Montaigne ve Denemeleri

SüKuN Harbi Aktif Üye
İNSAN AKLI

Belki öteki varlıklarda görüldüğü gibi, insanlar için de doğal yasalar
vardır; ama bizde kaybolup gitmiştir; çünkü şu mübarek insan aklı her
yere karışıp düzen vermeye, komuta etmeye kalkmış, dünyanın
yüzünü kendi büyük iddiaları, kararsız görüşleriyle bulandırmış,
karmakarışık etmiş.

Nihil itaque amplius nostrum est quod nostrum dico artis est. (Cicero)

Gerçekten bizim olan hiçbir şey kalmamıştır; bizim dediğimiz,
yapma bir şeydir.

İnsanlar her şeyi başka başka gözler, başka başka düşüncelerle
görürler: Düşünce ayrılıklarının asıl nedeni budur. Aynı şeyin bir ulus
bir yüzüne, bir ulus başka bir yüzüne bakar ve o yüzünde durur.
Bir insanın babasını yemesinden daha korkunç bir şey düşünülemez;
ama eskiden bazı kavimlerde bu adet varmış, hem de bunu saygı ve
sevgilerinden yaparlarmış; isterlermiş ki ölü böylelikle en uygun, en
on***u bir mezara gömülsün; vücutları ve anıları içlerine, ta iliklerine
yerleşsin; babaları sindirme ve özümleme yoluyla kendi diri
bedenlerine karışıp yeniden yaşasın. Böyle bir boşinancı iliklerinde ve
damarlarında taşıyan insanlar için, anasını babasını topraklarda
çürütüp kurtlara yedirmenin en korkunç günahlardan biri sayılacağını
kestirmek zor değildir.

Lykurgos hırsızlığa bir taraftan bakmış; komşusunun malını
habersizce aşıran bir adamın gösterdiği çevikliğe, çabukluğa, cüret ve
ustalığa değer vermiş; herkesin kendi malını daha iyi korumaya
çalışması da ulus için hayırlı olur diye düşünmüş; hem saldırmayı,
hem korunmayı öğreten bu iki tarafın eğitimi askerlik bakımından
yararlı görmüş; ulusuna vermek istediği başlıca bilgi ve değer de
askerlik olduğu için, başkasının malını çalmaktan doğacak olan
karışıklıkları, haksızlıkları hesaba katmamış.

Kral Dionysios, Platon'a, İran işi, uzun, damalı ve kokulu bir elbise
hediye etmiş. Platon: Ben erkeğim; kadın elbisesi giymek istemem,
diyerek almamış; ama Aristippos almış ve demiş ki: İnsan ne giyerse
giysin, erkekse yine de erkektir... Yine Dionysios Aristippos'un
yüzüne tükürmüş: Aristippos aldırmamış. Dostları bu küçüklüğünü
yüzüne vurduğu zaman, onlara: Ne olur? demiş, balıkçılar da ufacık
bir balık tutmak için tepeden tırnağa deniz suyu ile ıslanmaya pekala
katlanıyorlar. Diogenes lahanalarını yıkarken, yanından geçen
Aristippos'a: «Lahana ile yaşamasını bilseydin, bir zalime dalkavukluk
etmezdin» demiş, o da ona: «İnsanlar arasında yaşamayı bilseydin,
böyle lahana yıkamazdın, diye cevap vermiş. Bakın akıl ayrı ayrı
görüşleri insana nasıl kabul ettiriyor. İki kulplu bir çömlek, ister
sağından tut, ister solundan.

Bellum, o terra hospita, portas;

Bello armatur equi, bellum haec armento minantur.

Sed tamen iidem olim curru succedere sueti

Quadrupedes, et frena jugo concordia ferre;

Spes est pacis. (Virgilius)

Bana mesken olan toprak,

Sende savaş belirtileri var.

Savaşa hazırlanıyor bu sürüler, bu atlar.

Ama biz bunların sabana koşulduğunu da gördük

Aynı boyundurukta yürüdüklerini de;

Barış umudumuz yok olmuş değil yine.

Solon'a oğlunun ölümünde, güçsüz ve yararsız gözyaşları dökmenin
doğru olmadığını söylemişler; Güçsüz ve yararsız oldukları için
dökülmeleri daha iyi ya! demiş. Sokrates'in karısı: Ah! bu insafsız
yargıçlar! seni haksız yere öldürüyorlar diye ağlayıp sızlanırken,
Sokrates: Ya haklı olarak öldürseler daha mı iyi olurdu? demiş.
Biz kulaklarımızı süs için deleriz; Yunanlılarda ise bu, kölelik
belirtisiydi. Biz karılarımızla gizli gizli sevişiriz; Amerika yerlileriyse
bu işi uluorta yaparlarmış. İskitler yabancıları tapınaklarında kesip
kurban ederlermiş; başka kavimlerde ise tapınağa girene dokunulmaz.

Inde forur vulgi, quod numina vicinorum

Odit quisque locus, cum solos credat habendos

Esse deos quos ipse colit. (Juvenalis)

Böyle azgınlıkları vardır halkın;

Her ülke nefret eder komşusunun tanrılarından

Ve inanır gerçekliğine yalnız kendi tanrılarının. (Kitap 2, bölüm 12)
 
SüKuN Harbi Aktif Üye
CİNSEL YANIMIZ

Tanrılar, der Platon, bize buyruk dinlemez ve zorba bir organ
vermişler. Azgın bir hayvan gibidir bu organ, amansız iştahıyla her
şeyi kendine kul etmeye kalkışır. Kadınlarda da öyle obur, doymak
bilmez bir hayvandır o; zamanında yiyeceği verilmezse deliye döner,
beklemek bilmez, bedenlerini kudurtur, damarlarını tıkar, soluklarını
keser, türlü dertlere yol açar, ta ki ortak arzunun meyvesini içlerine
çeksinler, rahimlerinin dibi bol bol sulanmış, tohumlanmış olsun.

Yasa koyucularımız bunu böylece bilip ona göre gereğini
düşünmelidirler: Cinsel gerçeğin erkenden öğretilmesi daha iffetli ve
daha verimli olmasını sağlar, yoksa herkes onu hayal gücünün keyfine
ve ateşine göre bulmaya kalkar. Kimi kadınlar, arzu ve umut peşinde,
gerçeğin yerine ondan kat kat daha acayip, olmayacak şeyler koyarlar.
Platon bunları düşünmemiş midir kadın erkek, yaşlı genç her kesin
cimnastik yaparken birbirini çıplak görmesini isterken? Erkekleri hep
çıplak gören Kızılderili kadınlar hiç olmazsa göz duygularını
soğutmuş oluyorlar. Büyük Peru Krallığında kadınlar bellerinden
aşağısına önü yırtmaçlı bir kumaş sararlar; öyle dardır ki bu etek, ne
kadar edepli olmak da isteseler, her adım atışlarında edep yerleri
gözükür. Gerçi kadınların bunu erkekleri kendilerine çekmek için
yaptıklarını, çünkü o ülkede erkeklerin kendi cinslerine düşkün
olduğunu söylerler; ama şu da denebilir ki, bunu yapmakla
kaybettikleri kazandıklarından fazladır, çünkü tam bir açlık, hiç
değilse gözle doyurulan bir açlıktan daha zorludur. Livia da der ki,
namuslu bir kadın için çıplak bir erkek bir resimden fazla bir şey
değildir. Lakedemonyalı kadınlar, ki evliyken bizim kızlarımızdan
daha bakireydiler, her gün şehirlerinin delikanlılarını çıplak güreşir,
yarışırken görüyorlardı; kendileri de yürürken bacaklarını kapamaya
pek önem vermiyorlardı; çünkü, Platon'un dediği gibi namusları, uzun
eteksiz, yeterince örtüyordu onları. Ama Augustinus'un sözünü ettiği
birtakım adamlar çıplaklığı öyle akıl dışı bir baştan çıkarma gücü
olarak görmüşler ki, kadınların mahşer günü kendi cinsellikleriyle mi,
yoksa, o kutsal ülkede bizi baştan çıkarmamak için, erkek olarak mı
dirileceklerinden kuşkuya düşmüşler!

Kadınları türlü yollardan aldatıp azdırıyoruz, kısacası. Durmadan
hayallerini coşturuyor, dürtüklüyoruz, sonra da dişiliklerine lanet
okuyoruz. Doğrusunu söyleyelim: Biz erkeklerin hemen hepsi kendi
günahlarından çok karısının günahlarından gelecek ayıptan korkar,
kendi vicdanından çok karısının vicdanı üstüne titrer (Aman ne
fedakarlık!); tek karısı ondan daha iffetli kalsın da hırsız olmaya,
yemin bozmaya, karısının adam öldürmesine, aforoz edilmesine
razıdır herkes...

Kötülükleri ne haksızca değerlendirmek bu! Kadınlar da biz de cinsel
taşkınlıktan daha zararlı, daha insanlık dışı binbir ahlaksızlığa
düşebiliriz; ama kötülükleri doğaya göre değil kendi çıkarımıza göre
ölçüyoruz, bu yüzden de tutarsız türlü biçimler alıyor kötülükler.
Ahlak kurallarımızın sertliği kadınların cinsel düşkünlüğünü doğal
niteliğini aşan daha azgın, daha sapık bir hale getiriyor ve böylece
düşkünlüğün sonuçları nedenlerinden daha kötü oluyor. Bilinem
Caesar'ın, İskender'in kazandıkları savaşlar daha mı çetin olmuştur
genç ve güzel bir kadının, bizim gibi beslenen, gün ışığına, dünyaya
açılan, bunca ters örnekler gördükçe gören, durmadan azgın
saldırılara uğrayan bir kadının iffetini savunmasından! Hiçbir
kuşatma bu dayatmadan daha netameli, daha çetin olamaz. Ömür
boyunca zırh taşımak bir bakirelik perdesini taşımaktan daha kolaydır
ve bakireliğini tanrıya adamak fedakarlıkların en zoru olduğu için en
yücesi sayılır. Diaboli virtus in lumbust est, şeytanın gücü beldedir,
der Ermiş Hieronimus. (Kitap 3, bölüm 5)
 
SüKuN Harbi Aktif Üye
İNSANIN DURUMU

Benim işim gücüm kendimi incelemek: Yapacak başka işim de yok
zaten. Bakıyorum da öyle çürük taraflarım var ki söylemeye zor
varıyor dilim. Sağlam oturaklı neyim var? Her an sendeleyip
düşebilirim. Gözlerim bir şöyle görüyor, bir böyle. Açken başka
adamım sanki, yemekten sonra başka. Keyfim yerindeyse, hava da
güzelse kötü kişi değilim: Ama bir nasır canımı yakmaya görsün, asık
suratlı, aksi, yanına yaklaşılmaz bir adam olurum. Aynı atın yürüyüşü
bir rahat gelir bana, bir rahatsız; aynı yolu bir uzun bulurum, bir kısa;
aynı biçim bir hoşuma gider, bir zıddıma. Bir gün her işe yatkınım, bir
başka gün hiçbir şey gelmez elimden. Bugün sevindiğim şeye yarın
üzülebilirim. İçimde durmadan değişen, ele avuca sığmayan bir sürü
duygu. Kara kara düşünceler, derken bir öfke; ağlamaklı bir
haldeyken, birdenbire taşkın bir sevinç. Kitapları karıştırırken
bakarım, dün içinde türlü güzellikler bulduğum, oldukça coştuğum bir
yer bugün bir şey demez olmuş bana: Eviririm, çeviririm, orasını
burasını okurum, nafile: O sayfalar boşalmış, yabancılaşmıştır artık
benim için.

Kendi yazılarımda bile her zaman, ilk duyduğum düşündüğüm
şeyleri bulamam. Burada ne demek istemişim acaba derim;
değiştiririm çok kez ve yitirdiğim ilk anlamın yerine ondan değersiz
bir yenisini koyduğum olur. Aynı yolda bir gider bir gelirim:
Düşüncem her zaman ileri götürmüyor beni; bir o yana, bir bu yana
yalpalıyor, gelişigüzel:

. . . Velut minuta magno

Deprensa navis in mari vesaniente vento. (Catullus)

. . . Hafif bir tekne gibi

Azgın fırtınanın denizde bastırdığı.

Çok kez başıma gelmiştir: Oyun olsun diye kendi düşüncemin tam
tersini savunayım derken kafam o tarafa öylesine kendini vermiş,
bağlanmıştır ki, kendi düşüncemi yersiz bulmaya başlayıp
bırakmışımdır. Eğildiğim yere sürükleniveriyorum: Ağırlığım beni
ondan yana düşürüyormuş gibi.

Kendi içine bakan herkes de bunları söyleyebilir, aşağı yukarı.
Kürsüde konuşanlar bilir: Konuşurken duydukları heyecan onları
inanmadıkları şeye inandırır. Soğukkanlı, sakin zamanımızda hiç de
bağlı olmadığımız bir düşünceyi öfkeli anlarımızda nasıl benimser, ne
candan, ne taşkınca savunuruz. Bir avukata davanızı anlatın yalnızca:
Size ikircikli, kararsız laflar eder: Bakarsanız bu adam sizin hakkınızı
da savunabilir, karşı tarafın da. Ama bol para verin, davanıza bir
tutulsun, sizi kazandırmak o zaman nasıl aklı da, bilgisi de sizden
yana olur, hem de ne coşkunlukla. Kafasında birdenbire doğrunun
şimşeği akmış, yepyeni istesin: Bakın bir ışıkla aydınlanmış, davanıza
gerçekten inanmış, bağlanmıştır. Öyleleri vardır ki, dostları arasında
serbestçe düşünürken kıllarını kıpırdatmayan bir düşünce uğruna,
mahkemede, yargıcın sertliğine içerleyerek, inada kapılarak, ya da
şöhretlerini yitirmek korkusuyla ateş alev kesilirler. (Kitap 2, bölüm
12)
 
SüKuN Harbi Aktif Üye
ÖZGÜRLÜK ÜSTÜNE

Özgürlüğe öyle düşkünüm ki, koca Hindistan'ın bir köşesini bana
yasak etseler dünyanın tadı kaçar neredeyse. Hiçbir yerde saklı, eli
kolu bağlı yaşamak da istemem, orada pineklemektense alır başımı
havası, toprağı bana açık bir yere giderim. Hey Allahım! çekilir şey
midir ülkenin bir bucağına çivilenip kalmak? Niceleri, yasalarımıza
aykırılık ettiler diye kentlere, alanlara herkesin gidip geldiği yollara
uğrayamadan yaşayabiliyorlar. Benim hizmet ettiğim yasalar küçük
parmağımı bile köle etmeye kalksalar, nereye olsa gider başka yasalar
arardım. (Kitap 3, bölüm 13)

Cimrilik bütün insan deliliklerinin en gülüncüdür. (Kitap 1, bölüm
14)

MUTLULUK

Büyük İskender'in dalkavukları onu, Zeus'un oğlu olduğuna
inandırmışlar. Bir gün yaralanıp da yarasından kan aktığını görünce:
Buna ne diyeceksiniz, bakalım? demiş; kıpkızıl, mis gibi insan kanı
değil mi bu? Homeros'un destanlarında tanrıların yarasından akan kan
hiç de böyle değildir. Şair Hermodoros, Antigonos'u öven şiirlerinde,
ona güneşin oğlu diyormuş. Antigonos: Oturağımı döken adam benim
güneşin oğlu olmadığımı çok iyi bilir, demiş. İnsan her yerde hep o
insandır; ve bir insanın özünde soyluluk olmadı mı, dünyanın tacını
giyse yine çıplak kalır.

Puellae Hunc rapiant

Quicquid calcaverit hiç, rosa fiat. (Persius)

Kızlar alsa çevresini

Güller bitse bastığı yerde.

Ruhu kaba ve duygusuz olan için, bütün bunlar neye yarar? İnsanın
sağlığı ve düşüncesi yerinde değilse, hazdan, mutluluktan da bir şey
anlamaz.

Heac perinde sunt, ut illius animus qui ea possidet

Qui uti scit, ei bona, illi qui non utitur recte, mala. (Terentius)

Sahibine göre değişir bir şeyin değeri

Zarar görürse kötüdür, yarar görürse iyi.

Talih insana bütün nimetlerini verse, onları tadabilecek bir ruh
gerekir. Bizi mutlu eden, bir şeyin sahibi olmak değil, tadına
varmaktır.

Non domus et fundus, non aeris acervus et auri

Aegrosto domini deduxit corpore febres,

Non animo curas: valea possesor oportet,

Qui comportatis rebus bene coqitat uti.

Qui cupit aut metuit, ivuat illum sic domus aut res,

Ut lippum pictae tabulae, formenta podagram. (Horatius)

Ev, mal, mülk, yığınla tunç ve altın;

Yarasına merhem olmaz

Vücudunda, ruhunda dert olan adamın.

Eldeki nimetleri tadabilmesi için

Keyfi yerinde olmalı insanın.

Ev bark neye yarar dertli, korkulu olana

Gözleri çipilli olan ne yapsın tabloyu,

Damlalı hasta neden gitsin hamama?

Nasıl dili pas tutmuş bir adam Yunan şarabının tadından bir şey
anlamazsa, nasıl bir at üzerindeki zengin koşumların farkında
olmazsa, vurdumduymaz, zevksiz bir ahmak da içinde yaşadığı
nimetlerin tadına varamaz. Platon da der ki: Sağlık, güzellik, güç,
zenginlik ve bütün bu iyi dediğimiz şeyler insanın doğrusuna ne kadar
yaraşırsa, eğrisine de o kadar yaraşmaz; kötü dediğimiz şeyler de
tersine.

Ruhta ve bedende rahatlık olmadıkça, döşek rahat olmuş neye yarar?
Vücudumuza bir iğne, ruhumuza bir dert girdi mi, dünyalar bizim de
olsa rahatımız kaçar. Kum sancıları bir başladı mı, insan ne kadar
devletli, haşmetli de olsa, tacını, tahtını, saraylarını unutmaz mı?

Totus et argento coMlatus, totus et auro. (Tibullus)

Altına, gümüşe gömülü de olsa.

Bir kral öfkelendiği zaman, krallığı onu kızarmaktan, sararmaktan,
deli gibi dişlerini gıcırdatmaktan koruyabilir mi? Kral, kafalı ve iyi
yaratılışlı bir adamsa mutluluğuna krallığının kattığı şey pek azdır:

Si ventri bene, si lateri est pedibusque tuis, nil

Divitiae poterunt regales addere maius. (Horatius)

Miden iyi, ciğerlerin ayakların sağlamsa

Kralların hazineleri, daha fazla mutlu edemez seni.

Tacın tahtın yalancı, aldatıcı şeyler olduğunu görür; hatta belki de
kral Seleukos gibi düşünerek der ki: Hükümdar asasının ne kadar ağır
olduğunu bilen, onu yolda bulsa, elini sürmez, geçer. Seleukos
bununla, iyi bir krala düşen ödevlerin ne büyük, ne ezici olduğunu
söylemek istiyordu. Gerçekten, başkalarını düzene sokmak az iş
değildir kendi kendimize düzen vermenin ne kadar güç olduğunu
biliriz. İnsanlara komuta etmek pek rahat bir iş gibi görünür ama ben
kendi hesabıma, insan kafasının ne kadar güçsüz, yeni ve belirsiz
şeyler arasında doğruyu bulmanın ne kadar güç olduğunu gördükten
sonra şu kanıya vardım ki, başkalarının ardından gitmek önde
gitmekten çok daha kolay, çok daha hoştur. Çizilmiş bir yolda
yürümek ve yalnız kendi hayatından sorumlu olmak ruh için büyük bir
rahatlıktır.

Ut satius multo iam sit parere quietum,

Quam regere imperio res velle. (Lucretius)

Öyleyse sessizce boyun eğmek

Devletin dümenini tutmaktan iyidir.

Kaldı ki, Keyhusrev'in dediği gibi, insanın komuta etmeye hakkı
olması için komuta ettiklerinden daha değerli olması gerekir.
Ama Ksenophanes'in anlattığına göre, kral Hieron daha ileri giderek
diyor ki: Krallar beden hazlarını bile herkes kadar tadabilecek halde
değildirler, çünkü rahatlık ve kolaylık onlara bu hazlardan bizim
duyduğumuz acıyla karışık tadı, mayhoşluğu tattırmaz.

Pinguis amor nimiumque potens, in taedia nobis

Vertitur, et stomacho dulcis ut esca nocet. (Ovidius)

Fazla yüz bulan, her dediğini yaptıran aşk bezginlik verir;

İyi bir yemeği fazla kaçırmak da mideyi bozar.

Bolluk kadar insanı sıkan, usandıran şey yoktur. Karşısında üç yüz
kadını birden buyruğuna hazır gören bir adamda istek mi kalır? Büyük
Sultan'ın (Osmanlı padişahı; belki Kanuni Sultan Süleyman.) sarayında
öyle imiş. Onun atalarından biri de ava giderken beraberinde en az yedi
bin şahinci götürürmüş; böyle bir avın anlamı ve tadı acaba neresinde
idi? (Kitap 1, bölüm 42)
 
SüKuN Harbi Aktif Üye
ÖLÜM

Mademki ölümün ününe geçilemez, ne zaman gelirse gelsin.
Sokrates'e: Otuz Zalimler seni ölüme mahkum ettiler, dedikleri
zaman: Doğa da onları! demiş.

Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!
Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de
her şeyin ölümü olacak. Öyle ise, yüz yıl daha yaşamayacağız diye
ağlamak, yüz yıl önce yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm
başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet
çektik; bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik.

Başımıza bir kez gelen şey büyük bir dert sayılamaz. Bir anda olup
biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm
uzun ömürle kısa ömür arasındaki ayrımı kaldırır çünkü yaşamayanlar
için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo, Hypanis ırmağının suları
üstünde bir tek gün yaşayan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. Bu
hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen genç, akşamın beşinde ölen
yaşlı ölmüş sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını
hesaplamak hangimize gülünç gelmez? Ama, sonsuzluğun yanında,
dağların, ırmakların, yıldızların, ağaçların, hatta bazı hayvanların
ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu, kısası da o kadar gülünçtür...
Doğa bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: «Bu dünyaya nasıl
geldiyseniz, öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken
duymadığımız kaygıyı, hayattan ölüme geçerken de duymayın.
Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının koşullarından biridir.

Inter se mortales mutua viviunt

Et quasi oursores vitae lampada tradunt. (Lucretius)

İnsanlar yaşatarak yaşar birbirini

Ve hayat meşalesini, birbirine devreder koşucular gibi.

Hayat bir işinize yaramadıysa, boşu boşuna geçtiyse, onu yitirmekten
ne korkuyorsunuz? Daha yaşayıp da ne yapacaksınız?

Sizin hatırınız için evrenin bu güzel düzenini değiştirecek değilim
ya? Ölmek, yaratılışınızın koşuludur ölüm sizin mayanızdadır: Ondan
kaçmak, kendi kendinizden kaçmaktır. Sizin bu tadını çıkardığınız
varlıkta hayat kadar ölümün de yeri vardır. Dünyaya geldiğiniz gün
bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarsınız.

Prima, Quae vkam dedit, hora carpsit. (Seneka)

Bize verdiği hayatı kemirmeye başlar ilk saatimiz.

Nascentes morimur, finisque ab origine pendet. (Manllius)

Doğumla ölüm başlar son günümüz ilkinin sonucudur:

Yaşadığımız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır.

Ömrünüzün her günkü işi, ölüm evini kurmaktır. Hayatın içinde iken
ölümün de içindesiniz; çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış
oluyorsunuz. Ya da şöyle diyelim, isterseniz: Hayattan sonra
ölümdesiniz; ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana
ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can
yakıcıdır.

Hayattan edeceğiniz karı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle
güle gidin.

Cur non ut plenus vitae conviva recedis?

Cur amplius addere quaeris

Rursum quod pereat male, et ingratum occidat omne. (Lucretius)

Niçin hayat sofrasında, karnı doymuş bir çağrılı gibi kalkıp
gidemiyorsun?

Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak; yine boşuna geçip
gidecek başka günler katmak istiyorsun?

Hayat kendiliğinden ne iyi, ne kötüdür: Ona iyiliği, kötülüğü katan
sizsiniz.

Bir gün yaşadıysanız, her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün
günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yok ki. Atalarınızın
gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu
düzendir.

Non alium videre patres:

Aliumve nepotes Aspicient. (Lucretius)


Babalarınız başka türlüsünü görmedi.

Torunlarınız başka türlüsünü görmeyecek.

Benim komedyam, bütün perdeleri ve sahneleriyle, nihayet bir yılda
oynanır, biter. Dört mevsiminin nasıl geçtiğine bir bakarsanız,
dünyanın çocukluğunu, gençliğini, olgunluğunu ve yaşlılığını onlarda
görürsünüz. Dünyanın oyunu bu kadardır. Mevsimler bitti mi, yeniden
başlamaktan başka bir marifet gösteremez. Bu hep böyle gelmiş, böyle
gidecek.

Versamur ibidem atque insumus usque. (Lucretius)

İnsan kendini saran çemberin içinde döner durur.

Atque in se sua per vestigia volvitur annus. (Virgilius)

Yıl hep kendi izleri üstünde dolanır.

Dünyayı size bırakıp gidenler gibi, siz de başkalarına bırakıp gidin.
Hep eşit oluşunuz benim adaletimin esasıdır. Herkesin bağlı olduğu
koşullara bağlı olmaktan kim yerinebilir? Hem sonra, ne kadar
yaşarsanız yaşayın, ölümde geçireceğiniz zamanı değiştiremezsiniz:
Ölümden ötesi hep birdir. Beşikte iken ölseydiniz, o korktuğunuz
mezarın içinde yine o kadar zaman kalacaktınız.

Licet, quod vis vivendo vincere secla,

Mors aeterna tamen nihlominus illa manebit. (Lucretius)

Kaç yüzyıl yaşarsanız yaşayın,

Ölüm yine sonsuz olacaktır.

Zaten ben sizi öyle bir hale koyacağım ki, artık hiçbir acı
duymayacaksınız.

In vera nescis nullum fore morto alium te.

Qui possit vivus tibi te i;agere peremptum, stansque
jacentem. (Lucretius)

Bilmiyor musunuz ki; öldükten sonra başka bir benliğiniz sağ kalıp
sizin ölümünüze yanmayacak, ölünüzün başucunda durup
ağlamayacak?

Bu doymadığınız hayatı artık aramaz olacaksınız:

Nec sibi enim quisquam tum se vitamque requirit.

Nec desiderium nostri nos afficit ullum. (Lucretius)


O zaman ne hayatı ararız; ne de kendimizi;

Varlığımızdan hiçbir şeye özlemimiz kalmaz.

Hiçten daha az bir şey olsaydı, ölüm hiçten daha az korkulacak bir
şeydir denebilirdi:

Mufto mortem minus ad nos esse putandum

Si minus esse potest quam quod nihil esse videmus. (Lucretius)

Ölüm size ne sağken kötülük eder, ne ölüyken; sağken etmez, çünkü
hayattasınız; ölüyken etmez, çünkü hayatta değilsiniz.

Hiç kimse yaşamından önce ölmüş sayılmaz; çünkü sizden arta kalan
zaman da, sizden önceki zaman gibi sizin değildir: Ondan da bir şey
yitirmiş olmuyorsunuz.

Respice enim quam nil ad nos ante acta vetutas

Temporis aeterni fuerit. (Lucretius)

Bizden önce geçmiş zamanları düşün

Bizim için onlar yokmuş gibidir.

Hayatınız nerede biterse, orada tamam olmuştur. Hayatın değeri uzun
yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır: Öyle uzun yaşamışlar var
ki, pek az yaşamışlardır. Şunu anlamakta geç kalmayın: Doya doya
yaşamak yılların çokluğuna değil, sizin gücünüze bağlıdır. Her gün
gittiğiniz yere hiçbir gün varmayacağınızı mı sanıyorsunuz?
Avunabilmek için eş dost istiyorsanız, herkes de sizin gittiğiniz yere
gitmiyor mu?

Omnia te vita perfuncta sequentur. (Lucretius)

Ömrün bitince, her şey de seninle yok olacak.

Herkes aynı akışın içinde sürüklenmiyor mu? Sizinle birlikte
yaşlanmayan bir şey var mı? Sizin öldüğünüz anda binlerce insan,
binlerce hayvan, binlerce başka varlık daha ölmüyor mu?

Madem geri dönemezsiniz, niçin kaçınıyorsunuz? Birçok insanların
ölmekle, dertlerinden kurtulduğunu görmüşsünüzdür ama kimsenin
ölmekle daha kötü olduğunu gördünüz mü? Kendi görmediğiniz,
başkasından da duymadığınız bir şeye kötü demek ne büyük saflık!
Niçin benden ve kaderken yakınıyorsunuz? Size kötülük mü ediyorum
ben? Siz mi beni yöneteceksiniz, ben mi sizi? Öldüğünüz zaman
yaşınızı doldurmamış da olsanız, hayatınızı doldurmuş oluyorsunuz.
İnsanın küçüğü de büyüğü gibi bir insandır. İnsanların ne kendileri ne
de hayatları arşınla ölçülemez. Khiron, babası Saturnus'tan, zaman ve
süre tanrısından, ölümsüzlüğün koşullarını öğrenince ölümsüz olmak
istememiş. Sonsuz bir hayatın ne çekilmez olacağını bir düşünün.

Ölüm olmasaydı sizi ondan yoksun ettim diye bana lanet edecektiniz.
Hayatınıza, mahsus biraz acılık kattım; ne hayattan ne de ölümden
kaçmaksızın benim istediğim bir ölçüyle yaşayabilmeniz için hayata
ve ölüme tatlı ile acı arasında bir kıvam verdim.

İlk bilgeniz olan Thales'e, yaşamakla ölmenin bir olduğunu öğrettim.
Birisi ona: Madem yaşamak boş niçin ölmüyorsun? diye sormuş, o da:
İkisi bir de onun için, diye cevap vermiş.

Su, hava, toprak, ateş ve benim bu yapımın diğer bütün öğeleri hem
yaşamanıza hem ölmenize yol açarlar. Son gününüzden niçin bu kadar
korkuyorsunuz? O gün, sizi öldürmede öteki günlerinizden daha fazla
bir iş görmüyor ki! Yorgunluğu yapan son adım değildir son adımda
yorgunluk yalnızca ortaya çıkar. Bütün günler ölüme gider son gün
varır.»

İşte doğa anamızın bize verdiği güzel öğütler... Çok kez
düşünmüşümdür: Acaba niçin savaşlarda kendi ölümümüz de,
başkalarının ölümü de bize evlerimizdeki ölümden çok daha az
korkunç gelir? Öyle olmasaydı ordu hekimlerle, ağlayıp sızlayanlarla
dolardı. Acaba niçin ölüm her yerde aynı olduğu halde köylüler ve
yoksul insanlar ona çok daha metin bir ruhla katlanırlar? Ben öyle
sanıyorum ki bizi korkutan ölümden çok bizim, cenaze alaylarıyla,
asık suratlarla ölüme verdiğimiz korkunç durumdur... Çocuklar
sevdiklerini bile maske takmış görünce, korkarlar. Biz de öyle.
İnsanların ve her şeyin yüzünden maskeyi çıkarıp atmalıyız. (Kitap 1,
bölüm XX)
 
SüKuN Harbi Aktif Üye
YAŞAYAN ÖLÜLER

Bir yasa vardır, hükümdarların gördükleri işlerin ölümlerinden sonra
yargılanmasını ister; ölülerle ilgili yasalar arasında bana en sağlam
görünenlerden biri budur. Hükümdar yasaların sahibi değilse bile yol
arkadaşıdır. Adaletin, sağken kendisine vurmadığı yumruğu ününe ve
mirasçılarına kalan servete vurması haklıdır. Ün ve mal çok kez
hayattan üstün tutulan şeylerdir. Bu yasayı töre haline sokmuş olan
uluslar yararını görmüşlerdir. Kötü krallarla bir arada anılmak
istemeyen bütün iyi krallar da bu yasadan hoşnutt***ar. Bütün kralların
buyruğunu dinlemek boynumuzun borcudur; çünkü gördükleri iş
gereği bunu bizden istemeye hakları vardır ama saygı ve sevgimizi
ancak değerleriyle kazanabilirler. Toplumun düzeni bozulmasın diye
sabredelim, kus***arını saklamak küçüklüğüne katlanalım; zararlı
olmayan işlerde, bize düşen yardımı edelim; bunu anlarım. Ama
ödevimiz bitince, adalet ve özgürlük adına, gerçek duygularımızı
anlatmalıyız; kus***arını çok iyi bildiğimiz bir krala dürüst vatandaş
olarak, nasıl bağlı kaldığımızı göstermeliyiz. Bunu yapmazsak,
gelecek kuşakları çok yararlı bir dersten yoksun etmiş oluruz. Kötü bir
kralı, bize iyilik ettiği için hayırla anarsak, büyük bir doğruluğun
zararına küçük bir doğruluğa hizmet etmiş oluruz. Titus Livius'un
dediği doğrudur: Kralların ekmeğini yemiş olanlar, onları hep ölçüsüz
övgülerle anarlar her biri kendi kralını göklere çıkarır, en büyük
değerleri onda görür...

Toplum düzenleri o kadar sağlam olan Lakedemonyalılar'ın pek
yapmacık bir törenleri vardır, hiç hoşuma gitmez. Kralların ölümünde
halk her tarafta, kadın erkek karmakarışık, alınlarını kanatır, bağıra
çağıra ağlaşır, ölen kralın, kralların en iyisi olduğunu söylermiş. Her
şeyi kurcalayan Aristoteles, Solon'un: Kimseye ölümünden önce
mutlu denemez, sözü üzerinde duruyor ve iyi yaşamış iyi ölmüş insan,
adı kötüye çıkarsa, çoluğu çocuğu yoksulluğa düşerse, mutlu
sayılabilir mi diye soruyor. Yaşadığımız sürece gönlümüzün istediğini
yapabiliyoruz; ama hayattan ayrılınca artık kendimizle hiçbir
ilişiğimiz kalmıyor. Solon'a şöyle demek daha doğru olurdu: Mademki
insan ancak öldükten sonra mutlu sayılabilir, öyleyse hiçbir zaman
mutlu olamaz.

Bertrand du Glesquin, Rancon şatosunu kuşattığı sırada ölmüş.
Şatodakiler, teslim olunca, şatonun anahtarlarını Bernand du
Glesquin'in cesedi üstüne koymaya zorlanmışlar.

Venedik ordusunun komutanı Berthelemy savaşta ölünce cesedini
Venedik'e götürmek için düşmandan Verona topraklarından geçme
iznini istemeyi düşünmüşler; ama Theodore Trivolce buna razı
olmamış; Verona'dan cesedi savaşarak zorla geçirmiş; «Hayatında
düşmandan hiç korkmamış bir adamın ölü iken korkar gibi görünmesi
doğru olmaz, demiş.

Eski Yunan yasalarına göre de düşmandan bir ölüyü gömmek için
geri istemek zaferden vazgeçmek olur, o zaferle artık övünülemezmiş.
Bu işte kazanan yalnız cesedi istenen adam olurmuş. Korinthoslular'ı
apaçık yenmiş olan Nikias, zaferi bu yüzden yitiriyor. Agesilaos da
tersine Beotia'lılara karşı zor kazanabileceği bir zaferi bu yüzden
kazanıveriyor.

Bu adetler bize garip görünüyor ama insanlar her çağda, kendilerini
hayatın ötesinde de düşünmekten geri kalmamışlar, hatta Tanrı
yardımının kendilerinden kalacak parçalara bile inmeye devam
edeceğine inanmışlardır ki uzun boylu anlatmaya gerek görmüyorum.
İngiltere kralı Edward, İskoçya kralı Robert'le giriştiği savaşlarda
kendi bulundukça işlerin hep iyi gittiğini, savaşın mutlaka
kazanıldığını denemiş. Ölürken oğluna törenle yemin ettirmiş ki,
cesedini kaynatacak; etini kemiğinden ayıracak; etini gömecek,
kemiklerini saklayıp her İskoçya'ya savaşa gittiği zaman yanında
götürecek.

Bazı Amerika yerlileri İspanyollara karşı savaşırken üzerlerinde,
vaktiyle zafer kazanmış yiğitlerinden birinin kemiklerini taşırlarmış.
Bazıları da savaşta ölmüş yiğitlerinin cesedini her gittikleri yere
götürür, onunla bahtlarının daha açık olacağına, ondan cesaret
alacaklarına inanırlarmış.

İlk örneklerde ölüm, insanların hayatta iken gördükleri işlerin ününü
sürdürmekle kalıyor: Son ömeklerde ise ölüler, iş görme gücünü
yitirmiyorlar. Kahraman Bayard'ın yaptığı hepsinden iyi: Yediği
kurşunlardan öleceğini anladığı halde, geriye çekilmesini
öğütleyenleri dinlememiş, ölüme giderken sırtımı düşmana çevirmek
istemem demiş; gücü yettiği kadar savaşıp attan düşecek hale gelince
yaverinden kendisini bir ağaca dayamasını, ama yüzünün düşmana
karşı durmasını istemiş ve öylece ölmüş.

Yukarıki örneklerin hiçbirinden aşağı kalmayan bir tane daha
anlatacağım: Kral Philippes'in dedesinin babası Maximilian birçok
büyük değerleri olan bir hükümdardı; üstelik eşsiz bir vücut güzelliği
de vardı. Bir huyu onu öteki krallardan ayırıyordu. Krallar pek önemli
işleri çabuk çıkarmak için oturaklarını krallık tahtına çevirdikleri
halde o, en yakın oda hizmetçisinin bile kendisini hacet yerinde
görmesine razı olmazmış. Su dökünürken dört tarafı kapattırır,
mahrem yerlerini hekime de, başkasına da göstermekten bir kız gibi
kaçınırmış. Konuşurken hiç de sağı solu kollamadığım halde bende de
aynı utangaçlık vardır. Dayanılmaz bir ihtiyaç veya arzu beni
sürüklemedikçe saklanması adet olmamış organlarımı ve işlerimi bile
kimseye göstermem. Ama Maximillan işi o kerteye götürmüş ki
vasiyetnamesinde, öldüğü zaman kendisine don giydirilmesi üzerinde
önemle durmuş, bir zaman sonra vasiyetine, donu giydirecek adamın
gözlerinin bağlanması şartını da koydurmuş...

Atinalıların işlediği kanlı bir haksızlık aklıma geldikçe, en doğal ve
en haklı egemenlik olduğuna inandığım halk egemenliğine düşman
olasım gelir. Lakedemonyalılara karşı, eşini görmedikleri bir deniz
zaferi kazanıp dönen kahraman komutanlarını sorgusuz sualsiz ölüme
mahkum ediyorlar. Nedeni de şu: Zaferden sonra gemiler hemen geri
dönüp ölülerini arayacak yerde savaşın gereklerine u¤¤¤¤¤ düşmanın
peşine düşmüşler.

Diomedon'un bu arada gösterdiği büyüklük Atinalıların haksızlığına
insanı büsbütün isyan ettiriyor. Ölüme hüküm giyenlerden, askerliğiyle
de devlet adamlığıyla da ün kazanmış değerli bir komutan olan
Diomedon idam kararını dinledikten sonra öne atılıp rahatça konuşmak
fırsatını buluyor bu fırsatı kullanıp uğradığı haksızlığa karşı kendini
savunacak yerde, ölüm kararını verenlerin sağlığına dua ediyor
kendinin ve arkadaşlarının bu kadar büyük bir zaferden sonraki
dileklerini kabul etmeyen Atinalılara tanrılarının öfkelenmemesini, bu
kararın haklarında hayırlı olmasını diliyor. Başka bir şey söylemeden,
pazarlık etmeden ölüme doğru mertçe yürüyor. Talih birkaç yıl sonra
bu haksızlığı aynı yoldan cezalandırıyor. Atinalıların deniz kuvvetleri
komutanı Kabras, Isparta amirali Molles'i Naskos adasında yenmişken,
öncekilerin kötü sonuna uğramak korkusu ile zaferi sonuna
vardıramıyor. Denizdeki ölüleri toplamaya uğraşırken bir sürü düşman
yakayı kurtarıyor ve az sonra bu boş inanç Atinalılara pek pahalıya mal
oluyor.

Bir başkası da cansız insan bedenine dinlenme duygusu veriyor
yeniden:

Quaereris quo jaceas post abitum loco?

Quo non nata jacent. (Seneka)

Ölünce nereye mi gideceksin?

Doğmayanların yanına.

Neque sepulchrum quod recipiat portum corporis

Ubi, remissa humana vita, corpus requiescat, a malis. (Ennfus)

Ne mezar, ne rahat bir liman, ki dinlensin orada,

Yaşamaktan yorulmuş insanın bedeni.

Doğada da buna benzer bir durum görülüyor: Birçok ölü nesneler
hayata gizliden gizliye bağlı kalıyor. Mahzendeki şarap mevsimlere
göre asma ile birlikte bazı değişmelere uğruyor. Tuzlanmış av
etlerinin, canlı et gibi durumdan duruma geçtiğini, tat değiştirdiğini
söylerler. (Kitap 1, bölüm 3)
 
SüKuN Harbi Aktif Üye
KÖKLEŞEN YANILMALAR

Bir kişinin yanılması bütün halkın yanılmasına yol açar, bütün halkın
yanılması da sonradan teklerin yanılmasına. Böylece yanlışlık elden
ele geliştikçe gelişir, biçimden biçime girer; o kadar ki işin en
uzağındaki tanık, en yakınındakinden daha çok şeyler bilir; olayı son
öğrenen ilk öğrenenden daha inançlı olur. Bunda da şaşılacak bir şey
yok; çünkü insan bir şeye inandı mı ona başkasını da inandırmayı bir
borç sayar, kolay inandırmak için de anlattığına dilediği gibi çeki
düzen vermekten, bir şeyler katmaktan çekinmez: Karşısındakinin
karşı koyma gücünü kırmak, onun kafasının alabileceğini sandığı gibi
konuşmak ister. (Kitap 2, bölüm 14)

Paranın saklanılması kazanılmasından daha zahmetli bir iştir. (Kitap
1, bölüm 14)

İNSAN ÖMRÜ

İnsan ömrünün uzunluk, kısalık ölçülerine akıl erdiremiyorum.
Bilginlere bakıyorum; onlar ölçüyü herkesten daha kısa tutuyorlar.
Genç Katon, kendi kendini öldürmesine engel olmak isteyenlere: Ben,
hayattan vakitsiz ayrıldı diye ayıplanacak bir yaşta değilim, demiş;
bunu söylerken de kırk sekiz yaşındaymış. Katon bu yaşı olgun ve
geçkin sayıyor. Gerçekten bu yaşa ulaşanlar o kadar azdır ki. Doğal
ömür dediğimiz bir süreyi düşünerek bilmem ne kadar yıl daha
yaşamak umuduyla avunuruz; böyle bir umuda nasıl kapılabiliriz ki,
hiçbirimiz doğanın gerektirdiği sayısız kazaların dışında kalamayız:
Tasarladığımız ömür her gün kesilebilir.

İhtiyarlığın son basamağında kuvvet tükenmesiyle ölmeyi beklemek,
ömrümüze böyle bir son düşünmek ne ham bir hayal: Ölümün bu
türlüsü en olmayacağı, en az görülenidir. Yalnız ona doğal ölüm
diyoruz; sanki kafası yarılıp ölmek, suya düşüp boğulmak, vebaya,
zatürreeye yakalanmak doğaya aykırıymış, her günkü hayatımız
bunlarla dolu değilmiş gibi. Bu güzel sözlerle kendimizi
aldatmayalım: Her yerde, her zaman insanların çoğunun başına gelen
ne ise ona doğal diyelim. Yaştan ölmek binde bir görülen garip
durumlardandır. Doğaya da asıl aykırı olan ölüm budur: Çünkü
ötesinde başka bir ölüm şekli yoktur. Bize en uzak olan ölüm,
ulaşılması en zor olanıdır. Yaştan ölüm öyle bir sınırdır ki ondan öteye
gidemeyiz: Doğa daha ötesine kimseyi geçirmez: Oraya kadar varmak
da nadir bir seçkinliktir. Doğa bu seçkinliği iki üç yüzyıl içinde bir tek
insana sunar yalnız o insan doğum ve ölüm konakları arasındaki
sayısız zorlukları, engelleri aşabilir.

Bana sorarsanız, kendi ulaştığımız yaşı pek az insanın ulaşabildiği
bir yaş saymalıyız. İnsanlar bu yaşa kadar hiçbir engele rastlamadan
gelemediklerine göre, biz bir hayli ileri gitmişiz demektir. Hele insan
hayatının asıl ölçüsü olan belli sınırları aşmışsak, daha öteye gitmek
umuduna kapılmamalıyız. Başkalarının kurtulamadığı birçok
ölümlerden kurtulduğumuza göre talih bizi başkalarından daha fazla
korumuş demektir. Bundan sonra da aynı talihin devam etmesini
isteyemeyiz.

Bizi bu boş umutlara kaptıran biraz da yasalarımızın bir kusuru:
Yasalar yirmi beş yaşından önce bir insana malını mülkünü kullanmak
hakkını vermiyor, hatta bu yaşa kadar insan kendi hayatının bile doğru
dürüst sahibi değildir.

Augustus, otuz beş yaşından önce yargıçlık hakkı vermeyen eski
Roma yasalarından beş yıl indirmiş, otuz yaşında olmayı yeter saymış.
Servius Tullius kırk yedi yaşını geçen askerlerini savaşa gitmekte
serbest bırakmış;

Augustus bu yaş basamağını kırk beşe indirmiş. Elli beş, altmış
yaşından önce insanları, kenara atmak bana doğru görünmüyor. Bence
insan işine gücüne devam edebildiği kadar etmelidir; ama bunun
tersini, bize erkenden iş verilmemesini yanlış buluyorum. Öylesi
vardır ki kendisi on dokuz yaşında dünyanın egemeni olur da
başkalarının bir su yolunun yeri üzerinde hüküm verebilmesi
için en az otuz yaşında olmalarını şart koşar.

Bana sorarsanız ruhlarımız yirmi yaşında ne olabileceklerini
belli eder, bütün yetkilerini gösterirler. Bu yaşa kadar kudretini açıkça
belli etmemiş bir ruhun ondan sonra belli ettiği görülmemiştir.
Yaratılışımızdaki değerler en gürbüz ve en güzel durumlarıyla ancak o
zaman ortaya çıkabilirler.

Dauphineliler: Yaşken batmayan diken bir daha pek batmaz, derler.
İnsanların geçmişte ve zamanımızda gördükleri her çeşit işlerden
benim öğrenebildiklerimi düşününce otuz yaşından önce başarılmış
işleri ötekilerden daha fazla görüyorum: Aynı insanın hayatını da
alsak, öyle görünüyor.

Annibal'la, büyük rakibi Scipio için bunu güvenle söyleyebilirim.
Bu adamlar hayatlarının yarısından çoğunu gençken kazandıkları ünle
geçirdiler: Başkalarının ölçüsüyle büyük adam oldukları yıllarda kendi
ölçüleriyle hiç de büyük değillerdi. Ben kendi hesabıma o yaştan
sonra ruhça ve bedence kendi gücümün artmayıp eksildiğini, ileri
değil geri gittiğini sanmıyorum. Zamanlarını iyi kullananlarda bilgi ve
görgü hayatla birlikte olgunlaşabiliyor; ama canlılık, çeviklik,
sağlamlık ve daha başka özlü ve önemli değerler taşıyor, geçiyor.

Ubi jam validis quassatum est viribus aevi Corpus, et obtusis
ceciderunt viribus artus, Claudicat ingenium, delirat linguaque
mensque. (Lucretius)

Vücut yaşın ağır yumruğu altında ezilince, Makinenin yayları
gevşeyince, düşünce de sendeliyor: Dilimiz tutulmaya; zihnimiz
karışmaya başlıyor.

Bazen vücut, bazen de ruh yaşlılığın esiri oluyor. Kafaları,
midelerinden ve bacaklarından daha önce zayıf düşenleri çok gördüm.

Yaşlılık kendini belli etmediği için çok tehlikeli bir derttir; insan bu
derde farkına varmadan düşer. Onun için yasaların bizi, işte çok
tutmasını değil, işe geç almasını yanlış buluyorum. Hayatımızın ne
kadar cılız olduğunu, her gün nice tehlikelerle karşılaştığını düşünüp
gençlerin hazırlanma, öğrenme, oyalanma yıllarını pek uzatmamalıdır.
(Kitap 1, bölüm 57)

Rahatsız, gözü doymaz, telaşlı bir zengin, düpedüz yoksul kişiden
daha zavallı gelir bana. (Kitap 1, bölüm 14)
 
SüKuN Harbi Aktif Üye
VARLIK VE İNSAN

Nesnelerden algıladığımız görüntüleri yargılamak için doğruyu
eğriden ayırtedecek bir aracımız olması gerek; bu aracı doğrulamak
için bir kanıtlama yapmamız gerek; kanıtlamayı doğrulamak için bir
araç; alın size bir kısır döngü. Kendileri kararsızlıklarla dolu olan
duyularımız tartışmamıza son veremeyeceğine göre akla başvurmak
zorundayız diyelim: Hiçbir akıl bir başka akla dayanmazlık edemez,
öyle olunca da akıldan akıla gider dururuz. Hayal gücümüz bilinmedik
şeylere ulaşmaz, çünkü duyuların aracılığıyla işler duyularsa kendi
dışlarındaki nesneyi değil yalnızca kendi duyuşlarını kapsarlar böyle
olunca hayal ve görüntü nesneyi değil, duyuların algısını verir bu algı
ve nesneyle ayrı ayrı şeylerdir: Öyleyse görüntülerle düşünen,
nesneden, gerçek olandan başka bir şeyle düşünüyor demektir.
Denebilir ki duyuların algıları bilinmedik şeylerin niteliğini benzetme
yoluyla ruha anlatır ama ruhun ve düşüncenin bilinmedik şeylerle
hiçbir alışverişi olmadığına göre bu benzetmenin doğruluğuna nasıl
güvenebilirler? Nasıl ki Sokrates'i tanımamış olan biri, resmini
görünce ona benzeyip benzemediğini söyleyemez.

Yine de görüntülerden bir yargıya varmak istiyorum diyelim: Bunu
bütün görüntülere dayanarak yapmamız olanaksız; çünkü deneyerek
görmüşüzdür ki görüntüler başkalıkları ve tutarsızlıklarıyla birbirini
engellemektedirler. Kimi seçme görüntülerle ötekileri ayarlayalım
desek, seçtiğimiz görüntüyü bir başka seçmeyle ayarlamak gerekir,
onu da bir başkasıyla ve sonu gelmez bunun da. Son olarak şu da var
ki, sürekli hiçbir ölümlü var oluş yok, ne bizim ne de nesnelerin
varlığında. Biz de, düşüncemiz de, her şey de durmadan akmakta,
yuvarlanmaktayız.

Düşünce de, düşünülen şey de durmadan devinip değişmekte olduğu
için birinden ötekine şaşmaz hiçbir ilişki kurulmaz. Varlıkla aramızda
hiçbir ulaşma yok; çünkü her insan her zaman doğmakla ölmek
arasındadır; kendinden verebildiği dumanlı bir görüntü, bir gölge ve
kaypak, cılız bir yorumdur. Düşüncenize kendi varlığını yakalatmaya
kalkacak olursanız, suyu avuçlamaktan başka bir şey olmaz
yapabileceğiniz; çünkü yaratılıştan her yana akan bir şeyi ne kadar
sarıp sıksanız, yakalamak, avucunuza almak istediğiniz o ölçüde
yitireceksiniz. Her şey bir değişmeden ötekine geçmek zorunda
olduğu için gerçek bir kalgınlık arayan akıl, kalan, duran hiçbir şey
bulama¤¤¤¤¤ yaya kalır çünkü her şey ya var olmak üzeredir ve henüz
hiç de var değildir, ya da daha doğmadan ölmeye başlamaktadır.
Platon der ki bedenler doğar, ama var olmazlar. Ona kalırsa
Homeros'un Okyanus'u tanrıların babası, Thetis'i de anası yapması
bize her şeyin durmadan dalgalanıp akmakta, renkten renge girip
değişmekte olduğunu anlatmak içindir. Kendinden önceki bütün
filozofların da bu kanıda olduğunu söyler yalnız Parmenides
büyük bir güç saydığı devinimin nesnelerde olamayacağını
söylüyormuş. Pytagoras'a göre madde akıcı ve geçicidir. Stoacılara
göre şimdiki zaman yoktu; şimdi dediğimiz, geçmişle geleceğin
bağlantısı, bileşimidir. Herakleitos'a göre, hiçbir insan aynı ırmakta iki
kez yıkanmamıştır. Epikharmos'a göre, geçmişte borç almış olan şimdi
borçlu değildir geceden sabah yemeğine çağırılmış biri bugün davetsiz
gelir yemeğe, çünkü çağıran ve çağrılan aynı adamlar değildirler artık,
başka birer adam olmuşlardır. Ölümlü bir nesne iki kez aynı halde
bulunamaz; çünkü farkedilmez anlık bir değişmeyle bir dağılır, bir
toplanır bir gider bir gelir. Öyle ki, doğmaya başlayan şey hiçbir
zaman tam bir varlığa erişemez; çünkü bu doğuş zaten hiç bitmez, bir
sona varır gibi durmaz, tohum halinden başka hallere, bir o yana bir
bu yana doğru hep değişir durur. İnsan tohumu ana karnında biçimsiz
bir meyve olur önce; sonra çocuk biçimini alır karından çıkınca
memelik bebek olur sonra bir küçük oğlandır, sonra bir delikanlı,
sonra olgun, sonra yaşlı bir insan, sonra çökmüş bir ihtiyar. Öyle ki
yaş ve ona bağlı oluş hep bir önceki durumu bozup dağıtarak yürür:

Mutat enim mundi naturam totius aetas,

Ex alioque alius status'excipere omnia debet, Nec manet ulla sui
similis res: omnia migrant, Omni commutat natura et vetera cogit.
(Lucretius)

Zaman değiştirir özünü her şeyin; Bir durumundan bir başka durum
çıkar hep; Benzerlik kalmaz biçimden biçime; Doğa zorlar her şeyi
başkalaşmaya. Öyleyken biz insanlar ölümün her türlüsünden
budalaca korkarız:

Ölüm çok geçirdiğimiz, durmadan geçirmekte olduğumuz bir
durumdur. Herakleitos'un dediği gibi ateşin ölümü havanın doğuşu,
havanın ölümü suyun doğuşu olduktan başka bu durmadan doğup
ölmeleri kendimizde daha açıkça görebiliriz. İhtiyarlık gelince olgun
yaş ölür gider; gençlik olgun yaşta biter, çocukluk gençlikte, ilk yaş
çocuklukta, kaldı ki dünkü gün bugün ölmüştür, bugün de yarın ölmüş
olacak... (Kitap 2, bölüm 12)

Cimriliği yaratan yoksulluk değil zenginliktir daha çok. (Kitap 1,
bölüm 14)
 

Benzer Konular

Yanıtlar
0
Görüntülenme
3B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
18B
Yanıtlar
1
Görüntülenme
5B
Üst