Kibir ile ilgili Yazılar

Ömer
Yönetici
Kibir ile ilgili Yazı

Kibir ve kibirlenmek konulu çok güzel ve istifade edilece bir yazı

Böbürlenme, kendini beğenme ve çok defa bir fâikiyet mülâhazası içinde bulunma diyebileceğimiz kibir, kişinin, bir kısım farklı özellikleri varmış gibi davranması, oturuşu-kalkışı, nefes alıp verişi, el-ayak hareketleri ve mimikleriyle hep bir farklılık peşinde bulunması, farklılık soluklanması, üstün bir karakter olduğunu ifade etmeye çalışması.. gibi tavırlarla bencilliğini (egoizm) dışa vurması sayılan bir çeşit cinnet ve ruhî bir rahatsızlıktır.

Böyle bir hasta her zaman kendini olağanüstü görmenin yanında çok defa, başkalarını, hususiyle de meslek, meşrep, yol-yöntem açısından kendine/kendilerine rakip saydığı kimseleri küçük görür ve gösterir; onlara karşı sürekli fâikiyet hezeyanları yaşar; başkalarına ait fazilet ve meziyetleri duymaya asla tahammül edemez; edemez ve duydukça öfkeden çatlayacak hâle gelir.

Böyle bir hasta, sürekli "ben" mülâhaza-larıyla soluklanır, her zaman tafralarla köpürür durur; kendinin değerler atlasında bulunmayan hiçbir düşünce ve davranışa iltifat etmez ve karşısında vahy-i semavî dahi olsa şahsî yorumlarına öncelik tanıyarak yine kendini ifade peşinde koşar.. ve ne yapar yapar hemen her mülâhazayı evirir-çevirir kutsal(!) saydığı kendi düşünce ve istinbatlarına bağlar.

İşte böyle bir aldanmış, zamanla daha da ileri giderek çevresindekileri halâyık görmeye başlar.. horlar ve hafife alır herkesi.. umulmadık beklentilere girer; beklediklerini bulamayınca da kırar-geçirir en sâdık kapıkullarını; bezdirir candan takdirkârlarını ve kaçırır en vefalı yâranlarını; kaçırır zira böyle biri mukaddeslere saygısızlık yapanları affetse de, bağışlamaz şahsına hürmet, tâzim, ihtiram ve saygıda kusur edenleri; ademe mahkûm eder hayalinde kendisine tasarladığı makam, mansıp ve pâyeleri şöyle-böyle sağda solda seslendirmeyenleri.

Bu hasta tip, başkalarının büyüklük ve meziyetlerine tahammül edemese de, yine de kendilerinden bir şey umduğu kimselerle aynı karelerde bulunmayı asla kaçırmaz; dünyevîlerin arkasından koşturur durur ve düz insanlarla bir arada bulunmayı, aynı kareye düşmeyi kendine zül sayar. Bu insanlar anası-babası, amcası-dayısı bile olsa kat'iyen onlarla anılmayı istemez. Tevazuu hiç düşünmemiştir; hikmetten tamamen habersizdir; bazı şeyleri okumuş gibi görünse de bilgisi sırf bir gümandan ibarettir. Görünme, bilinme, söze-sohbete konu olma, öldüren bir hırs ölçüsünde onun en büyük arzusudur. Konuşmaların dönüp dolaşıp kendisine dayanmasını, muhâverelerin onun meziyetleri etrafında cereyan etmesini, hatta hayatının romanlara konu olmasını bekler; bütün bunlar olmayınca da hırçınlaşır, çevresini vefasızlıkla suçlar, "kadirbilmez nankörler, gerçeği görmez aymazlar, densizler, dirayetsizler" der; kibrini nefrete, öfkeye çevirir; patlamaya hazır bir gayz küpü hâline gelir.

Kibrin çeşitleri

Mütekebbirin hiçbir fikri, hiçbir işi, hiçbir tavrı normal değildir; düşünürken her şeyi kendini beğenmeye, ucbe bina eder. Hareket ve davranışlarında hep çalımlıdır. Sürekli fâikiyet mülâhazalarıyla oturur-kalkar. Onun evi mutlaka lüks, arabası son model, yalısı tam deniz kenarında ve rıhtımda da yatı olmalıdır. Aslında bütün bunlar onu zavallı bir lüks, bir fantezi tutsağı hâline getirmiştir ama, o bunun farkında bile değildir; farkında değildir ve kibrini, gururunu okşayan bu şeylere ulaşma uğrunda ölür ölür dirilir; akla-hayale gelmedik sefilliklere girer; yerinde el-etek öper, yerinde zulmeder, can yakar, hânümanlar yıkar, dahası bütün bu çılgınlıklarını "ahvâl-i âdiye"den hâdiselermiş gibi görür.

Mütekebbirler arasında Karun gibi servetle büyüklük taslayıp "Bu imkânlara ben ilmim ve irfanım sayesinde kavuştum." [1] diyen, sonra da yerin dibine batırılanlar olduğu gibi, İblis edasıyla, "Ben ondan hayırlıyım..." [2] diyenler, daha da küstahlaşıp "Ben de öldürür ve diriltirim." [3] şeklinde mırıldananlar, bütün bütün şirazeden çıkarak, "Ben sizin yüce Rabb'inizim." [4] hezeyanına girenler de olmuştur. Eski çağların Firavun ve Nemrut... gibi tiranları, modern devirlerin Lenin, Stalin, Hitler, Mussolini.. gibi zorbaları ve "Ben yarattım, ben yaptım, her şey bizim eserimiz..." türünden sözlerle çılgınlıklarını haykırıp duranlar hiçbir dönemde eksik olmamışlardır. Bunların yanında, kibrine dinî bir kisve giydirerek kendisinin müçtehid, müceddid, kutup, gavs, hatta Mehdi ve Mesih olduğunu iddia eden aldanmış delilerin sayısı da az değildir.

Bunların hemen hepsinin ortak yanı, kendilerini olağanüstü varlıklar ve çevrelerindeki kimseleri de sıradan yaratıklar görmenin yanında, başkalarına ait fazilet ve meziyetlere tahammül edememe, bütün iyilikleri ve güzellikleri kendilerinden bilme, her türlü kötülüğü ve olumsuzluğu da mümkünse halâyık saydıkları kimselere fatura etme gibi bir gayretlerinin bulunmasıdır. Bunlar, şöyle-böyle tasarruf daireleri içinde meydana gelen her güzel şeyin kendilerine mal edilmesini isterler; başkalarının eliyle ortaya konulan olumlu işleri de ya gasp edilmiş hakları gibi görür, kendilerine mal etme yollarını araştırırlar ya da ciddî bir kıskançlık hissiyle en nadide şeyleri dahi çirkin göstermeye çalışırlar. Ülkeyi alıp ilerilere götürme, toplumu çağın en seviyeli milleti hâline getirme, insanların ufkunu açıp yaşadıkları asrı iyi okumalarını sağlama, hatta topluma çağ atlatıp onu bütün milletlerin önüne geçirme gibi çok önemli ve hayatî hizmetleri, şayet kendileri o işin içinde yok iseler, mel'un sayarlar; lânet okurlar olup bitenlere ve bu önemli faaliyetlerin kahramanlarına.

Bu marazî ruh haletinin arkasında bazen soyluluk, bazen zenginlik, bazen maddî-mânevî pâye ve mansıp, bazen saf yığınların ölçüsüz takdir ve şımartması, bazen güç ve kuvveti elinde bulundurma, bazen de siyasî, içtimaî ve idarî statü farklılığı.. gibi şeyler bulunmaktadır. Bu tür hastalar, şayet iyi bir eğitim ve rehabilitasyonla gerçek insanî değerlere, kalb ve ruh ufkuna yönlendirilmezlerse, toplum içindeki konumları ve kültür ortamları itibarıyla bazılarının Firavunlaşması, bazılarının Nemrutlaşması, bazılarının Karunlaşması, bazılarının da Mehdilik ya da Mesihlik iddialarına kalkışması kaçınılmaz olur. Görmezler hakikati.. doğru okuyamazlar gördükleri şeyleri.. yanlıştır bakış zaviyeleri.. çarpıktır değerlendirmeleri. Çünkü onlar küstahlaşmış ve Zât-ı Ulûhiyet'e mahsus büyüklüğü "kibir" unvanıyla O'nunla paylaşmaya kalkışmışlardır. O da, "Dünyada büyüklük taslayanlara, âyet ve işaretlerimi doğru okuyup doğru anlama imkânını vermem." [5] fermanı gereğince onları korkunç bir mahrumiyete mahkûm etmiştir.

Kibir, imana giden yolda insanın önünü kesen bir set, "Kalbinde zerre kadar büyüklük hissi bulunan kimse Cennet'e giremez." mazmununca da ebedî saadet yolunda aşılmaz bir engeldir. Bu maraz, bir kalbe yerleşmeyedursun, onun ötelere nâzır bütün ışıklarını söndürür ve onu başkalarına ait her türlü fazilet ve meziyetlere karşı bir tepki yumağı hâline getirir. Böyle bir hasta oturur-kalkar benlikle homurdanır, çevresinden saygı ve hürmet beklemeye koyulur. Zamanla bulduklarıyla yetinmez de "daha" der durur. Umduklarını bulamayınca da hafakandan hafakana girer. Sık sık çevresini kadirnâşinaslıkla suçlar. Bazen bütün bütün kendini hezeyanlara salıp, yer yer soyundan-sopundan bahisler açarak, zaman zaman ilm ü irfanından dem vurarak veya başarılarından söz ederek, hatta mâneviyata açık bir ortamın çocuğuysa veya hakkında öyle bir kabul söz konusu ise evliyâ, asfiyâ ve ebrârdan olduğuna imâ, işaret ve –cinnetinin derecesine göre– açık beyanda bulunarak kutbiyet ve gavsiyetini seslendirir ve evirir-çevirir ifadelerini şöyle-böyle kendi fâikiyetiyle noktalar.

Kibrin, Allah ve Peygamber tanımazlık şeklindeki en kabacasını, "İblis dışında bütün melekler Âdem'e secde ettiler; o kibrine yediremedi "ııh..!" dedi ve küfrü seçenlerden oldu." [6] beyanında da görüldüğü gibi şeytan ortaya koydu. Kendilerine kitap verilenlerin bir kısmı da "Demek size ne zaman nefislerinizin hoşlanmadığı bir kısım mesajlarla peygamber geliverse, böbürlenecek, ona kafa tutacak, sonra da kiminiz onu yalan sayacak, kiminiz de öldürmeye kalkacaksınız." [7] beyanında görüldüğü gibi şeytanı takip ettiler. "Büyüklük tasladı ve mücrimler gürûhundan oldular." [8] mazmunu etrafında şeref-nüzul olmuş âyetler âdeta bu türden devrilmiş pek çok kavmin kara yazısı gibidir. "Kibre girdiler, zira onlar kendilerini fâik ve yüce görüyorlardı." [9] ifadesi de bu konuda ayrı bir talihsizliğin şahidi. "Biz; Karun, Firavun ve Hâmân'ı da helâk ettik, zira Musa (aleyhisselâm) onlara apaçık mucizelerle gelmişti ama, bu (mütekebbirler)o yerde büyüklük tasladılar ve (inanmadılar) ama başlarına gelecek şeyin de önüne geçemediler." [10] beyan-ı sübhânîsiyle sunulanlar ise tarihî bahtı karalardan sadece birkaçı.

Kur'ân âyetlerinin ışığında bu türden lânetlenmiş daha pek çok tiran zikredilebilir ama, biz o konuyu mevzu ile alâkalı hazırlanmış ve hazırlanacak olan ansiklopedilere havale edip geçmek istiyoruz. İşin özü, kibirli insan hakka kapalı, insanlara kapalı, hikmete kapalı, İlâhî mârifete kapalı; şeytana açık, küfre açık, halk nazarında menfur, riyâ, süm'a, hıkd u haset gibi İblis kaynaklı mesâvî ile kirlenmiş –üzerinde durulabilir– bir bahtsızdır. Bu tür bahtsızlardan şimdiye kadar iflâh olan görülmemiştir. Aksine, hayatını kibir ve gurur zeminine bina edenlerin âkıbetleri hep küfürle noktalanmıştır. Kur'ân-ı Kerim'in, "Allah, mütekebbir ve kaba kuvvet temsilcisi cebbarların kalbini işte böyle mühürler." [11] fermanı konuyla alâkalı ne ürpertici bir tehdittir!

Dipnotlar [1] Kasas Sûresi, 28/78, [2] A'raf Sûresi, 7/12, [3] Bakara Sûresi, 2/258, [4] Nâziat Sûresi, 79/24, [5] A'raf Sûresi, 7/146, [6] Bakara Sûresi, 2/34, [7] Bakara Sûresi, 2/87, [8] A'raf Sûresi, 7/133, [9] Mü'minun Sûresi, 23/46, [10] Ankebut Sûresi, 29/39, [11] Mü'min Sûresi, 40/35
 
Ömer
Yönetici
Kibir, hep sahne ışıklarını üzerinde hissetmek istiyor. Vitrinde olma arzusu, şöhrete kavuşma heyecanı, kibri besleyen bir fasit daireye dönüşüyor zamanla. Alkışlar olmadan yaşayamamak, görünmeden bilinmeden duramamak, kalbi etkisi altına alıyor. Gölgesi büyüyor insanın, peki ya kendisi?

Kendini diğer varlıklardan üstün görme olarak ifade edilen kibrin, kelime manası, büyüklük, ululuk, üstünlük ve kendini beğenmişliktir. Günümüzde de bir salgın hastalık gibi yayılan bu haslet, insanın kalbî ve ruhî hayatı için büyük tehlike arz ediyor. Ancak kibrin kaynağına bakılınca şan, şöhret, zenginlik, güzellik, zekâ, makam, mansıp, rütbe, soy, ilim, kabiliyet gibi geçici bazı değerler yer alıyor. Bunlardan herhangi birine sahip olan kişi, kendini diğer insanlardan üstün görebiliyor. Özellikle makam, mansıp, şan ve şöhreti olanlar, çevresindekiler üzerinde üstünlük kurmaya çalışıyor. Oysa bu tavrın ne dinen ne de ahlâken uygun görülecek bir yanı yok. İslâm dinine kadar gelmiş geçmiş tüm dinler de bu konu üzerinde durarak, tevazuun ehemmiyetine değiniyor. Kibrin kaynağı olan şöhret tutkusu ya da şöhretperestlik, kibri içinden çıkılamayacak bir gayyaya çevirebiliyor. Bu sebeple de her adımda tevazu, kibirden uzak durma ve şana-şöhrete kapılmama tavsiye ediliyor. Iyaz bin Himar'dan (ra) rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bu mevzuda şöyle buyuruyor: "Allah (cc) birbirinize karşı alçakgönüllülük ediniz ki hiç kimse üstünlük taslamasın diye bana vahiy etti." Diğer bir hadis-i şerifte ise kibirlenen ve tevazu sahibi kişilerin derecesine değiniyor: "Kim Allah rızası için bir derece tevazu gösterirse, Allah o kimseyi buna karşılık bir derece yükseltir. Kim de Allah rızası hilafına bir derece kibirlenirse Allah bu kimseyi kibirlenmesine karşılık bir derece alçaltır ki, nihayet onu aşağıların en aşağısında kılsın."

BÜYÜKLERİN KİBRE KARŞI TAVRI

Büyük zatların hepsi kalplerinin başında ömürlerinin sonuna kadar nöbet tutmuşlar, oraya küçük-büyük hiçbir hastalığın girmesine fırsat tanımamışlar. Bir tevazu timsali olan Hz. Ömer (ra), benlik namına kalbinde en ufak bir bulanıklık hissedince, minbere çıkıp herkesin huzurunda kendisini kınar ve devlet başkanı olmasına rağmen omzuna yüklediği su güğümüyle halka su taşırdı. Heybet ve vakarıyla kalpleri muma çeviren bu büyük zat, hane-i saadetinin temizliğini yapar, yırtılan ayakkabısını tamir eder, elbisesini diker ve yamardı. Ülkeler fetheden Halife Ömer, kimi zaman hizmetçisiyle birlikte yemek yer kimi zaman da hizmetçi yorulduğunda onunla birlikte buğday öğütürdü. Çarşıdan aldığı bir şeyi ailesine götürürken bizzat kendisi taşırdı. Zengin-fakir herkese selam verirdi. Ömer (ra), kuru hurmaya bile olsa, çağrıldığı hiçbir daveti küçük görmeyip icabet ederdi. Oysa Hz. Ömer, bugünün süper-güçleriyle yarışacak bir ülkeye hükmediyor, ümmetin neredeyse tamamı tarafından hürmet ediliyor ve düşmanlarca da faziletleri kabulleniliyordu. Buna rağmen, şöhrete kapılmıyor, kibre girmiyor ve sürekli halkla birlikte bulunuyordu.

Kibirli kimse, giyim-kuşam, yüz ifadesi, bakışı, başını dikerek kimseye bakmaması, oturup kalkması, gerilip yaslanması, yürüyüşü, kendisi otururken insanları ayakta bekletmesi, ses tonu ve daha birçok tavır ve davranışından anlaşılır. Kur'an-ı Kerim'de bir müminin bu özelliklerin aksine tevazu sahibi olması gerektiği anlatılır: "Rahman'ın kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) 'Selam!' der geçerler." (Furkan, 63) İmam Gazalî de kibirli insanın niteliklerini şöyle tarif eder: "Bir mesele üzerine konuşulurken hakikatin kendi fikirlerine ters olmasından rahatsız olmak; doğruları memnuniyetle, hoşlukla kabul etmemek, akranları ile bir ortamda bulunduğu zaman onları başköşeye geçirmek ve kendi emsallerinin ardından yürüyememek."

Kendini beğenmiş insanın sergilediği davranışların hemen hepsi, belli bir seviyeden sonra psikiyatri bilimini yakından ilgilendiren anormal davranışlar olarak karşımıza çıkıyor. Fatih Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kemal Sayar, bunun temelinde çocukların eğitim sürecinde çok fazla pohpohlanması ve egolarının şişirilmesi olduğunu düşünüyor. Zira çocukların, ebeveynleri ve yakın çevreleri tarafından her şeye hakkı olan, her şeyin en iyisine layık, en akıllı, zeki, güzel/yakışıklı denilerek büyütülmesi kibre yol açıyor. "Prens" ya da "Prenses" nitelemesiyle büyütülen çocuklar, hayatlarının sonuna kadar çevre tarafından böyle karşılanacaklarını düşünüyor. Bediüzzaman Said Nursî'ye göre bu türlü kibre kapılmamak için her şeyden önce, insanın kendi nefsinin bir sinek değerinde olduğunu nefsine kabul ettirmesi gerekiyor. Aksi halde insanın tevazu ufkunu yakalaması imkânsız denecek ölçüde zor olur. Bu hastalığı yenmek içinse, aczini itiraf edip hakikati söyleyenleri takdirle yâd ederek teşekkür etmek lazım.

'ŞÖHRET RİYANIN GÖZÜDÜR'

İmam-ı Rabbanî ve Bediüzzaman gibi büyük zatların hayatına baktığımızda, çok büyük hizmetler gerçekleştirmelerine rağmen daima bir tevazu ve mahcubiyet içerisinde yaşadıklarını görüyoruz. Onlar, hiçbir zaman yaptıklarıyla gururlanmayıp halkın teveccühüne bakmamışlar. Kendilerini sürekli sorgulayan bu zatlar; şan, şöhret makam gibi şeylere asla iltifat etmemiş, ön planda olmaktan hep kaçınmışlar. Üstad Hazretleri, şöhreti bir 'musibet' olarak nitelendirirken bu hisse kapılmış kişiyi şöyle ikaz ediyor: "Şöhret ayn-ı riyadır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar. Şan, şeref, nam ve şöhret zehirli bir bal gibidir. Zahirde cazibeli görünür ama kişinin tüm amel ve çabasını beyhude eder ve Allah muhafaza hüsran kapılarını açar." Şöhret duygusunu ruhu felç eden ölümcül bir afete benzeten Fethullah Gülen Hocaefendi de, böyle bir duruma gelmeden önce kişinin kendisiyle yüzleşerek önlem alması gerektiğini ifade ediyor. Hocaefendi, şöhreti bir girdaba benzeterek şu uyarıda bulunuyor: "Yapılan bütün güzelliklerin arkasındaki hakiki Zat-ı Ecell-i A'la'yı görerek her şeyi ondan bilmeli. Yoksa o takdir ve teveccüh, o alkış ve şöhret seylâpları (girdap) önünde kütük gibi sürüklenip gitme ihtimali vardır."

Kibir, öyle bir hastalıktır ki insan ruhunda hızla yayılarak onu esir alır. Tedavi edilmediği takdirde yeni hastalıklara da kapı aralar. Şöhret ve makam-mansıp sevdası, kibirle yakından ilintilidir. Yapılan bir konuşma, yazılan bir yazı, söylenen bir şarkı, yapılan başarılı bir ameliyat, ortaya konan bir eser ciddi takdir görüp teveccüh ve beğeniye mazhar olabilir. Zamanla kişi, yapılan iltifatlardan zevk almaya, takdir ve tebcillerden lezzet duymaya başlar. Daha sonra yapacağı her işte takdir beklentisine girebilir. Zira şöhretle tanışan veya şöhreti isteyen biri, buna ulaşmak için kendisini ön plana çıkaracak işler yaparak toplumun ya da çevresinin dikkatini çekmeye çalışır. 'Şöhretperestlik' öyle menhus bir duygudur ki kişiyi esaretine alır ve parmağında oynatır. Bu sebeple şöhreti sadece ekranlarda gördüğümüz kişilerden ibaret sanmamız yanlış olur. Nitekim şanla tanışan veya onu isteyen sıradan biri de, buna ulaşmak için kendisini ön plana çıkaracak işler yaparak toplumun ya da çevresinin dikkatini çekmeye çalışır. Yani sadece sanat ve siyaset dünyasındaki bazı şahsiyetleri değil, bir günlüğüne kahramanlık sevdası ile canlı bomba olan bir teröristi de bu kategoride ele alabiliriz.

Şöhretin esiri olmuş kişiler, çoğu kez kendi gibi davranmayarak kişiliğinden ve manevî değerlerinden ödün verir. Bediüzzaman Hazretleri'nin belirttiği gibi böyle insanlar, çevresinden itibar görmek için çabalarken bir riyakârlık yapmak durumunda kalır, insanların teveccühü ile böbürlenir, ona biçilen makam için sürekli olduğundan farklı görünür, kendisini hatasız, kusursuz ve üstün göstermek için büyük gayret sarf eder. Çoğu zaman da kendisinde olmayan kabiliyet ve hasletleri varmış gibi gösterir. Bu hırs beraberinde bir nevi 'gizli şirk' olarak kabul edilen 'riyakârane' davranışları getirir. Bu zehirli bal, böyle kaygılar içerisinde olan herkesi zehirleyip iki dünyasını da mahveder. Dolayısıyla teveccühleri kabul etmeme, dinen esastır. Hangi büyük başarı elde edilirse edilsin, bütün iyilik ve güzelliklerin, muvaffakiyet ve başarıların Allah'tan olduğu ve O'na verilmesi gerektiğini hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak gerekir. Aksi takdirde, çevresindekilerin teveccüh, pohpohlama, alkış ve iltifatlarının altında kalır insan. Oysa Allah Resûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında birisi başarılarından dolayı bir başkasını takdir ettiğinde, "Kardeşinin boynunu kırdın!" diyor. Buradan da anlaşılacağı üzere birini överken ya da iltifat ederken onun mahviyetine sebep olunacağı akıldan çıkarmamalı.

ŞAN-ŞÖHRET, HİKÂYE

Şöhret kişiyi yüceltmez, aksine milyonların gözü önünde olmak bazı sorumlulukları beraberinde getirir. Yaklaşık elli yıldır sanat dünyasında yer alan ünlü sinema sanatçısı Hülya Koçyiğit, insanların şöhreti gözünde çok büyütmemeleri gerektiğini anlatırken bunu amaç edinenler için şu tavsiyelerde bulunuyor: "Sanatçı; şöhretin kulu değil, sanatının âşığı olmalı. Şöhreti halka yapacağı işi ulaştırmada bir araç olarak görmeli. Yeni nesil sanatçılar, sanat dünyasında kalıcı ve saygın bir yer edinebilmek için şöhret ya da para kazanma hırsıyla hareket etmemeli. Şöhret ya da para tutkusu ile çalışanlar, ileride mutlaka bir çıkmaza girer. Sanatı sanat adına üretmeli ve topluma bir şeyler katabilmeli. Şöhret ya da para tutkusu olmadan ilerleyenler sekteye uğramaz. Onlar ilerleyen dönemlerde 'En iyisini nasıl üretebilirim?' diye düşünür ve sanatını kendine dert edinirse; şöhretin tuzaklarına yakalanıp uyuşturucu, alkol ya da kötü alışkanlıklar edinmez, bunalıma da girmezler."

Daha 16 yaşındayken müzik sektörüne atılan ünlü sanatçı Yonca Evcimik, 22 yıldır müzik piyasasının içinde. Ünlü şarkıcı, hedeflerine kendi ifadesiyle 'çatallı yollarla' ulaşmış. Bu sektörde kabiliyetin de ötesinde çok farklı faktörlerin kıstas alındığını belirten Evcimik, bu yüzden şöhret olmak isteyenlere "Aman sakın sakın!" karşılığını veriyor. Çok isteyenlere ise, "İkinci bir bileziğiniz olsun." önerisinde bulunuyor. Çünkü ona göre kısa yoldan popüler olmak isteyenler, ileride nelerle karşılaşacağını bilmiyor. Hâlbuki şöhret tutkusu tehlikeli bir tuzak: "Olgunlaştıkça gördüm ki şan, şöhret hikâye. Hepsi yalan, bir yerde son buluyor."

'ŞÖHRET DUYGUSU, FITRATIMIZDA VAR'

Psikolog Özlem Kandemir'e göre şöhret duygusu, tanınmak, bilinmek, kabul görmek ve fark edilmek insanın fıtratında var. Kandemir bu durumu, "Dünyaya geldiği andan itibaren bir bebeğin yaptığı ilk eylem ağlamaktır. Yani sesini duyurmaya ve yeni dâhil olduğu bu farklı ortamda kendi varoluşunu bildirmeye ihtiyaç duyar." örneğiyle açıklıyor. Şöhret olma arzusunun ise bu varoluşsal kaygının biraz daha yüksek dozda tatmin edilme çabası olduğunu anlatıyor: "Narsistik tatmin, belirli bir dozda her insan için ihtiyaçken, bazen abartılı bir şekilde karşılanmaya çalışılabilir. Kısa yoldan şöhreti elde edip bunun sağladığı maddi ve manevi nimetlerden faydalanma isteği son yıllarda daha da fazla arttı."

Üsküdar Üniversitesi Neropsikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Orhan Doğan ise şöhret duygusunun temelinde; olumlu bir şahsiyet olarak toplum tarafından tanınma ve sevilme isteği olduğunu düşünüyor. Doğan, herkesin egosunda ortak ideallerin var olduğunu belirtiyor: "Bunlar, genel olarak sevilen, saygı gösterilen ve iyi olmak gibi olumlu özelliklerdir. Ego, bunlara ulaşınca manevî bir doyum sağlar. Yani kişi bunları elde etmişse mutlu olur. Eğer ulaşamazsa o zaman kendi içinde sorunlar yaşar. Öte yandan toplumumuzda herkes kolayca şöhret olabiliyor. Ancak şöhret olunduğu zaman insan, belli bir süre mutlu olur ama bir süre sonra bundan sıkılmaya başlar. Bu kişiler genellikle kendisiyle barışık olmayan insanlardır."

Ülkemizde de yayınlanan pek çok 'star' yarışmasına katılıp da şöhret olan binlerce kişi var. İnsanlara 'şöhret' vaat eden bu programlar sayesinde günlerce gazete ve televizyonlarda kendilerine yer bulan isimleri bugün hatırlamıyoruz bile. Bir kısmı bu uğurda hayatını kaybetti. Şöhret tiryakiliği, insanları bir türlü sonu gelmeyen bir beklentiler ve arzular kuyusuna itiyor. Kibir, şöhreti kovalatıyor, karşılığında gelen şöhret de kibre sağlam bir dayanak teşkil ediyor. Belki Karun'dan bu yana, "Ben yaptım!" diyenin akıbeti hep aynı oluyor üstelik. Görünen o ki, şeytan insanı şöhretle çabucak aldatıp yolundan şaşırtabiliyor. Onun oyununa gelmemek için Yüceler Yücesi'nin (cc) katında şöhret olacak işler yapmamız lazım. Hakiki 'şöhret' odur zira..
 

Benzer Konular

Yanıtlar
0
Görüntülenme
3B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
43B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
19B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
4B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
4B
Üst