İŞte SÖzde Ermenİ Soykirimi Yalanlayan MÜthİŞ Bİr AraŞtirma

agent force Harbi Aktif Üye
OSMANLI İDARESİNDE ERMENİLER


Osmanlı Devletinin Anadolu topraklarında genişlemesi ile beraber Çukurova bölgesini de ele geçirmeleri sonucu, bu bölgede yaşayan Ermeniler de bu devletin idaresine girdiler. Ermenilerin Osmanlı Devletinin idaresinde, ne Bizans ve hatta ne de Ermeni Prensliği dönemlerinde yaşamadıkları bir adalet ve hürriyete kavuştuklarına ilişkin tarihi işaretler vardır. Bu yöndeki kanıtlardan birisi de yöredeki şehir ve kasabaların Ermeni nüfusundaki doğal olmayan artıştır. Nitekim Arapgir, Çermik, Ergani, Harput, Urfa ve Siverek’teki Ermeni nüfusu 1518’de yaklaşık 5.500 iken 1523’te 9.000’i aşmış ve %66 artmıştır. Bu durum, Osmanlı yönetiminin sağladığı adalet ve hürriyet ortamı nedeniyle Ermenilerin buralara göçmesinden kaynaklanmıştır. Ancak, gene de bölgenin tartışmasız çoğunluğu Türk nüfustur.

Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu dönemlerde, Ermenilerin bir sorun olarak karşımıza çıkmadıklarını görüyoruz. Osmanlı Devleti içerisinde, diğer azınlıklar gibi rahat bir ortam bulan Ermeniler, askerlikten de muaf tutularak ticaret ve sanatla uğraşmışlar, zengin bir sınıf oluşturmuşlardı. Ermeni-Türk ilişkileri karşılıklı güvene dayanmakta, Ermeniler genellikle Türkçe konuşmakta, kiliselerindeki ayinlerini Türkçe yapmakta ve Türklerle eşit haklara sahip bulunmalarından dolayı Batıda “Hıristiyan Türkler” olarak bilinmekte idiler. Ancak, Devletin yıkılış sürecine girmesiyle birlikte, topraklarının hemen her bölgesinde çıkan huzursuzluklarla beraber, Ermeni konusu da ciddi boyutlar kazanmıştır.



ERMENİ SORUNUNUN ORTAYA ÇIKARTILMASINDA AVRUPA DEVLETLERİNİN TURUMU: ŞARK MESELESİ


Osmanlı Devletinde merkezi otoritenin sarsılmasıyla beraber, “Düvel-i Muazzama” da denilen büyük Avrupa devletleri, Osmanlı topraklarını paylaşmak için bir dizi faaliyette bulunmuşlardır. Tarihi süreç içerisine Osmanlı Hıristiyanları için önce imtiyaz, sonra da özerklik ve bağımsızlık isteme politikası izlenmiş; 1789 Fransız İhtilali ile yayılan milliyetçilik fikirleri, Osmanlının yıkılması için, Hıristiyan tebaaya telkin edilmiştir. Nitekim 1804’te ilk milliyetçi ayaklanma Sırplar tarafından başlatılmış; Rumların 1821 Mora ayaklanması da İngiltere, Fransa ve Rusya’nın müdahaleleri sonucu, 1829 Edirne Anlaşmasının bağıtladığı Yunan bağımsızlığı ile sonuçlanmıştır.

Osmanlı Devletinin parçalanması Avrupa Devletlerinin izledikleri politika tarihte “Şark Meselesi” olarak bilinir. Bu terimin ilk kez, 1815’te Avrupa haritasını yeni bir düzene sokmak için toplanan Viyana Kongresinde dile getirildiğini görüyoruz. Bu kongrede Rus delegeler, Osmanlı Devleti’ndeki Hıristiyan unsurların durumunun yeniden gözden geçirilmesini istemişler ve buna da “Şark Meselesi” adını vermişlerdi. Kongrede bu görüş reddedilmiş, ancak Şark Meselesi terimi Avrupalılar arasında benimsenmiş ve zamanla daha geniş anlamlar yüklenerek kullanılmıştır.

Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına kadar olan devrede “şark meselesi” terimi, görünüşte Avrupalılar tarafından Osmanlı Devleti içerisindeki Hıristiyan uyrukluların savunulması; esasta ise, Osmanlı topraklarının Avrupa’nın büyük devletleri arasında paylaşılması anlamındadır. Haliyle Osmanlı Devleti, Avrupalıların bahanelerini ortadan kaldırabilmek için onların istekleri doğrultusunda pek çok ıslahatlar ve bu arada da Kanun-i Esasi’yi kabul etmek dahil bir çok yeni düzenleme yapmış ise de Avrupalı büyük devletleri tatmin etmek mümkün olmamıştır.

Avrupa Devletleri, 31 Mart 1877’de Londra’da imzaladıkları bir protokol ile, “Osmanlı Devleti’ndeki Hıristiyanların durumuyla, -Avrupa barışının selameti bakımından- uğraşmaya devam edeceklerini” bildirdiler. Osmanlı Devleti, Londra Protokolünü kendi içişlerine karışma kabul ederek reddetti. Bunun üzerine de 24 Nisan 1877’de Rusya savaş ilan etti.

Rusya’nın galibiyeti ile sonuçlanan savaş sonrasında imzalanan anlaşma, Balkanlarda Sırbistan, Romanya ve Karadağ’ın bağımsızlığını; Bosna ve Hersek’in Hıristiyan bir valinin yönetiminde özerkliğini; doğuda ise, Batum, Kars, Ardahan ve Doğubeyazıt’ın Rusların olmasını, ayrıca, sözde Ermeni çoğunluğunun bulunduğu Doğu Anadolu’da ıslahat yapılmasını ve buralardaki Hıristiyanların, Kürt ve Çerkezlere karşı korunmasını öngörüyordu.

Ermenilerle ilgili hükümle Rusya, bir Ermeni Devleti’ne giden yolu açarak, Kars’tan İskenderun’a uzanan hatla Akdeniz’e çıkmayı planlıyordu. Bu planı uzun süredir yapan Ruslar, Ermenilerle de uzun zamandır ilgileniyorlardı.

Ancak, Rusya'nın genişlemesinden rahatsızlık duyan Avrupa devletlerinin araya girmesiyle bu anlaşma hükümleri tam anlamıyla yürürlüğe giremedi. İngiltere donanmasını harekete geçirdi. Osmanlı Devleti ile yaptığı bir anlaşmayla Kıbrıs'a yerleşti (4 Haziran 1878) Araya giren Bismark, ülkesinde bir konferansa ev sahipliği yaparak hem muhtemel bir savaşı önlemek hem de Almanya'nın menfaatlerini korumak istiyordu. Nitekim Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, İtalya ve Rusya'nın da katıldığı Berlin Kongresi 13 Temmuz 1878’de imzalanan bir anlaşmayla son buldu. Bu anlaşma, artık Rusya'nın yanı sıra, diğer devletlerin de parçalamaya çalıştıkları Osmanlı'dan, kendi paylarını alma anlaşmasıydı. Bu kongreye Ermenilerden de bir delege grubu çağrıldı ve Batılı devletlerin kendi politik hesapları doğrultusunda pay sahibi yapıldılar.




ERMENİ İSYANLARI ve TEHCİR KONUSU



A. İSYANLARA GENEL BİR BAKIŞ


Ermeniler, Emperyalist ülkelerin emelleri doğrultusunda kışkırtılmışlar; Osmanlı Devleti içerisindeki durumlarının iyileştirilmesi bahanesi ile örgütlenerek önce özerkliği, sonra da bağımsızlığı amaçlayan bir sürece sokulmuşlardı. Ruslar, bölgede kurulacak bir Ermeni Devleti vasıtasıyla Akdeniz’e inmeyi; İngilizler bunu önlemek için Ermenilerin kendi himayeleri altında kalmasını planlıyorlardı. Fransızlar da kendi çıkarları doğrultusunda ayrı maksatlarla Ermenilerle “ilgili” idiler. Böylece Ermeni sorunu “Ermenilerin sorunu” değil, başta “İngiltere, Rusya ve Fransa’nın kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirdikleri bir sorun” halini almıştır. Ermeni isyanlarının da arkasında Rusya ve İngiltere’nin desteklediği HINÇAK ve TAŞNAKSUTYUN komiteleri bulunuyordu.

İşte İngiltere, Fransa ve Rusya’nın kendi çıkarları doğrultusundaki kışkırtma ve tahrikleri sonucu, Ermeniler, Türklere karşı bir isyan ve ihanet sürecine girmişlerdir.

1914-1918 yılları arasında Ermeniler, Diyarbakır, Sivas, Erzurum, Bitlis ve Van’da isyanlar çıkarmışlarve büyük ölçüde Hamidiye Alaylarına süvari veren bu yöre halkına mezalimde bulunmuşlardı.

Bu isyanların geliştiği saha daha sonra, Cumhuriyet döneminde Şeyh Sait isyanı ve onu izleyen ayaklanmaların da gerçekleştiği bölge olacaktır. Çünkü mütareke yıllarına kadar, başta İngilizler olmak üzere Avrupalılar tarafından “Hıristiyan oldukları için kendilerini ellerinden tutmaya zorunlu hissettikleri Ermenileri katleden, vahşi bir topluluk” olarak görülen Kürtler bu tarihten sonra sahiplenilmiş gibi gösterilerek, “Şark Meselesi”ne yeni bir boyut getirilmiştir.Tarihsel süreç içerisinde bu şekilde bir yaklaşım sergileyen Batının konuya bugünkü bakış açısı çok da değişmemiştir. Olaylar ve gelişmeler bunu gösteriyor.

Ermeniler tarafından çıkartılan 1888 Van ve 1890 Erzurum ayaklanmalarından sonra 1894 yılında Sasun’da büyük bir isyan başlatılmış ve Devlet sert önlemler almak durumunda kalmıştı. Ancak bu konudaki esas sıkıntı I. Dünya Savaşı sırasında yaşandı.

I. Dünya Savaşı başladığında silahlandırılan Ermeni birlikleri, Türkiye’nin savaştığı İtilaf Devletleri ile birleşerek, içeride bir cephe açmışlardır. Bu durumda konu, bir iç güvenlik, Devletin kendisini ve yurttaşlarını koruma sorunu haline gelmiştir. 17 Ağustos 1914’te Maraş’a bağlı Zeytun’da çıkan isyan Kayseri, Erzurum, Van ve Bitlis dolaylarındaki Ermenilerin de katılımı ile ciddi boyutlara ulaşmıştır.

İşte bu gelişmeler sonucu Devlet de halkın ve askerin güvenliğini sağlamak için 21 Mayıs 1915 tarihli Sevk ve İskân Kanunu çıkartarak uygulamaya koydu. Buna göre isyana katılan Ermeni çetecilerin daha güvenli bölgelere “tehcir” edilmişlerdir.


B. TEHCİR NE DEMEKTİR? UYGULAMA NASIL OLMUŞTUR?

“Tehcir” sözcüğü, Arapça kökenli olup, “bir yerden başka bir yere göç ettirmek” anlamına gelir. Dikkat edilirse burada “sürgün etmek” anlamı bulunmamaktadır. Batıda, zaman zaman sürgün anlamına gelecek terimlerin kullanılıyor olması ya bilgisizlikten ya da siyasal amaçlı kasıttan kaynaklansa gerektir.

“Tehcir” 1948 tarihli Soykırım Suçunu Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesinin 2. maddesindeki tanıma da girmemektedir. Ancak örneğin, Hitler Almanya’sında altı milyon Yahudi ile bir milyon çingenenin yok edildiği ırkçı eylemler tam anlamıyla bir soykırım örneği olarak kabul edilmektedir.

Ulusal Bağımsızlık Savaşı sonrası Lozan Barış görüşmelerinde Ermeniler, üç yüz bin Ermeninin öldürüldüğünü iddia etmişlerdir. Buraya giden Ermeni heyeti içerisinde Nradungiyan Gabriel Efendi, Osmanlı Devleti’nde Bayındırlık ve Dışişleri Bakanlıkları yapmış, bir ara da Bahriye Nazırlığına da vekalet etmiş biridir. Devletin bu kadar üst makamlarına çıkartılmış olan birisi, Heyetle beraber Lozan’da toprak ve tazminat talep edebilmiştir. Ermeniler burada, üç yüz bin zayiatımız oldu derken, daha sonra yalanlarını iyice abartarak bir milyon, beş milyon Ermeni katledildi gibi iddialar ortaya atmışlardır.

Halbuki Avrupalılar bile o devirde Osmanlı ülkesinde yaşayan Ermenilerin tamamının 1.300.000 olduğunu söylüyorlar. Burada kendi iddia ettikleri üç yüz bin zayiat da 24 Nisanı anma olaylarında bir milyona, sonra bir buçuk milyona çıkartılmıştır. Bazı kaynaklarda beş milyona kadar yazanlar bile çıkmaktadır. Ancak bizzat Batılıların kaynaklarına göre 1914 yılında Osmanlı Devleti içerisinde 1.161.169 gregoryan ve 67.838 katolik olmak üzere toplam 1.229.007 Ermeni bulunuyordu.1897 sayımında bu rakam 1.042.374 idi. Bu sayıma kimse özellikle de Ermeniler itiraz edemez. Çünkü 1897-1903 yılları arasında Osmanlı İstatistik Umum İdaresi Müdürü Mığırdıç Sınabyan isimli bir Ermeni idi.Demek ki iddia edilen rakamların yalan olduğu buradan bellidir.Yapılan bilimsel araştırmalar ve eldeki veriler kesin olarak göstermektedir ki Osmanlı Devletinin yürüttüğü tehcir işlemi tamamen insancıl kaygılarla ve hukuksal kurallar çerçevesinde gerçekleşmiştir. O günkü teknolojide ve savaş ortamında elbette bazı güçlükler çıkması kaçınılmazdır.

Ancak, Devletin 7-8 bakanlığı sırf bu işle meşgul olmuş; Müslümanlardan başka Ermeni, Rum ve Yahudiler ile yabancı misyon temsilcilerinden oluşan komisyonlar kurarak kimlerin tehcire tabi tutulacağını, nerelere gönderileceğini, yolda ne gibi zorluklarla karşılaşacağını ve nasıl muhafaza edileceğini, hatta zarar görenlerin tazmininin nasıl olacağını bu komisyonlar eliyle kararlaştırıp uygulatmıştır.

Yol boyunca çoğu zaman askerlerin iaşe ve ilaçlarından yararlandıkları da bilinmektedir.Hatta ülkede ciddi sağlık problemlerinin yaşandığı bir dönemde, tehcire tabi gruplara birer doktor verilmesi yoluna bile gidilmiştir. Şimdi, soykırım yapılmış olsa, bunca insancıl önlem alınır mıydı? Eğer Ermeniler yok edilecek idiyse, bulundukları yerde bunu yapma şansı varken göç ettirme yoluna gidilir miydi? Elbette gidilmezdi.

Tarihe “Ermeni Tehciri” olarak geçen; yukarıda nedenleri ve uygulama aşamaları anlatılan bu yer değiştirme ve yerleştirme kararı uygulanırken, savaş ortamı, ailesi katledilenlerin zaman zaman önlenemeyen öfkeli ferdi davranışları, hastalık, doğa koşulları ve en önemlisi de Ermenilerin isyan halinin devamı gibi nedenlerle bazı kayıpların olması önlenememiştir. Ancak, bütün tarihi belge ve kayıtların açıkça ortaya koyduğu üzere, Ermenilerin katledilmesi asla söz konusu olmadığı gibi, baştan beri süregelen olaylarda ihanete uğrayıp öldürülen Türklerin sayısı, öldürüldüğü iddia edilen abartılı Ermeni sayıları ile bile kıyaslanamayacak kadar fazladır. Ayrıca tehcir kararı ile berber göç ettirilenlerin zarara uğramaması için alınacak önlemler de belirlenmiş, bu yolda uygulayıcılara emirler gönderilmiştir. Nitekim, göç sırasında askerlerin kendi ilaç ve yiyeceklerini, bu gruplarla paylaştığı ve azami özenin gösterildiği belgelerle sabittir.

Göç ettirme uygulaması sırasında bütün emir ve önlemlere karşın, kişisel kin ve acısı nedeniyle bile olsa yanlış uygulama yapan görevliler olmuşsa, tam bir hukuk devleti anlayışı içerisinde bu kimseleri Devlet yargılamış ve gerekli cezaları da vermiştir.



IV. ERMENİLERİN YAPTIĞI KATLİAMLAR

Türk-Ermeni ilişkilerinin kanlı olaylara dönüştüğü 1878 Berlin Antlaşmasından bu güne gelinceye kadar geçen 120 yılı aşkın dönemde Türklere yönelik Ermeni terörünü dört ana başlıkta inceleyebiliriz.

Birincisi emperyalist ülkelerin kışkırtmaları ile oluşturulan yapay Ermeni Sorunu çerçevesinde I. Dünya Savaşı öncesinde Türklere yapılan Ermeni suikastları, kundaklamalar ve isyan hareketleridir.

İkincisi, I. Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı yıllarında cephe gerisinde ihanet ettikleri Türk halkına Ermeni çetelerince yapılan hunhar katliamlardır.

Üçüncüsü, Lozan Konferansında umduklarını bulamayan Ermenilerin eski Osmanlı yöneticilerine karşı yürüttükleri cinayetlerdir.

Dördüncüsü 1970’lerin başından itibaren özellikle yurt dışındaki diplomatları hedef alan Ermeni terörüdür.




A. HALKA YAPTIKLARI KATLİAMLAR

Osmanlı Devleti içerisinde, büyük hak ve imtiyazlar içerisinde yaşayan Ermeniler, yukarıda anlatılan süreç içerisinde Devletin güçsüz dönemlerinde Müslüman halka ciddi saldırılarda bulunmuşlar ve katliamlara girişmişlerdir. Örneğin I. Dünya Savaşı sırasında Rus, İngiliz ve Fransız desteğindeki Ermenilerin yaptığı katliamlar ve soykırımda bir milyondan fazla Türkün hayatını kaybettiği tarih kayıtlarında mevcuttur. Diğer bir ifade ile Türklerin kaybı, Ermenilerin kaybı ile kıyaslanamayacak oranda fazladır. Dahası, Ermenilerin kaybı yol koşulları, hastalık, eşkıya ve yakınları katledilen insanların intikam saldırıları gibi nedenlerle olurken ve Devlet bunların önlenmesi için alınabilecek bütün önlemleri almışken, Türklerin kaybı, tarihe geçen inanılmaz vahşetler, katliamlar sonucu gerçekleşmiştir.

Örnek vermek gerekirse, Van soykırımından kurtulanların anlattıklarını içeren ve Van Belediye Başkanı ve Alay Komutanının imzasını taşıyan, İçişleri Bakanlığına gönderilmiş bir belgede, Rus kuvvetleri ile birleşen insan kasabı Ermenilerin girdikleri yerleri cesetten geçilmez halde bıraktıkları, kıymetli şeyleri yağmaladıkları, İslamiyet’e hakaret ederek cami ve medreseleri yağmaladıkları, Müslümanları katletmekten büyük zevk aldıkları, ahalinin burunlarını, kulaklarını, bacaklarını, kafalarını kesip karınlarını yardıkları, çocukları diri diri ateşe attıkları, bazılarının derilerini tulum çıkardıkları, kesik kafaları süngülere taktıkları, bazılarını kütük üzerinde doğradıkları, bir kısmını Mermid Çayına döktükleri, insanları kuyulara doldurdukları, kadın ve çocukları tandır damlarına doldurup yaktıkları, kadınlara anlatılamayacak tecavüzlerde bulundukları, direnenleri vahşi biçimde katlettikleri... belirtilmiştir.

B. OSMANLI DEVLET ADAMLARINA SUİKASTLER

Lozan Konferansında umduklarını bulamayan Ermeniler, bu kez de eski Osmanlı yöneticilerine karşı bir dizi suikasta girişmişlerdir. Aslında Ermeni siyasi cinayetleri Padişah II. Abdulhamit’i bombalama girişimleri ile başlar. Sonra Osmanlı Bankası olayı vardır. Nihayet Lozan konferansında azınlıklar başlığı altında ele alınan ermeni konusundan eli boş dönmeleri sonucu, Osmanlı Döneminde yüksek yöneticilik yapmış bazı kimselere karşı suikastlara girişmişler ve bu cinayetlerde Talat, Cemal, Sait Paşalarla, Bahattin Şakir ve Cemal Azmi Beyler şehit olmuşlardır. Bilindiği gibi bu insanlar o günün bakan, başbakan düzeyinde üst yöneticilik yapmış Osmanlı devlet adamlarıdır.idi.



SONUÇ


Ermeniler Türklerin yönetiminde huzur, refah ve itibar içerisinde yaşamışlar ve en üst düzey görevlerde bulunmuşlardır. Bu elbette ki, Türklerin insancıl ve yüksek yönetim anlayışlarının bir sonucudur. Ermenilerin 1800’lü yıllarda, Osmanlı Devletinin sadık vatandaşları olarak kaldıklarını ve bir dönem de, tebaa-yı sadıka olarak adlandırıldıklarını görüyoruz.
Devletin zayıflaması, Rus, İngiliz ve Fransızların kışkırtmaları sonucu bir ihanet sürecine giren Ermeniler’e karşı Osmanlı Devleti, hem kendisini hem de Türk vatandaşlarını korumak için yapması gerekeni yapmış ve önlemler almıştır.
Bu sırada bir soykırım söz konusu olmadığı gibi tam tersine Türk unsurun ciddi kayıpları bulunmaktadır. Onun için, yapay olarak ortaya konan sözde soykırım iddiaları yalandır, bilimsel olarak da geçerli değildir. Nitekim, bu güne kadar bulunan toplu mezarların tamamı, hunharca katledilmiş Türklere ait cesetlerle doludur.
Milli birlik ve beraberliğimizi koruduğumuz sürece, Atatürk ilkeleri doğrultusunda çağdaş ve güçlü Türkiye’nin karşısına bu ve benzer sorunlar getirilemeyecektir. Onun için bize düşen, milli birlik ve beraberliğimizi daima korumak ve Devletimizi güçlü tutmaktır. Bunun için de, Atatürk’ün ifadesiyle “Bizim hiçbir şeye ihtiyacımız yok, tek bir şeye ihtiyacımız var: O da çalışmaktır
 
Son düzenleme moderatör tarafından:
Ömer
Yönetici
onlar önce azerbaycan topraklarından çıksınlar sonra soykırım yalanını uydursunlar.güya tazminat alacaklar uğraşsınlar dursunlar.
 
EMRE seda kolik
benim okulda sunum vardı bana çok yardımcı oldun teşekkürler..
 

Benzer Konular

Yanıtlar
0
Görüntülenme
11B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
4B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
3B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
3B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Üst