hayli gelişmiş bulunuyordu. Kubbe tarzını Türkler, Araplardan çok önceleri biliyorlardı. Türkler yassı soğan tipi kubbe yapmışlardı. Bugün de Kırgız çadırlarının dar tahtalarla örülen ve keçelerle, kıl örmelerle, pamuklularla örtülen üstleri kubbe şeklindedir. Turfan Karahoçu, Bişbalığı, Karakurum gibi kentlerde, başka ülkelerdekinin tersine dini mimari yerine sivil mimari eserleri göze çarpmaktadır. Bunların yapısında kerpiç, taş ve tuğla malzeme olarak kullanılmıştır. Türklerde dini yapı mimarlığı İslamlığın kabulünden sonra gelişmiştir. Dini mimari örneklerini tarih sırasına göre Selçuklular, Moğollar, Babürler ve Osmanlılar zamanında görmekteyiz. Bu değişik tarihi devir ve coğrafyada yapılan eserler birbirlerinden farklılıklar göstermektedir. Bütün bu dönem eserlerinin müşterek özelliği akla uygunluk ve sadeliktir. Selçuklular, Orta Asya'dan İran'a geldikleri zaman burada eski geleneklere dayanan yerli bir mimari ile karşılaştılar. Bu mimariye kendileri de​
 
makif Arkantos
bazı özellikler katarak yeni yapı tipleri ortaya koydular. Selçukluların sanat tarihi bakımından meydana getirdikleri en önemli yapı tipi medresedir. XI. asırda Alparslan ve Melikşah devirlerinin ünlü veziri Nizamülmülk tarafından ilk medreseler yaptırıldı. Bunlar arasında Nişabur, Tus ve Bağdat şehirlerindeki üç büyük devlet medresesi ve Horasan'daki Hargerd medresesi en önemli örneklerdir. İran bölgesindeki medreseler, zamanla ve Moğol istilalarıyla yok oldu. Hargerd medresesi harabe halinde bugüne kadar gelebildi. Bu medresedeki kare planlı avlunun her kenarının ortasında bir eyvan vardır. Kıble yönündeki eyvan büyük, yan kenarlardaki eyvanlar küçüktür. Bu yapı, orta avlulu ve dört eyvanlı planın uygulandığı ilk örnektir. Tonoz örtüsü yıkılmış olan medreseden bugüne sadece kerpiç yan duvarları, mihrabı ve kufi kitabesi kalmıştır. Medreseler, İran ve Türkistan'da yeni bir cami tipi olan venişli duvarlarla çevrili büyük avlusu bulunan medrese cami tipi meydana getirildi. Büyük Selçuklu medrese-camileri arasında bugüne kadar iyi durumda kalabilmiş olan en eski örnek İsfahan'daki Mescidi Cuma'dır. 1121'de yaptırılmış olan bu yapı 170x140 metrekarelik bir alanı kaplar. Avlu çevresindeki dört eyvandan meydana gelen planıyla bu tip camilerin ilk örneği olması bakımından önemlidir. Büyük Selçuklu İmparatorluğu devrine ait diğer camiler arasında Zevvare'deki Mescidi Cuma (1136) ile Erdistan'daki Mescidi Cuma (1160) Gülpayegan Camii ve Kazvin Mescidi Cuma'sı sayılabilir. Selçuklu Camii mimarisinin gelişmesini gösteren bu yapılarda aynı plan, aynı malzeme ve aynı süsleme özellikleri görülür. Büyük Selçukluların mimariye kazandırdığı başka bir yapı tipi de mezar anıtlardır. Sultanlar, emirler ve büyük devlet adamları için yapılmış olan türbelerin örneklerine Türkistan, İran ve Anadolu'da rastlanır. Selçuklu mezar anıtları,kümbetler ve kubbeli büyük türbeler olarak iki gruba ayrılır. Kümbetler (mezar kuleleri) büyük çadırlara benzeyen bu yapılar dört köşeli, çok köşeli veya yuvarlak biçimlidir. İçten kubbeyle dıştan da biçimlerine göre pramit veya konik bir çatı ile örtülüdür. Bu türbeler umumiyetle iki katlıdır. Merdivenle inilen bodrum, mezar kısmı, merdivenle çıkılan ve çoğunlukla birer mihrab da bulunan üst kat mescittir.Doğu İran'da Meşhet şehrinde Radkan kübbeti (XI-XII) ile Horasan'da Kişmar kümbeti (XIII) en önemlisi Selçuklu kübbetleridir. Radkan kübbeti 22 metre yüksekliğindedir ve tuğladan yapılmıştır. Üzerini çinilerle kaplı bir çatı örter. Ayrıca alt kısmında görülen tuğla süsleme de ilgi çekicidir. Kişmar kümbeti 18 metre yüksekliğindedir. Meraga'da, Kümbeti Surh, Kümbeti Kabus, Nahçivan'da Mümine Hatun Türbesi ve Urmiye'de Sekümbet önemli Selçuklu kümbetlerindendir. Kubbeli türbelerin en önemli örneği Sultan Sencer'in Merv'deki Türbesidir (1157) Kare şeklinde olan türbenin kaidesinin bir kenarı 27 metre yüksekliği 14 metredir. Bu kaidenin üzerinde kemerli bir galeri ve ortasında 17 metre çapında kubbe yer alır. Yüksek bir kasnağa oturan kubbe , çift kubbe şeklindedir.​
 
makif Arkantos
1) Köy seyirlik Oyunları veya Köy Tiyatrosu adıyla anılan ve kırsal kesimde geleneğe bağlı belirli günlerde ve düğün, bayram gibi törenlerde sahneye konan oyunların kaynakları tarih öncesi devirlere ait ritüellere ve yaşama süreci içindeki günlük hayat sahnelerine dayanır. Köy tiyatrosu özel bir sahneye ve kostümlere sahip değildir. Sahne kostümler makyaj malzemeleri, dekorlar, kırsal kesimin tabii yaşama imkanları çerçevesi içinde sağlanmaktadır. Oyuncular amatördür,oyunculardan kabiliyetli olan rejisörlük görevini de üstlenmektedir. 2) Geleneksel tiyatro içinde yer alan Meddah,gerçekte bir anlatım türü olmakla beraber söyleşmeli,taklitli kişileştirmeli bölümleri sebebiyle dramatik türlerden sayılmaktadır. Meddah hikayelerinde rol alan bütün kişileri, hikayeyi anlatan ve meddah adıyla anılan tek kişi canlandırırdı. Önceleri tarihi ve dini konuları nakleden meddahlar, sonraları günlük hayattan alınan kesitleri komik bir üslupla nakletme yoluna yönelmişlerdir. 1. gölge oyunu olan Karagöz, karanlıkta beyaz bir perdenin arkasında yakılan ışıkla,deriden kesilmiş ve renklendirilmiş insan ve hayvan tasvirlerinin perdeye aksetmesi şeklinde oynatılmaktadır. Geleneksel Türk tiyatrosunun önemli türlerinden biri olan Karagöz, Perde Oyunu, Gölge Oyunu, Hayal Oyunu gibi isimlerle de anılmıştır. Tasvirlere hareketle anlatım kazandıran ve ses veren kişi aynı kişidir. Yavuz Sultan Selim Çağının güvenilir yazılı kaynaklarına göre gölge oyunu XVI. asırda Türkiye'ye Mısırdan gelmiştir. XVII.asırda teknik ve muhtevada milli özelliklere bürünerek Karagöz adını almıştır.Bu oyunun iki önemli kişisinden biri olan Karagöz açık sözlü sade bir halk adamıdır. Hacivat ise, okumuş, dalkavukluğa yatkın, çıkarını bilen bir kişidir. Bunların dışında konulara göre rol alan yardımcı tipler vardır. Karagöz oyunlarında çoğunlukla toplum yaşayışının ve kişilerin aksak yanları işlenmekte ve güldürü havası içinde sergilenmektedir. İstanbul Türkçesinin dışındaki farklı şivelerle, taklit ve yanlış anlamalarla güldürü unsuru sağlanmaktadır. 4)Kukla Oyunu Orta Asya'da yaşadıkları dönemden itibaren biliniyordu.Bu oyun XVIII. asırda "Kukla" adı ile anılmaya başlanmışsa da daha önceki asırlarda bebek anlamında Türkçe "Kavurcuk" kelimesi ile tanınıyordu. Ayrıca Türk kelime hazinesinde kukla oyununa bağlı pek çok kelime ve deyim bulunmaktadır. Kukla oyunlarında İslamiyetten sonra tasavvufi yorum ve bilgiler yer almış, tanrı-kainat bağlantısı anlatılmaya çalışılmıştır. asırda Batı kuklasının Türkiye'ye gelmesiyle iskemle kuklası, ipli kukla denilen türler Türk kültür hayatına girmiştir. Bu dönemde Emin ve Cemil Mehmet Bey gibi Türk kuklacıları şöhret kazanmıştır. XIX asırda sokaklarda, bahçelerde oynatılan kuklaların yanısıra İstanbul'unbaşlıca eğlence yeri olan Direklerarası'nda kukla temsili veren tiyatrolar da kurulmuştur. 5)Ortaoyunu, Kukla ve Karagözden farklı olarak oyuncular tarafından r.
 
makif Arkantos
Oynanır.Ortaoyunu Karagöz'ün perdeden yere inmiş şekli gibidir. Muhteva ve anlatım tarzı bakımından Karagöz oyununa çok benzer. Ortaoyunu, etrafı seyircilerle çevrili yuvarlak veya elips bir alanda oynanır. Oyun başlamadan önce saz ve raks grubu seyircileri eğlendirir.Curcuna adlı bu bölümde değişik kılıklarda oyuncular müzik eşliğinde komiklikler yaparlar. Ortaoyununda, Karagöz oyununda olduğu gibi ana karakter vardır. Kavuklu Karagöz'ün, Pişekar Hacivat'ın karşılığıdır. Curcuna bölümünden sonra Pişekar sahneye gelir, seyircileri selamlar, çalgıcılara işaret verir,müzikle beraber sahneye tek tek gelen oyuncuları seyirciye tanıtır. Pişekar,oyunun hem baş oyuncusu , hem de yöneticisidir. Oyunun süresini seyircinin ilgisine göre uzatır veya kısaltır. Pişekar içten pazarlıklı ve becerikli, kavuklu ise açık yürekli, derbeder, beceriksiz bir tiptir. Orta oyununda kadın rollerini kadın kılığına giren erkekler oynarlardı. Osmanlı İmparatorluğu'nun geniş sınırları içinde yaşayan farklı etnik grupların şive ve davranış özellikleri ortaoyunu içinde canlandırılırdı. Oyunlar yazılı metne dayanmaz, önceden öğrenilen konu irticalen oynanır,kelimelerin iki anlamlı olanları seçilerek güldürü sağlanırdı. 6) Tuluat Tiyatrosu,Ortaoyunu ile Batı tiyatrosu karışımı irticalen oynanan kozmopolit bir tiyatro türüdür. Karagöz, Ortaoyunu, Meddah, Tuluat tiyatrosu Osmanlı döneminde İstanbul merkez olmak üzere büyük yerleşim merkezlerinde gelişmiş tiyatro şekilleridir. D aha çok kırsal bölgelerde yaşayanların geçmişten günümüze kadar getirdiği kültür birikiminden kaynaklanan, milli usul,tavır, uslup ve makam kurallarına dayalı olarak doğan ve halk arasında anonim tarzda yayılan Türk Halk Müziği milli kaynaklı müzik türüdür. g.Çocuk ve Büyüklerin Oyunları T ürk folklorunun zengin dallarından birisi de çocuk ve büyüklerin oyunlarıdır. Bunlar Bahçede, evde, sohbet toplantılarında misafirlikte oynanan zaman zaman araç ve gereç gerektiren oyunlardır. Saklama veya saklanma dine ve büyüye, taklit esasına dayalı zeka oyunları da bu grupta yer alır. Türkiye ve Türk toplumu oyunlar konusunda büyük bir birikime sahiptir.Oyunların bazıları hem çocuklar, hem de büyükler tarafından oynanır. Çocuk oyunlarının sayışmacalarında ve oyunda söylenen tekerlemelerinde zaman zaman ezgilerde yer alır. Türkiye'de geleneksel nitelikte çeşitli sporlar vardır.Karakucak ve yağlı güreş geleneksel Türk güreş sporlarından olup, dünyaca ünlü güreşçilerin yetiştiği bir okuldur. Bunun dışında hayvanların da katıldığı birtakım oyunlar vardır. Cirit ve Gökbörü en eski insan-hayvan gücüne dayanan atlı türk sporlarıdır.Bunlar kendi geleneksel kuralarına uygun olarak yapılmaktadır. h. Belirli Günler
 
makif Arkantos
R esmi, dini ve mevsimlik bayramlar ile ilgili gelenekler ve inanışlar Türk toplumunda önemli bir etkinliğe sahiptir.Birlik ve beraberlik sağlayan bu bayramlar ayrıca birer eğlence aracı olarak önemlidir. . . Mevsimlik bayramlar Koçkatımı,Hıdırellez, Yoğurt Bayramı gibi tabiat olaylarından, koyunların kırpılması gibi hayvanlarda meydana gelen değişikliklerden kaynaklanmaktadır.Baharın gelişi tabiatın yeniden canlanması olayının kutlandığı Hıdrellez, geleneksel kutlamaların en zengin olanlarından biridir.Hıdrellez, karşılıklı maniler söylenerek, oyunlar oynanarak, yemekler yenerek kutlanır. Dini bayramlar, dini inançlara dayalı olarak kutlanmakla beraber bu kutlamalar Türk gelenekleri ile zenginleştirilmiştir.Bayramlarda davul zurna gibi müzik aletlerinin eşliğinde yapılan eğlenceler de yer alır. . ı.Giyim Kuşam A nadolu insanının giysileri birbirine benzemekle birlikte giyiniş biçimleri tercih edilen renkler,yöreden yöreye farklılık gösterir.Anadolu'nun özellikle küçük yerleşim merkezlerinde eski giyim geleneği devam etmektedir. Geleneksel Türk giyiminin en önemli unsurunu başlıklar oluşturur.Başlıklar takılış şekilleri ve kullanılan malzeme bakımından giyenin toplumsal durumunu sergiler. Geleneksel Türk giysileri baştan ayağa kadar her unsuruyla uyumlu bir bütün halindedir. j. El Sanatları İ nsanların dış etkenlere karşı belirlenen ihtiyaçlarından doğan ve giderek toplumların yapılarına ve geleneklerine, zevklerine, kültürlerine göre değişik özellikler gösteren bir sanat kolu da el sanatlarıdır. Türk el sanatları çeşitli ihtiyaçlara cevap verirken bir süsleme sanatı olarak da gelişmiştir. Geleneksel Türk el sanatları içinde önemli bir yeri olan halıcılık ve kilimcilik, göz alıcı, iç açıcı renklerin dile getirildiği, toplum zekasının ve inceliğinin belirdiği bir sanat dalıdır.En eski halıların Orta Asya'da bulunması, halıcılığın Türklerde başladığını göstermiştir.
 

Benzer Konular

Yanıtlar
0
Görüntülenme
6B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
3B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
20B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
10B
Üst