Müslümanların Kur'an Dışı İnançlarının Temelleri -1

prenses MoNo MeLeği ♥
Müslümanların Kur'an Dışı İnançlarının Temelleri -1

Gaybın peygamberlere ancak bir bilgi olarak vahiy yoluyla bildirildiği bir gerçektir.
Mustafa Özbaş

Gaybın peygamberlere ancak bir bilgi olarak vahiy yoluyla bildirildiği bir gerçektir (11/49).1 Bunun dışında Rasulullah (s) gayba muttali değildir. Bilakis o, Kur'an'ın diliyle benim ve sizin başınıza gelecekleri bilmem demektedir (46/9).2 Buna rağmen onun diliyle istikbale dair bir takım haberler rivayet edilegelmiştir. Bu tür rivayetlerin çoğu uydurmadır ve şüphelidir. Fakat Rasulullah (s), ümmetinin geleceğine ilişkin söz söylememiştir demek de vakıaya pek uygun olmasa gerektir. Elbette her selim akıl sahibi kimsenin yaptığı gibi o da tahminlerde bulunmuş, kanaatini bildirmiş olabilir. Böyle bir tahmin herkesten çok ona yakışır bir tutumdur. Zira o vahiyle bilgilendirilmekte, onunla içice yaşamakta, özdeşleşmektedir. Bu sebeple onun yapacağı tahminlerdeki isabet, daha bir gerçeğe yakın olacaktır. Kendisinin zamanında bile ihtilaflara düşebilen, tartışan, Yahudi ve Hıristiyanlara özenen Müslümanların, kendinden sonra gruplara ayrılacağını, Kur'an'dan sapmalar göstereceğini söylemiş olması bir ileri görüşlülüktür aynı zamanda.

Bu konuda Buhari'de mevcut bulunan bir hadis, şöyledir: Hiç şüphesiz siz, kendinizden önceki milletlerin yoluna adım adım, karış karış, tıpatıp uyacaksınız. Öyle ki onlar keler deliğine girseler, siz de girmeye kalkışacaksınız. Bunun üzerine sahabe Rasulullah'a Hıristiyan veya Yahudileri ima edip etmediğini sorunca, Rasulullah (s) da sesini yükselterek ya kim olacaktı? diye cevap vermiştir.3 Nitekim bu tahmini tutmuş ve ne yazık ki bu sapma gerçekleşmiş, korktuğu başına gelmiştir.

Her ne kadar Rasulullah (s) Yahudi ve Hıristiyanlarla olayı müşahhaslaştırmışsa da bunu yakın çevreyle ilişkiler doğrultusunda bir isabetin sonucu olarak değerlendirmek yerinde olacaktır. Vakıa şu ki, Müslümanlar sadece Yahudi ve Hıristiyanlardan etkilenmekle kalmamışlar, diğer milletlerin yollarına da uymuşlardır.

Bu yazıyla amaçladığımız, -şimdiye kadar anlattıklarımız doğrultusunda- müslümanların, başta Yahudi ve Hıristiyanlar olmak üzere diğer milletlerin yoluna nasıl ve ne şekillerde uyduklarını, bugünlere nasıl gelindiğini ortaya koymaktır.

Tarih boyunca bütün milletler içice yaşadıkları diğer milletlerin inanç ve kültürlerinden etkilenmişlerdir; iyi ya da kötü kendi hanelerine kaydettikleri bir şeyler var olagelmiştir. Peygamberimizin vefatının üzerinden henüz 15 yıl geçmeden islam orduları bir yandan Avrupa, öbür yandan Çin topraklarına kadar geçmiş, bir yandan Erminiyye öbür taraftan Hind topraklarına ayak basmışlar, Hicri 26'da Maveraünnehir'e girmişler, Hicri 27'de Hz. Osman'ın gönderdiği ordular Endülüs'ü fethetmişlerdir.4 Bu kadar kısa süre içinde Mısır, iran, Endülüs/İspanya, Bizans, Hint ve Çin topraklarında yaşayan insanlarla hızlı bir etkileşim sürecine girilmiştir. Fetihlerin sonucu olarak köklü değişim ve süratli şehirleşme ile birlikte, kabile teşkilatları parçalanmış, evvelce değişmez olarak kabul edilen gelenekler, farklı ve mütekamil diğer medeniyetlerle temas neticesi, hızla değişimler gerçekleştirmiştir. Yabancı geleneklerin ani müdahalesi sonucu toplumun gözle görülür ve hızlı değişimi, tekamülün telaşlandırıcı ve bilinçlendirici tesiri ile, şaşkınlığı acıya dönüştürmüştür.5

Ayrıca islam elbisesine bürünmüş zındıkların (özellikle Yahudiler) sahtekarlık ve nifak ruhuyla hadis uydurmaları ve bununla islam'ı bozmayı ve müslümanlar arasına ihtilaf ve ayrılık tohumları ekmeyi amaçlamaları da gözönüne alındığında olayın vehameti daha iyi anlaşılmış olacaktır. Bir çok uydurma hadis, ihtiyaçlara ve şüpheli durumlara göre söylenmiş, sadece güçsüz bir kalpazanlık olarak ortaya çıkmıştır. Kur'an'a aykırı olan bir çok söz Rasulullah(s)a atfedilmiştir. Öyleki, sünnetin Kur'an'ı neshedeceğini iddia edenler olmuştur.6 Olayın boyutu bununla da kalmamış ibn Ebi'l-Auca adlı zındık, boynu vurulmak için götürülürken yüreklilikle içinde haramı helal, helali haram kıldığım dört bin hadis uydurdum diyebilmiştir.7

H. 31'de vefat eden Ebud Derda zamanının Müslümanlarının yaşayışlarını ortaya koyan şu çarpıcı tespitte bulunmuştur: Cemaatle kılınan namazdan başka peygamber devrini hatırlatan hiç bir şey kalmadı.8 Ebud Derda bu sözleri söylerken öfke ile karışık bir üzüntü içinde olayın vehametini itiraf etmekten kendini alamamış olmalı.

Bu olumsuzlukların boyutunu etkileyen başka bir sebep olarak 'Halifelerin, Ridde olaylarında şehid düşen yetişkin elemanlardan mahrum olmaları' fikri de ileri sürülebilir. Her ne kadar yeni fethedilen bölgelere Kur'an'ı iyi bilenler gönderilmeye çalışılmışsa da, daha Hz. Osman döneminde Kur'an'ın teksiri/çoğaltılması olayına sebep olan olay da göstermektedir ki yeterli randıman elde edilememiştir.

Daha Hz. Ömer zamanından itibaren, Kur'an'ın ifadesiyle Müslümanlara en yaman düşmanlığı olan Yahudiler (5/82)'den Kabu'l-Ahbar ve Vehb b. Münebbih gibi sözde Müslüman kılıklılar gizli faaliyetlere başlamışlardı.9 Bunlar Beni israil hikayelerinden anlatmanızda bir beis yoktur.yeter ki benim adıma yalan uydurmayın.10 türünden hadisler uydurarak yollarını açmışlar ve bu kapı bir daha kapanmamış, Yahudi mitolojisi/İsrailiyyat adına ne varsa islam'ın hanesine kaydedilir olmuştur. Bu oyuna alet olan insanları/müslümanları iki grupta değerlendirmek yerinde olacaktır. Bunlardan birinci grup, İsrailiyyat karşısında istihkar/aşağılık kompleksi duyduklarından, ikinci grup da, Kur'an'ın çok özlü olan eski milletlere yönelik ifadeleri karşısında meraklarını yenemediklerinden bu işe alet olmamışlardır,11 Sebep ne olursa olsun fütursuzca yapılan bu nakiller sonucu eski müelliflerin bir çoğunun yazdığı tefsir kitapları, mitolojik birer mahiyet arzeder hale gelmiştir. Bu hikayelerle Kur'an'ı esatirül evvelin'e dönüştürmek istemişlerdir. Halbuki Kur'an böyle bir şeyden münezzehtir [6/25; 8/31; 16/24], Bu eserleri okuyan insanlar anlatılan esatire/efsaneye takılıp kalmakta, Kur'an'ın gerçek mesajını anlamaktan engellenmiş olmaktadırlar. Artık, Nadir b, Haris'in aklı sıra Kur'an'a nazire olarak O eskilerin masallarıdır, gelin beni dinleyin, benim size daha taze masallarım var13 demesine bir nevi gerek kalmamıştır !!! [6/25].

Abbasiler dönemine gelindiğinde sözde halifeler öncülüğünde Grek/Yunan düşünce ve mitolojisine ait hemen bütün eserler fütursuzca Arapça'ya çevrilmiş, Müslüman filozoflar Yunan bilgi teorisi ve metafizik nazariyelerine dayanarak beden ve ruh arasında köklü bir ikiliğin (düalizm) bulunduğu görüşünü kabul etmişler, Yunan-Hıristiyan kaynaklı etkilere bağlı olarak maddi şeylerle ruhani şeyler arasında ayırım yapan açık bir ahlaki düalizme gidecek şekilde geliştirmişlerdir. Bu, müslüman filozofların ahiretle ilgili görüşlerini de temelden etkilemiş, islam, yayıldıkça öz dürüstlük duygusu III. yüzyıla varmadan kendisini içine kapanık ve kendine yeterli olduğu görüntüsüyle hem de Allah inancını istismar ederek yer değiştirmiştir, ki bu Kur'an'ın açıkça Yahudi ve Hıristiyanlara yönelttiği bir ithamdır.13

Yukarıda Müslümanların erken dönemlerinde Endülüs'ü fethettiklerinden söz etmiştik. Burada Halife II. Hakem'in, Talmud'u Arapça'ya çevirttiğini de görmekteyiz. Bizzat kendi itiraflarına göre Yahudiler, 'altın çağlarını tarihlerinde ilk defa Bağdat ve Endülüs'te elde etmişlerdir. Bu elverişli ortamda Talmud'un çevirisinden müstefid (!) olan Müslümanlar Yahudilikteki kabbala * düşünce akımından hareketle faydalı (!) kitaplar/eserler kaleme almışlardır. İlk defa sufilerden Hakim Tirmizi atağa kalkmış, ardından Hallac-ı Mansur, bazı Kur'an surelerinin başında anlamları bilinmeyen harflerde gizli anlamlar olduğu şeklinde yorumlar yaparak T ve S'ler kitabı (Kitabu'l-Tavasin)nı yazmıştır, İbn Arabi de bu görüşe katılmakta gecikmemiştir. Batıniler de bu yorumlardan faydalanmışlar ve sınırlarını sonsuza değin genişleterek İslam'a istedikleri tüm fikirleri sokmaya çalışmışlardır. Sonraki yüzyıllarda da yeni şekli ile Hurufilik'e dönüşmüştür.” 14

İslam'da yasak olan, hatta şirk sayılan tılsım ve afsunların menşeinin Yahudi kabbala mistisizmi olduğunda ve Endülüs Yahudileri aracılığıyla Müslümanlara geçtiğinde şüphe yoktur.

1492'de Endülüs (yeni adıyla İspanya)’ten kovulan Yahudiler Osmanlı'ya sığınmış, 'altın çağlarını sürdürmüşlerdir. O kadar ki diaspora/taşra'da ilk mesihi hareketlerini gerçekleştirmişlerdir. Endülüs ve Osmanlı yönetimine önemli mevkilerde bulunan Yahudiler, Fatımiler devrinde Mısır'da halifenin arkasında hüküm verenler olmuşlardır. Fakat yine de büyük ihanetlerinin hedefi sürekli islam olmuştur.16

Burada şu gerçeği de vurgulamakta fayda var: Orta Asya'dan kalkıp Anadolu topraklarına yerleşen Türkler'in kendi inançları/şamanizm yanında üzerinde geçip geldikleri iran'daki Zerdüşt ve Mani dinlerinden etkilendikleri, Anadolu'da karşılaştıkları Hıristiyan yerlilerle ilişkilerde bulunup hanelerine kaydettikleri de olmuştur.

Müslümanların tarihi süreç içerisinde diğer milletlerle ilişkilerine değindikten sonra -şimdiye kadar yaptığımız bu idi şunları da söyleyip bu milletlerin yollarına nasıl uyduklarını ortaya koymaya çalışacağız.

Müslümanlar, itikad ve amelde Kur'an'ı ve Rasulullah (s)'ın uygulama şeklini esas almaları, itikadi esaslarını hem delalet, hem de sübut açısından kafi delillere dayandırmaları gerekirken Peygamberin yanı sıra yeni peygamberler edinmiş, ona gönderilen Kur'an'ın yanı sıra başka Kur'an'lar kabul etmeye başlamışlardır.17 Tıpkı Yahudilerin Tevrat'ın ilk beş kitabını Talmud/sözlü gelenek uğruna terkettikleri gibi gelenek ve öğrenilmiş kararlar uğruna Kur'an'ı terk etmişlerdir,18 Neticede Müslümanların inanç ve amele dair esaslarının kaynağı bulanmış, bir çok batıl fırka, gurup ve mezhep bu süreç içinde ortaya çıkmıştır. Oysa Rabbimizin kitabında bu tür ayrılıkları reddetmiştir: Hepsi yanlarındakiyle sevinmektedirler. (30/32)

Tarih boyunca milletlerin birbirlerinden etkilendiklerini söylemiştik. Bu noktada Yahudilerin esaret yıllarında İran ve Helen düşüncesinin etkisine kaldığını söylemek yerinde olacaktır. Talmud'un 600 yıllık tedvini tamamlanıncaya dek (M.Ö. 20û'den M,S. 400'e kadar] ihtiva ettiği hikmetlerin % 70'i Hind, Yunan, Babil, İran ve diğer milletlerden aşırılmıştır. Yahudilere göre Talmud Tevrat'ın devamıdır. Talmud bizdeki sünnet [tradition]'in karşılığıdır. Musa'dan mervi kanunun şerhidir, semadan inmiş, Musa'dan rivayet edilmiştir.19 İslam kültüründeki kudsi hadis ve nebevi hadislerin de vahiy mahsulü olduğu inancıyla ne kadar da örtüşüyor değil mi?

Yazımızın bundan sonraki bölümlerinin şimdiye kadar anlatılanlar dikkate alınarak değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayarak müslümanların Kur'an dışı inançlarının temellerini, akide ve amel/uygulamadaki yansımalar olarak ele almaya çalışacağız. Bu işi yaparken Önce İslam dışı rivayetlere sonra da İslam kültüründekilere yer vereceğiz.

Akideye dair inançların temelleri

Kitap İnancı

Yahudi Kabbalacılarca Tevrat'ı Tanrı'nın varlığından ayırmak mümkün değildir. Tevrat'ın yaratılmış (mahluk) olmasından söz edilemez. Yaratanla Tevrat birdir.20

İlk dönemlerde Kur'an'ın veya vahiy lafzının yaratılmış olup olmadığı konusunda yapılan tartışmalardan sonra da bazı Müslümanlar şu hükmü savunmaya başlamışlardır: Allah ezeli kelamıyla mütehellimdir. Kelamı yaratılmamıştır. Kur'an, kelam-ı kadimdir.21

Yahudilerde hayızlı ve lohusa kadının kutsal şeylere dokunması ve toprağa/havraya girmesi yasaktır.

İslam tarihinde de temizlik anlayışıyla ilgili bazı yanlışlıklara rastlanmaktadır.

Yahudilerde Tevrat okunurken başın muhakkak bir takkeyle örtülmesi şarttır. Evde veya havrada olması fark etmez. Tevrat okunurken usulüne göre abdestli ve temiz olmak gerekir. Okullarda başlar örtülerek Tevrat okunur, baş açık havraya girilmez.23

Yaşayan geleneksel İslam'da da Müslümanlar Kur'an okurken ve camide başlarını adeta farz telakki ederek örtmekte (takke), abdestsiz hayat kitabımız Kur'an'ı değil okumak ona el bile sürmemektedirler. Halbuki Kur'an kendisinin okunması için Kur'an okuduğunda/okumak istediğinde kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığın (16/98) ayeti dışında hiç bir şart ortaya koymamıştır.

Zerdüşt/Mecusi dininde menler (büyü], kutsal kelimelerden, virdlerden, dil, ayak, elbise, el ve ağız temiz olarak okunan dualardan ibarettir. Bu iş özel dini ve ruhani merasimlerden ibaret olup resmi mubed (ruhani/din adamı) vasıtasıyla, özel bir kıraat ve ahenkle telkin edilmektedir. Bu kelimeler içlerinde gaybi ve gizli ruh (mana) taşımaktadır. Bu kutsal gizli, esrarlı kelimelerin tekrarı sevaptır ve değerlidir, hatta bir anlamı olmasa bile. Bu kelimelerin okunması, anlamak için değil etki/sevap bağışlayıcı olarak okunan bir metindir. İnsana dünya ve ahirette layık olduğundan daha fazla mükafatlar ve/veya sevaplar vermektedir.24

İslam kültüründe bugünkü Kur'an'a bakış ve okuyuş biçim ve şekilleriyle ne kadar da Örtüşüyor değil mi? Bugün eldeki bir çok kitapta surelerin faziletleriyle ilgili uydurma hadislerle bedava cennet tapuları dağıtılmaktadır. Rabbimiz inananlardan canları ve malları karşılığında onları cennetlere varis kılarken (9/111) bu tür hadiselerin ürünü olarak 'şu sure veya duayı şu kadar defa, şu zaman, şurada okuyanın deniz köpükleri/çöl kumları kadar günahı olsa bile bağışlanır, işi rast gelir, kısmeti açılır, peygamberi rüyasında görür, fakirlikten kurtulur, her muradına nail olur' vs. gibi sünnetullaha yapışmaksızın bir şeyler elde etme ucuzluğu doğmuştur. İnsanları bu edebiyatla avutanlar onları 'kandırıcı bir din' ile muhatap etmekte değil midirler? Haşa, İslam böyle şeylerden münezzehtir, kimsenin de Allah'ın yüce dinini bu hallere düşürme yetkisi yoktur.

Yahudilere göre, pazartesi, perşembe günleri ile cumartesi günü kutsal metin/Tevrat okuma zamanlarıdır. Talmud'a göre her cuma akşamı kabirdeki ölülerin cesetlerine yeni bir ruh girer ve cumartesi sonuna kadar kalır, sonra ayrılır.25

Bugün halen halkımıza kürsülerden pazartesi, perşembe günleri ölülerine bol bol Kur'an okuyup bağışlama geceleri olarak telkinde bulunulmaktadır. Bu gecelerde ölülerin ruhlarının en yakınından başlamak üzere kapı kapı gezip 'yok mu bir fatiha olsun okuyan?' diye dilendikleri masalları anlatılmaktadır. Rabbimiz kitabını 'diri olanları uyarsın' (36/70) diye gönderdiği halde. Ne gaflettir ki en çok bu sure ölülere 41 ‘Yasin toplantıları’ yapılarak okunmaktadır. 'Sen ölülere işittiremezsin' (30/52) Dirilerle ölüler bir olmaz... Yoksa sen kabirlerde bulunanlara işittirecek değilsin (35/22) ayetleri göz ardı edilerek, kabirlerdekilere nüfuz edebilecekleri inancıyla hareket edilmektedir.

Yahudilikte yemin Tevrat üzerine yapılır. Hıristiyanlıkta da İncil üzerine.26

Günümüz Müslümanlarında da görülmekte olan bu inanç ve alışkanlık ya Kur'an'a el basarak -abdestli olarak- ya da bir şey için yemin edecekse 'Kur'an çarpsın ki' diye söze başlamak gibi şekillerle tezahür etmektedir. Haşa, Kur'an Allah mı ki insanı çarpsın. Nasıl ki bir kişinin sözü kendisi değilse, Allah'ın kelamı olan Kur'an da Allah değildir. islamda bütün insanların bir tek kutsal varlıkları vardır, O da, Allah(c.c)'tır. O'ndan başka hiç bir şeye ve hiç bir kimse adına ve/veya başına yemin edilmez. Bu konuda Kur'an'ın ve Resulullah (s)'ın tutumları ayniyet arz etmektedir. Zaten aksi de düşünülemez. (28/85). Kur'an Allah'ı üzerine kefil/şahit yaptığınız yeminleri bozmayın (16/91) buyurduğu gibi birbirlerine suç isnad edip de şahitleri bulunmayanlara Allah adına yemin etmelerini salık vermektedir (24/6-9). Peygamberimiz (s) de Yemin etmek isteyen kimse Allah'a yemin etsin veya sussun buyurduğu gibi kendisi de yemin ederken Kabenin Rabbine, Nefsimi kudret elinde tutana diye başlayarak Allah'a yemin etmiştir.27 Allah'dan başka bir şeye yemin edilince, maddeye kutsallık verilmiş olur, oysa maddenin hiç bir kutsallığı yoktur. Nitekim Rasulullah (s) da bunu vurgulamıştır.

Müslümanların bugünkü haliyle Kur'an'a yaklaşım ve tavırlarını gayet açık ve net bir şekilde ortaya koyan M. Abduh'un şu tespiti ne kaçlar ilginç ve yerinde bir tespittir: Şaşılacak bir haldeyiz, bu ne gaflet, bu ne aldanış, Kur'an hakkındaki bilgimiz tıpkı Allah hakkındaki bilgimiz gibidir. Bizim çocuklarımıza yapılan ilk telkin Allah Teala'nın ismini öğretmektir. Fakat çocuk O'nu vallahi bu işi yaptım, vallahi yapmadım gibi yalan yeminlerle öğrenir. Kur'an da böyledir. Çocuk birlikte yaşadığı kimselerden O'nun kelamı olduğunu duyar, manasını düşünmez. Kur'an'a saygının nasıl olacağını da bilmez. Ona ancak aralarında yetiştiği diğer Müslümanlar gibi saygı gösterir. Bu da şu iki şekilde olur:

1) Bazı ayetleri yazıp, özeyip suyunu içen hastanın şifa bulacağına, bazı ayetlerin bereket getireceğine ve buna benzer yaygın şeylere inanmak. Bunların doğruluğunu tartışma ya bile gerek kalmadan diyebiliriz ki bu, gerçekten Kur'an'a büyük bir tazim/saygıdır. Bazı putperest milletlerden alınmış olan birtakım yabancı kelime ve tılsımlar ihtiva eden muska, kemik veya çaput gibi, çocukların üzerine takılan nazarlıklar da böyledir. Kur'an'a yapılan/gösterilen bu türlü tazime Kur'an'ın yolundan gidersek Kur'an'a ibadettir, Allah'a ibadet değildir deriz.

2) Makamlara göre nağme yaparak coşturmayı bilen, edası ve sedası yerinde bir kârinin tilavet ettiği ve dinleyen kimseden sadır olan muayyen sözler, belli hareket ve sallanmalar... Bu heyecan ve neşvenin sebebi ses ve nağmelerin güzel oluşudur. Hatta bunun en kuvvetli sebebi, dinleyicinin Kur'an'ı anlamaktan uzak bir haleti ruhjyye içinde oluşudur.28

Rasulullah (s)'ın bazı sahabeden Kur'an dinlemekten hoşlandığı ve takdirlerini belirttiği malumdur. Ayrıca Kur'an'ı seslerinizle süsleyiniz dediği de. Fakat ne yazık ki bunu bugünün Müslümanı yanık sesli kariler olarak anlamaktadır. Halbuki bundan maksat, olsa olsa etkileyici bir tilavettir, denebilir. Aynı şiiri farklı kişilerden dinleyip de hepsinden aynı derecede etkilenmeyisiniz gibi Rasulullah (s) da etkileyici ağızlardan Kur'an dinlemekten hoşlanmış ve 'etkileyici bir tarzda okumaya çalışınız' demiş olsa gerektir.

Ama bu çarpık anlayış öyle boyutlara ulaşmış ki, Rabbimiz anlaya-bilesiniz diye anlayacağınız dilden göndermekle size Kur'an'ı kolaylaştırdık (12/2) buyurarak, Kur'an okumaktan gayenin anlamak olduğunu tekrar tekrar29 vurguladığı halde, anlamadan okuyan/dilini bilmediği halde okuyanlara da Rasulullah(s)'ın ağzından sevaplar dağıtılmıştır. Haşa, Allah'ın Rasulü Kur'an'a rağmen hareket etmek ve söz söylemekten uzaktır.

Nitekim bu husus Kur'an'da şöyle belirtilmektedir: “Eğer (Peygamber) söylemediklerimizi bize karşı kendiliğinden söylemiş olsa idi, elbette onun sağ elini alıverir, sonra da can damarını koparıverirdik. Sizin hiç biriniz de buna mani olamazdı”. (69/44-47)30

Biz, Hz. Peygamber'in bu ve bu gibi konularda Allah'ın nehyettiği bir şeyi emretmediğine, hiç bir şeyi Allah'ın tavsif ettiğinden başka şekilde tavsif etmediğine, kendiliğinden Kur'an'a aykırı tekliflerde bulunmadığına inananlarız.
 

Benzer Konular

Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
13B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
1B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
5B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Üst