Eserleri, Biyografisi Bediüzzaman Said Nursi - Said Nursi Hayatı

SaMeT46 Harbi Aktif Üye
Said Nursi Kimdir?
Ve nihayet mahkeme, 6 Aralık 1948 tarihinde Said Nursi hakkında 20 ay ağır hapis cezasına hükmetti. Karar temyiz edildi ve Yargıtay, kararı Bediüzzaman'ın lehine bozdu. Yargıtay'ın bozma kararına rağmen Afyon Ağır Ceza Mahkemesi yargılamayı uzatarak 20 aylık sürenin cezaevinde geçmesini sağladı. Hak etmediği cezanın süresini tutukluluk haliyle dolduran Said Nursi, 20 Eylül 1949'da serbest bırakıldı. Ancak Ankara'dan gelen emirle Afyon'da mecburi iskana tabi tutuldu ve nihayet 28 Aralık 1949 tarihinde Emirdağ'a dönebildi.

Demokrat Parti Devri

Bediüzzaman, 14 Mayıs 1950d'e başlayan Demokrat Parti devrini 23 Ağustos 1953'e kadar kaldığı Emirdağ'da karşılamıştı. Demokrat Parti iktidarının getirdiği ferahlığa rağmen, CHP'li bürokrasi Bediüzzaman'la uğraşmaya devam ediyordu. 1951 yılında Emirdağ'da şapka meselesinden Bediüzzaman'a bir dava açılmış ve ifadesi alınmıştı. Bundan hemen bir yıl sonra da İstanbul'da, Gençlik Rehberi adlı kitabı hakkında bir dava daha açılmıştı. Bediüzzaman bu davanın duruşmasına katılmak için 22 Ocak 1952 tarihinde İstanbul'a gitti. 5 Mart 1952'de yapılan son duruşmada mahkeme heyeti, men-i muhakeme kararı vererek davayı sonuca bağladı. Bir süre için Emirdağ'a giden Bediüzzaman, 1953 yılının bahar mevsiminde tekrar İstanbul'a döndü.

İstanbul'da yaklaşık üç ay kadar kalan Bediüzzaman, 1953 yılının ortalarında Emirdağ'a oradan da 23 Ağustos 1953'te Isparta'ya geldi. Isparta'da açılan bir davanın daha sorgu hakimliğinde iken reddedilmesi ile artık onun hayatında mahkemeler devri kapanmıştı. Bu arada Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı talebeleri tarafından kaleme alınmış ve bizzat kendisi tarafından kontrol edildikten sonra gerekli düzeltmeler yapılarak Risale-i Nur Külliyatı'na dahil edilmişti.

2 Aralık 1959'da Ankara'ya yaptığı ziyaret artık Bediüzzaman'ın veda seyahatlerinin başladığını gösteriyordu.

Ankara'da bir gece kalarak dost ve talebeleriyle görüştükten sonra 3 Aralık 1959 günü Ankara'dan Emirdağ'a, oradan da Isparta'ya gitti. Ancak, on beş gün sonra tekrar Emirdağ'a döndü. Konya'da ki talebelerinin daveti üzerine 19 Aralık 1959 günü Emirdağ'dan ayrılarak Konya'ya gitti. Burada talebeleriyle görüştü ve Mevlana'nın türbesini ziyaret etti. Aynı gün Isparta'ya gitmek üzere Konya'dan ayrıldı.

Talebelerinin daveti üzerine 31 Aralık 1959 günü Ankara'ya geldi. Burada bir gece kaldı ve ertesi gün İstanbul'a hareket etti. İstanbul'da da bir gece kalarak talebeleriyle görüşüp vedalaştı ve 3 Ocak 1960 gününün akşamında Ankara'ya gitmek üzere İstanbul'dan ayrıldı. Vasiyetnamem Hükmündedir dediği son dersini Ankara'da yaptı.

6 Ocak 1960 günü saat 10.30 sularında Konya'ya gitmek üzere hareket etti. Konya'da kardeşi Abdülmecit'i ve Mevlana;nın türbesini ziyaret ettikten sonra Emirdağ'a, dört gün sonra da Ankara'ya gitmek için yola çıktı. Ancak bu kez Said Nursi'nin şehir merkezine girişi polis tarafından engellenmişti.

Ankara'ya girmesi engellenen Said Nursi, Emirdağ'a geri döndü. Buradaki bir haftalık ikametinden sonra 20 Ocak günü Isparta'ya gitti ve bir buçuk ay da burada kaldı. Ramazan ayı geldiğinde Bediüzzaman ağır hastaydı. Takvimler 19 Mart 1960 tarihini gösteriyordu. Said Nursi yanındaki talebelerine Urfa'ya gitmek istediğini söyledi. Arabası hazırlandı ve 83 yaşındaki Bediüzzaman ağır hasta haliyle arabanın arka koltuğunda yola çıktı. 20 Mart'ta yağmurlu bir havada başlayan bu yolculuk onun son yolculuğuydu.

21 Mart günü Urfa'ya ulaşıldığında talebeleri kendisine Halilürrahman Dergahı'nı göstermek istediler. Ama o yürüyemeyecek kadar ağır rahatsızdı. Onu şehrin en iyi oteli olan İpek Palas Oteli'ne yerleştirdiler. Bu arada otele gelen polisler, İçişleri Bakanı'nın emriyle derhal Isparta'ya geri dönmeleri gerektiğini tebliğ ettiler. Bunu duyan halk otelin önüne toplandı. Polis, Bediüzzaman ve yanındaki talebelerinin ısrarla Urfa'dan ayrılmalarını istiyor ve Ankara'nın emrini hatırlatıyordu. Bu baskı sürerken Bediüzzaman 23 mart 1960 günü, 27 numaralı odada sabaha karşı vefat etti. Hayatı boyunca dayanılması güç acılara ve baskılara maruz kalmasına rağmen hayat tarzıyla bir destan yazan Bediüzzaman, arkasında miras olarak 6000 sayfalık Risale-i Nur Külliyatı ile milyonlarca Nur Talebesini bırakmıştı. Bediüzzaman'ın naaşı Halilürrahman Dergahı'nda kendisine ayrılan türbeye defnedildi.

Bediüzzaman'ın vefatından iki ay sonra 27 Mayıs 1960'da bir hükümet darbesi oldu. Alparslan Türkeş'in liderliğinde kurulan Milli Birlik Komitesi hükümeti, ilk iş olarak geniş çaplı tevkifler başlatarak Demokrat Partinin ileri gelenlerini Yassıada hapishanesine topladıktan sonra, Bediüzzaman'ın kabrinin nakledilmesine karar verdi. Kanuni prosedürü de ihmal etmeyen ihtilal komitesi Bediüzzaman'ın Konya'da yaşayan kardeşi Abdülmecit Nursi'den bir nakil dilekçesi alarak 12 Temmuz 1960 gecesi Urfa'daki mezarını kırdırdı. Bediüzzaman'ın naaşı askeri bir uçağa konularak Afyon askeri havaalanında indirildi ve yerini Abdülmecit Nursi'nin de bilmediği bir mezara defnedildi. Hayatında iken O'nun varlığını istemeyenler, vefatından sonra da rahat bırakmamışlardı.
 
Son düzenleme moderatör tarafından:
agent force Harbi Aktif Üye
Paylaşım için sağol.gerçekten hayatı yaşantısı ve eserleriyle topluma örnek olacak ve ışık tutacak bir insan."bediüzzaman said nursi"
 
EMRE seda kolik
Bediüzzaman Said Nursi - Said Nursi Kimdir ? Said Nursi Hakkında

Bediüzzaman Said Nursi

Rumi 1293 (Miladî 1876) yılında Bitlis vilayetine bağlı Hizan kazasının İsparit nahiyesinin Nurs köyünde dünyaya geldi.

Medrese tahsiline küçük yaşta başladı. Nurs’a yakın Tağ medresesine bir müddet devam eden Said Nursî henüz çocuk yaşlarında iken kabına sığmayan bir fıtrata sahipti. Sık sık medrese değiştiriyor, her gittiği yerde dikkatleri üzerinde topluyordu. Dokuz yaşında iken gittiği Doğubayezid’deki Şeyh Mehmet Celalî hezretlerinin medresesine üç ay devam ettikten sonra icazet aldı. Her okuduğunu unutmayan bir hafızaya en derin ve girift ilmi meseleleri rahatlıkla çözebilen bir zekaya sahip olan Said Nursî kısa zamanda ilim çevrelerinin takdirine mazhar oldu ve “zamanın harikası” anlamında Bediüzzaman lakabıyla anılmaya başlandı.

• Van’da kurduğu Horhor medresesinde yeni bir metotla talebelere ders vermeye başlayan Bediüzzaman, medreselerde demode olmuş eğitim sistemini değiştirmek ve o günün adıyla Kürdistan’da cehaleti ve bilgisizliği ortadan kaldıracak evsafta Medresetü’z-Zehra adıyla bir üniversitenin kurulmasını II. Abdülhamit yönetimine teklif etmek amacıyla 1907 yılında İstanbul’a gitti. Ne yazık ki umduğunu bulamadı. Ancak buralardaki ilmi çevrelerle girdiği diyolag sonucunda adı süratle etrafa yayıldı. Dönemin gazete ve dergilerinde yayınladığı yazılar ve değişik ortamlarda yaptığı konuşmalarla meşrutiyet fikrini destekledi.

• Üzerindeki sır perdesi hala kaldırılamayan 31 Mart Vakıası günlerinde yaptığı konuşmalarla askerleri ikna edip taşkınlıkları önlemeye çalıştığı halde Divan-ı Harp mahkemesine verildi. Burada yaptığı ünlü müdafaası sonucunda beraat etti.

• II. Meşrutiyetin ilanından sonra memleketine geri dönen Said Nursî, Kürt aşiretlerini dolaşarak meşrutiyet ve hürriyet gibi kavramlarla etnik, sosyal ve bir arada yaşama gibi konularla ilgili sorulan sorulara ikna edici ve günümüz için de geçerli sayılan cevaplar verdi. Soru cevap şeklindeki bu konuşmalarını “Münazarat” adı altında Arapça ve Türkçe olarak yayımladı. Bu kitabıyla yerel konulara ve problemlere dikkat çeken Bediüzzaman, kitabının ilk sayfasında şu veciz ifadeye yer verir. “Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı talihsiz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi ittiba-i Kur’an’dır”

• 1911 yılında Şam’da ünlü Emevîye Camiinde aralarında yüze yakın ulemanın yer aldığı onbin kişilik kalabalık bir cemaate, islam dünyasının panoramasını çizen ve problemleri aşmanın yollarını gösteren bir hutbe okur. Daha sonra bunu Hutbe-i Şamiye adı altında yayınlar. O gün okuduğu hutbede dile getirdiği hususlar hala geçerliliğini korumaktadır.

1914’te patlak veren 1. Dünya savaşında Ruslara karşı Kürt milis kuvvetleri başında gönüllü alay kumandanı olarak savaşır ve Bitlis’te düşmana esir düşer. Yaklaşık iki buçuk üç yıl müddetince Rusya’nın esir kamplarında kalır. 1918’de esaretten “harika bir şekilde” kurtularak İstanbul’a avdet eder. Henüz yeni kurulmakta olan ve bir İslam Akademisi olan Darülhikmeti’l-İslamiye azalığına tayin edilir.

• İstanbul’un İngilizler tarafından işgali sırasında işgalcilere karşı direnişi destekler ve Hutuvat-ı Sitte adı altında bir risale yazarak bunu her tarafa dağıttırır. Said Nursî’nin İstanbul’daki çalışmaları ve daha önce dağu cephesinde Ruslara karşı gösterdiği kahramanlık Ankara Hükümetinin dikkatini çeker ve şifreyle Ankara’ya davet edilir. Bediüzzaman İstanbul’da tehlike içinde mücahede etmenin daha önemli olduğunu söyleyerek önce gitmek istemez. Ne varki Ankara Hükümetinin müteakip ısrarları üzerine Ankara’ya gider. Ankara’da Meclisteki milletvekillerinin dine ve ibadetlere karşı olan lakaydlıklarını görünce, namaz ve ibadetin ehemmiyetine vurgu yapan bir beyanname kaleme alarak Meclisteki milletvekillerine dağıtır. Bediüzzaman Said Nursî’nin etkileyici yazı ve konuşmalarından çekinen Mustafa Kemal buna mani olmak ister. Bunun üzerine Said Nursî ona karşı hiddetli bir şekilde şu meşhur sözleri söyler: “Paşa paşa! Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur.”

Said Nursî, Ankara’nın yeni hayatından hayra yorumlanacak işaretler görmez. Müthiş bir dinsizlik fikrinin, zafer sonrasındaki havayı bozmak ve zehirlemek için, sinsice çalıştığını görür. Ankara’nın reislerinde özellikle reisicumhurda muannid ve büyük bir dehanın varlığını hisseder. Bu dehayı kuşkulandırmakla İslam aleyhine çevirmenin pek yararlı olmayacağı kanaatine varır ve Ankara’dan ayrılmaya karar verir. 1923’te Van’a giderek Erek Dağındaki mağarada inzivaya çekilir.


YENİ SAİD DÖNEMİ

Artık onun için yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemi kendi tabiriyle Yeni Said dönemi olarak adlandırır. Sosyal ve siyasal hayatın çalkantılı ve fırtınalı günlerine ait Eski Said dönemi geride kalmıştır. Kader onu yepyeni bir mücadelenin ve mücahedenin kucağına atacaktır. 1925 yılında cereyan eden Şeyh Said hareketini müteakip onun da bu harekete katılabileceği ihtimali genç cumhuriyetin yöneticilerini ürkütmüş olacak ki, tehcir ve sürgün kurbanları arasına onu da katarlar. Dondurucu bir şubat soğuğunda Van’da inzivaya çekildiği Erek Dağındaki mağarasından alınarak önce Burdur sonra Isparta ve Barla’ya sürgüne gönderilir. Artık sürgünler, hapishaneler ve mahkemeler birbirini izler. Vefat tarihi olan 1960 yılına kadar bir daha doğup büyüdüğü ve hasretini çektiği topraklara geri dönemeyecektir. Bu dönemde Said Nursî kovanına geri dönmüş bir arı gibidir. Günlük politika hesaplarından öte kendini geleceğe ait hayatî meselelere adamıştır. Çalışmalarını uzun vadeli fakat sağlam temellere oturtmuştur. Ruhî ve kalbî bir tefekkürü ve bunun neticesi olarak manevî bir irşad vazifesini üstlenmiştir. Bu çerçevede Risale-i Nur’ları yazmaya başlar. İsabet eder. Çünkü Birinci Dünya Savaşı sonrasında parçalanan islam çoğrafyasında açıkça görülen bir inanç bunalımı söz konusudur. Dolayısıyla çağın bunalan insanını yeni bir ruhla diriltmenin zarureti ortadadır.

İşte Bediüzzaman Said Nursî de kendi selefleri gibi ümmetin hayatında tecdid misyonunu üstlenerek bu nurlu ve aydınlık yolu göstermeye çalışmıştır. Hadiste rivayet edildiği gibi, “Şüphesiz ki ALLAH her yüzyılın başında bu ümmetin dinini tecdid edecek olan bir müceddit gönderir.” Nübüvvet kapsının kapanmasından sonra teceddüd hareketi her asrın ihtiyaçlarını ve koşullarını gözönünde tutarak dinin yenilenmesi anlamında veraset-i nübüvvet makamını deruhte etmiştir. Dolayısıyla, Said Nursî de tarihi süreç içerisinde bu geleneğin bir devamıdır. İslam tefekkür tarihinin altın zincirinde çağdaş halkayı teşkil eden Bediüzzaman, bu çağın, hayatı süratle kayıp giden evladı için Kur’an ve Sünnetten en kısa ve en selametli bir yolu ve metodu çıkarmıştır.

Bu yol, herşeyin hercümerc olduğu bu zamanda, en kısa ve en selametli bir metotla bidat rüzgarlarına ve dalalet hücumlarına karşı çabuk sönmeye maruz kalan taklidi imanı, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak ve küfrün hiçbir saldırısı karşısında sarsılmayacak olan tahkiki imana çevirme yoludur. Böylece Kur’an ve Sünnetin ulvi semasından tereşşuh eden bu nur damlaları günümüz müslümanlarının manevi yaralarına şifalı birer merhem ve iksirli birer tılsım olmaktadır.

ÇOK DAHA AYRINTILI BİLGİ İÇİN BURAYA TIKLAYIN.......
 
Son düzenleme moderatör tarafından:
Said Nursi - Said Nursi Kimdir ? - Said Nursi Hakkında

Said Nursi

1876 yılında Bitlis’in Nurs köyünde doğdu.Geleneksel dini eğitim gördü.1908’de II.Meşrutiyet’in ilanından hemen önce İstanbul’a geldiBaşlangıçta Jön Türklerle iyi geçindi, ama daha sonra İttihad-ı Muhammedi’nin kurucuları arasında yer aldı.1909 tarihinden sonra hayatını Doğu Anadolu’da sürdürdü.1911’de İstanbul’a döndü.I.Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa’da çalıştı.19151917 arasında Ruslar tarafından savaş esiri olarak alındı.Savaştan sonra ülkeye döndü ve Cemiyet-i Müderrisin ve Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer aldı.Milli Mücadele hareketine katıldı, ama yanlış laik uygulamalardan dolayı 1923’te iktidardan desteğini çekti.1925 Bölücü ayaklanmasından sonra tutuklandı.Önce Isparta yakınlarında bir köye ardından Eskişehir (1935), Kastamonu (1936), Denizli (1943) ve Afyon Emirdağ’a (1945) sürüldü.1950’de DP iktidara gelince serbest bırakıldı.Risale-i Nur Külliyatı adı altında topladığı eserleri kaleme aldı.1960 yılında vefat etti.

HAKKINDA YAZILANLAR

1.Bediüzzaman
Hayatı - Yolu - Eseri
Nevzat Köseoğlu
Ötüken Neşriyat / Kültür Serisi

“Bu kitap, Osmanlı'nın son dönem aydınlarından birinin hayatını ve eserini anlatmaktadır. Said Nursi'de, diğer son dönem kahramanları gibi, Devlet-i Aliyye'yi ayakta tutabilmek için bütün varlığı ile uğraştı; ama, tarihin akışını değiştiremediler. Enver Paşa o neslin bayrak ismi idi ve Türkistan'ın bağımsızlığı yolunda şehit oldu. Diğer birçokları da Çanakkale'de, Sarıkamış'ta, Galiçya'da, Süveyş'te ve Sakarya'da Hak'a vardılar. Onlar, inandıklarına tam inanıyor, bütün varlıkları ile bağlanıyorlardı. En gerçekçileri Mustafa Kemal'di; bize Cumhuriyet'i bıraktı. O neslin gelecek nesiller için yarattığı en büyük örnek, bağlanışlarındaki yücelik ve derinliğini temellendirdiği ülkücülükleridir. Cumhuriyeti kuranlarla yolları ayrıldıktan sonra, bir başka yoldan, yine ülkücülüğün en erişilmez örneklerini verdi. Bu sefer, siyaset dahil, bütün dünyaya sırtını dönerek, "İslam'ın Kalesi ve Kahramanları" dediği Türk milletinin imanını kurtarmak işini üstlendi. Türk milleti ve Anadolu, dünyaya imanın aydınlığını yayan yeni bir merkez olacaktı... 1925'ten ölümüne kadar bütün ömrü, hapislerde ve sürgünlerde geçti; ama, hiç kimse onu eğip bükemedi; hizmetinden bir adım geri attıramadı. Bu kitabı, her türlü peşin hükümden uzak, güzeli güzel, iyiyi iyi olarak görmek üzere okuyun.”

2.Modern Asrın Kelam Alimi Bediüzzaman
Muhsin Abdulhamid
Nesil Yayınları

“Bu eserimde, Bediüzaman'ın fikri bunalımlarla dolu klasik ilm-i kelamdan nasıl yeni ilm-i kelama geçiş yaptığı üzerinde durdum. Materyalist medeniyeti ve onun sömürgeci esaslarını, İslam düşmanlarının Müslümanlar aleyhinde ki planlarını, İslamiyet ve Müslümanlar hakkındaki asılsız iftiralarını tarumar edip, iddialarını boşa çıkardığını, aynı zamanda Mülümanların müdafaası, kurtuluş ve muzafferiyetleri için bütün mücahede yollarını kullanarak ortaya koyduğu fikri mücadeleyi anlattım. Bu çalışmalardan sonra, ilmi ve fikri birikimiyle getirdiği İslami düşünce yapısına ait yenilikler, fikri altyapısı, terbiye üslubu gibi bir çok yönleriyle Bediüzzaman'ın ele alınmasının büyük bir ihtiyaç olduğunu açıkça hissettim. Bu alanda çalışanları Allah'ın muvaffak eylemesini diliyorum.”

3.Belgelerle Bediüzzaman'ın Kabir Olayı
Necmeddin Şahiner
Timaş Yayınları / Yazılamayan Yakın Tarih Dizisi

Tarih milyonlarca gönüle taht kurmuş bir güzel insanın, ebedi istirahatgah'ında uyurken, kabrinin parçalanarak, naa'şının çalınmasına şahit oluyordu. Bu mübarek zatın tam 111 gündür misafir olduğu kabri karanlık emelli kişilerce balyozlarla parçalanıyor ve naa'şı büyük bir gizlilik içinde bilinmez bir diyara kaçırılıyordu. Evet yüzyılımızın utanç perdelerinden biri
daha aralanıyor... Ve, artık inkarı mümkün olmayan bu insanlık dışı olay, faillerini tarihe karşı sorumlu olmaya çağırıyor!..

4.Beyaz Gölgeler
A.Rahmi Erdem
Timaş Yayınları / Hatıra Dizisi

Bu kitapta; maddi mahrumiyet senelerinde, manevi varlığın sırrına ve zevkine erişmiş, meçhul asker hükmündeki bahadır insanların fazilet ve şerefle dolu ibretli hayat sahnelerini bulacaksınız.Bu kitapta, yeniden yetişmiş bir Alp Erenler kuşağıyla tanışacaksınız. O esaret sıkıntısı altında, Anadolu insanına sırrını bulacaksınız.

Bu kitapta, Hz. Bediüzzaman'ın köylüsüyle, askeriyle, subayıyla, polisiyle her kesimi kucaklayan ve bağrına basan, selamını almayan ve arkasını dönenlere bile selamını yenileyen İslami şefkat ve asaletini göreceksiniz.Bu kitapta, tarihi şeref ve fazilet mücadelesinde maziye mührünü vuran namsız ve nişansız kahramanların hayat hikayelerinden çarpıcı dersler çıkaracaksınız. Hülasa, bu kitapta kaybettiklerimizle tekrar kucaklaşmanın saadet ve sevincini yaşayacaksınız.
 
cicozz Çocukluk cicozlarda saklı
Bediüzzaman Said Nursi - Said Nursi Kimdir ? Said Nursi Hakkında

Bediüzzaman Said Nursî (Said Kürdî, -ibni Mirza), 20. yüzyılda yaşamış İslam alimi. 1876 yılında Bitlis’in Nurs köyünde doğdu. Babasının adı Mirza, annesinin Nuriyedir.
1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanından hemen önce İstanbul’a geldi. İslamcı bir siyasi parti olan İttihad-ı Muhammedi Fırkası'na katıldı. 31 Mart Vakası'ndan sonra partinin diğer yöneticileriyle birlikte tutuklanarak yargılandı, ancak suçsuz bulunarak serbest bırakıldı ve İstanbul'u terk etti. 1909'dan itibaren hayatını Doğu Anadolu’da sürdürdü. 1911’de İstanbul’a döndü. I. Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa’da çalıştı. 1915-1917Darül Hikmetül İslamiye de görev aldı. 1925 Şeyh Said isyanından sonra tutuklandı. Sonra serbest bırakıldı. Cumhuriyete ve çağdaş rejime karşı olduğu iddiasıyla; önce IspartaBarla adında bir köye sürüldü. Burada kendisine en yakın olarak Ahmed Hüsrev Efendi adlı talebesini görmüş, hatta birkaç yerde onun kendisin yerine geçecek yegane varisi olduğunu da açık bir şekilde beyan etmiştir. Isparta'nın ardından Eskişehir (1935), Kastamonu (1936), Denizli (1943) ve Afyon Emirdağ’a (1945) sürüldü. 1950’de Demokrat Parti iktidarınca serbest bırakıldı. Risale-i Nur Külliyatı adı altında topladığı eserleri kaleme aldı. 23 Mart 1960 yılında vefat etti. arasında Ruslar tarafından savaş esiri alındı. Savaştan sonra ülkeye döndü, yakınlarında
Mezarını askerlerin bilinmeyen bir yere götürdükleri veya denize attıkları söylenmesine rağmen müritleri onu Isparta'da bir dağ yamacına defnetmişlerdir.

Fikirleri ve Yaptıkları

Said Nursî bir eserinde kendi hayat tarzını şöyle özetlemiştir: "Kur'ân-ı HakîmAllah'ı ve İslamiyet'ı tanımak ve O'na iman ve ibadet etmek için yaratılmıştır. İlim, meşruiyet, hürriyet, dürüstlük, ümit, çalışmak, sebat gibi faziletler ise, İslam çerçevesi içinde insanın hayatına anlam veren değerlerdir. Ona göre bunlar hem dünya, hem de âhiret saadeti açısından insanın olmazsa olmaz gerçekleridir. Bu sebeple 6000 sayfayı aşan eserlerini din, iman ve fazilet üzerinde yoğunlaştırmıştır. Said Nursî, inançsız insanlara ve din dışı fikirlere özellikle dikkat çekmiş ve talebelerine ve insanlara bunlardan uzak durması ve mücadele etmesi hakkında devamlı telkinlerde bulunmuş ve yönlendirmiştir. mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır, her bir âdabda rehberimizdir." Bu bakış açısına göre göre insan,
Hayatının ilk dönemlerinde Bitlis ve Van yörelerinde yaşamış olmasına rağmen, Osmanlı yönetimini ve dünyayı yakından takip etmiştir. Eğitimin yeterince dine ağırlık vermediği konusundaki düşüncelerini Sultan Abdülhamid'e arz etmek üzere İstanbul'a gelmiş, fakat ciddiye alımadığından geri gönderilmiş, aynı teklifi daha sonra Sultan Reşad'a götürmüş, Doğu Anadolu'da Medresetü'z-Zehra adında bir dini medrese kurmak için hazineden ödenek ayrılmasını önermiş ancak medrese kurulmadan ülke Atatürk'ün önderliğinde Milli Mücadele ortamına girmiştir. "İstibdâdın her nevine karşıyım. Onu nerede görürsem tokadımı vururum. Bence istibdâdın en kötüsü ilme yapılan istibdattır. Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam. İman ne kadar gelişirse hürriyet de o kadar parlar. İşte asr-ı saadet!" sözleriyle dini ve milli hürriyete olan büyük sevdasını ifade etmiştir.Birinci Dünya Savaşında esir düşerek iki buçuk yıl Rusya'da esaret hayatı yaşamıştır. Daha sonra İstanbul'un işgalinde işgalci güçlere karşı mücadele ederek ilim adamlarını ve halkı uyarmıştır. İstanbul âlimlerinin Kuva-yı Milliye ve Kurtuluş Savaşı aleyhinde verdiği fetvayı, "İşgal altındaki bir yerde bulunan sorumluların verdiği fetva irade özgürlüğü bulunmadığı için mualleldir (sakat ve tutarsızdır)" gerekçesiyle karşı çıkmıştır.
1922 yılının sonunda Ankara'ya gelmiş ve daha sonra mebuslara hitaben bir bildiri yayınlayarak yeni Türkiye'nin şekillenmesinde dini dinamiklerin ihmal edilmemesi gerektiğini ifade etmiştir. Hayatını üç döneme ayırmıştır: Doğumundan Risale-i Nur'u telif etmeye başlama tarihi olan 1926 yılına kadarki hayatını Eski Said, bu tarihten 1950'ye kadar olan kısmını Yeni Said, 1950'den sonraki hayatını da Üçüncü Said diye adlandırmıştır. Bu ayrımları fikri bir değişiklik değil metod değişikliği olarak tanımlamıştır.


Kronoloji

1878 – Bitlis’in Hizan İlçesine bağlı İsparit Nahiyesinin Nurs Köyünde dünyaya geldi.
1888 – Medrese eğitimini tamamladı.
1894 – Van’a giderek orada coğrafya, matematik, jeoloji, fizik ve kimya gibi müsbet ilimleri öğrenmeye başladı. Kendisine Bediüzzaman lâkabı verildi.
1907 – Eğitimle ilgili islam ve bilimi eksen alan projelerini padişaha sunmak üzere İstanbul’a geldi. Van'da kurmayı planladığı Medesetül Zehra padişah tarafından kabul gördü ve ödenek ayrıldı.
1909 - İttihad-ı Muhammedi Fırkası (Fırka-i Muhammediye)kuruluşunda kurucu üye olarak yer aldı.
1909 – 31 Mart Olayı sebebiyle Divan-ı Harp Mahkemesinde yargılandı.
1911 – Şam Emeviye Camii'nde büyük bir hutbe okudu. Bu hutbe daha sonra Hutbe-i Şamiye adıyla kitaplaştırıldı. Münâzarat ve Muhakemât gibi eserlerini telif etti.
1915 – Birinci Dünya Savaşı'na katıldı.
1916 – Bitlis savunması esnasında yaralanarak Ruslara esir düştü.
1918 – İki buçuk yıl süren esaretten, bir Rus askerin yardımıyla firar etti. İstanbul’a geldi. Devrin tek İslâm Akademisi olan “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye”ye üye oldu.
1919 - 19 Ocak 1919’da Mustafa Sabri, İskilipli Mehmet Atıf Hoca, Ermenekli Saffet efendi gibi din ve eğitimcilerle birlikte Müderrisler Cemiyetinin kuruluşuna üye olarak katıldı.
1919 – Mesnevî-i Nuriye adlı eserini yazmaya başladı.
1920 – İstanbul’un İngilizler tarafından işgali üzerine Hutuvât-ı Sitte adlı bir eser yayınladı. Bu eser yüzünden işgal kuvvetleri tarafından gıyabında ölüm cezasına mahkûm edildi.
1922 – Zaferden sonra Mustafa Kemal Atatürk tarafından Ankara’ya TBMM’ye dâvet edildi. Burada mebuslara hitaben bir beyannamede dinden uzaklasmaya karşı çıktı.
1923 – Ankara'yı terkederek talebe yetiştirerek münzevi bir yaşam sürmek üzere Van'a yerleşti. Öğrencilerine ders vermeye başladı. Erek Dağı’nda iki senesini geçirdi.
1925 – Şeyh Said İsyanı'ndan sonra Burdur’a sürüldü ve Burada Nur’un İlk Kapısı isimli eserini yazdı.
1926 – Barla’ya sürüldü. Burada Risale-i Nur’u telife başladı. Sözler ve Mektubat’ın tamamı, Lemalar’ın da büyük bölümünü burada yazdı.
1934 – Barla’dan Isparta’ya sürüldü.
1935 – “Gizli cemiyet kurmak, rejimin temel düzenini yıkmak” iddiasıyla Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde aleyhinde dâvâ açıldı ve mahkeme neticesinde Tesettür Risalesi’nden dolayı 11 ay hapse mahkûm edildi. 120 öğrencisiyle birlikte Eskişehir Hapishanesinde tutuklu kaldı ve orada tecrid altında tutuldu.
1936 – Hapis cezasının bitiminden sonra 7 yıllığına Kastamonu’ya sürüldü.
1943 – 126 talebesiyle birlikte tekrar "rejimin temel düzenini yıkmak" suçundan tutuklanarak Denizli Hapishanesine sevk edildi. 9 ay tutuklu kaldı.
1944 – 9 aydan sonra Emirdağ’a götürüldü ve burada zorunlu ikâmete mahkum edildi.
1948 – Aynı suçlamalarla tekrar tutuklanarak 54 talebesiyle birlikte AfyonEmirdağ’a götürüldü. Hapishanesine sevk edildi. Yaklaşık 20 ay hapiste kaldı. Buradan tekrar
1952 – Gençlik Rehberi eseri hakkında açılan dava münasebetiyle İstanbul’a geldi ve bu davadan beraat etti.
1953 – Emirdağ’a döndü. İkinci defa İstanbul’a geldi ve üç buçuk ay burada kaldı. Bundan sonraki hayatı genellikle Emirdağ ve Isparta’da geçti.
23 Mart 1960 – Şanlıurfa’da vefat etti.(Şu an mezarının nerede olduğu tam olarak bilinmemektedir.)
 
Son düzenleme moderatör tarafından:
cicozz Çocukluk cicozlarda saklı
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ KİMDİR?
Bediüzzaman Said Nursî, yüzyılımızın yetiştirdiği önde gelen İslâm mütefekkirlerinden biridir. 1876'da Bitlis'in Hizan kazâsına bağlı İsparit nâhiyesinin Nurs köyünde dünyaya gelmiş, 23 Mart 1960'da Şanlıurfa'da Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Keskin zekâsı, hârikulâde hâfızası ve üstün kâbiliyetleriyle çok küçük yaşlardan itibâren dikkatleri üzerinde toplayan Said Nursî, normal şartlar altında yıllar süren klasik medrese eğitimini üç ay gibi kısa bir zamanda tamamlamıştır.Gençlik yıllarını alabildiğine haraketli bir tahsil hayatı ile değerlendirmiş; ilimdeki üstünlüğünü, devrinin ulemâsıyla çeşitli zeminlerde yaptığı münâzaralarda fiilen ispatlamıştır. Bu meziyetleriyle ilim çevresine kendisini kabul ettirerek, "Bediüzzaman" , yani "çağın eşsiz güzelliği" lâkabı ile anılmaya başlamıştır.

Said Nursî medrese eğitimiyle dini ilimlerde kazandığı ihtisası, çeşitli fenlerde yaptığı tetkiklerle tamamlamış; bu arada devrinin gazetelerini takip ederek ülkedeki ve dünyadaki gelişmelerle ilgilenmiştir. Diğer taraftan, doğup büyüdüğü şark topraklarının sıkıntı ve problemlerini bizzat yaşayarak gören Said Nursî, en zarurî ihtiyacın eğitim olduğu kanaatine varmış; bunun için de şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulmasını temin için yardım istemek maksadıyla 1907'de İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'da da ilim dünyasına kendisini kısa sürede kabul ettiren Bediüzzaman, çeşitli gazetelerde yazdığı makalelerle, o günlerde Osmanlıyı ve İstanbul'u çalkalayan hürriyet ve meşrûtiyet tartışmalarına katılmış; meşrûtiyete İslam nâmına sahip çıkmıştır. 1909'da patlak veren 31 Mart Olayında yatıştırıcı bir rol oynamış; buna rağmen, haksız ithamlarla Sıkıyönetim Mahkemesine çıkarılmış, ancak beraat etmiştir. Bu hadiseden sonra İstanbul'dan ayrılarak şarka geri dönmüştür.
Birinci Dünya Savaşının patlak verdiği günlerde Van'da bulunan Bediüzzaman, talebeleriyle birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek cepheye koşmuştur. Vatan müdâfaasında çok büyük hizmeti geçmiş; savaşta bir çok talebesi şehit olmuş; kendisi de Bitlis müdâfaası sırasında yaralanarak esir düşmüştür. Yaklaşık üç yıl Rusya'da esâret hayatı yaşadıktan sonra Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla İstanbul'a dönmüştür.

İstanbul'da devlet ricalinin ve ilim çevrelerinin büyük teveccühüyle karşılanmış; Dârü'l-Hikmeti'l İslamiye âzâlığına tayin edilmiştir. Bu devrede, resmî vazifesinden aldığı maaşla kendi kitaplarını bastıran ve bunları parasız dağıtan Bediüzzaman, İstanbul'un işgâli sırasında neşrettiği Hutuvât-ı Sitte adlı broşürle büyük hizmet etmiş ve işgal kuvvetlerinin plânlarını bozmuştur. Kezâ, işgalcilerin baskısı altında verilen ve Anadolu'daki kuvâ-yı milliye hareketini "isyan" olarak vasıflandıran şeyhülislâm fetvasına karşı, mukabil bir fetva vererek millî kurtuluş hareketinin meşrûiyetini îlân etmiştir. Bu hizmetleri Anadolu'da kurulan Millet Meclisi'nin takdirini kazanmış ve Bediüzzaman bizzat Mustafa Kemal tarafından ısrarla Ankara'ya dâvet edilmiştir.

Bu mükerrer dâvetler neticesinde 1922 sonlarında Ankara'ya gelmiş ve Meclis'te resmî bir "hoşâmedî" merâsimiyle karşılanmıştır. Ankara'da kaldığı günlerde, yeni kurulan devlete hâkim olan kadronun dîne bakış tarzının menfî olduğunu görünce, on maddelik bir beyannâme hazırlayarak Meclis âzâlarına dağıtmıştır. Bu beyannâmede yeni inkılâbın mîmarlarını İslam şeâirine sahip çıkmaya çağırmış; akabinde Mustafa Kemal'le bir kaç görüşmesi olmuştur. Kendisine şark umumî vâizliği, milletvekilliği ve Diyanet âzâlığı teklif edilmiş; ancak Bediüzzaman bu teklifleri kabul etmeyerek Van'a dönmüştür.

O sıralarda çıkan Şeyh Said hâdisesiyle hiç bir ilgisi olmadığı, hattâ hâdise öncesinde kendisinden destek isteyen Şeyh Said'i bu niyetinden vazgeçirmeye çalıştığı halde, Bediüzzaman hâdise sonrasında, Van'da ikâmet ettiği uzlethanesinden alınarak Burdur'a, oradan da Isparta'nın Barla nâhiyesine götürülmüştür. Burada "mânevî cihad" hizmetini başlatmış, birbiri peşi sıra telif ettiği eserlerde îman esaslarını terennüm etmiştir. Bu eserler, îmanını tehlikede hisseden halkın büyük teveccüh ve rağbetine mazhar olmuş; elden ele dolaşarak hızla yayılmıştır. O devrede elle yazılarak çoğaltılan eserlerin toplam tirajı 600.000'i bulmuştur. Başlattığı hizmetin halka mal olması, devrin idârecilerini rahatsız ettiğinden 1935'te Eskişehir, 1943'de Afyon, 1952'de de İstanbul mahkemelerine çıkarılmıştır. Bunlardan netice alınamamış, ancak Bediüzzaman yine rahat bırakılmamış; Kastamonu'da, Emirdağ'da, Isparta'da sıkı tarassud ve takip altında yaşamaya mecbur bırakılmıştır.

Ömrünün son günlerine kadar keyfî muâmele ve eziyetlerden kurtulamayan Bediüzzaman, buna rağmen, îman hizmetini büyük bir kararlılıkla devam ettirmiş; o zor şartlar altında telif ettiği 6000 küsur sayfalık Risâle-i Nur Külliyatı'nı tamamlamaya ve yaymaya muvaffak olmuştur. Kur'ân'ı bu asrın idrâkine uygun ve ikna edici bir üslupla izah ve ispat eden ve vehbî olarak kaleme alınan bu eserler, onun çileli hayatını en güzel meyvesidir.
 
Son düzenleme moderatör tarafından:
cicozz Çocukluk cicozlarda saklı
- Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin 1876 yılında Bitlis’in Hizan İlçesi’nin - Nurs köyünde doğduğunu...
- Anne ve baba tarafından Peygamberimizin (S A V ) soyuna dayandığını…
- Annesinin adının Nuriye Hanım, Babasının adının Sofi Mirza Efendi olduğunu.
- Küçük yaştan itibaren ilim tahsiline başladığını….
- Dokuz yaşından sonra annesini hiç görmediğini…
- Küçüklüğünden beri haksızlığa tahammül edemediğini, kendisinin başarısını çekemeyen medrese arkadaşlarının O’na saldırmaları karşısında cesaretle karşı koyduğunu...
- 12 büyük tarikattan icazet aldığını…
- Zamanın en büyük alimi olduğunu…
- “Nur” isminin hayatında çok cihetlerle onunla alakadar olduğunu…
- Babası Sofi Mirzanın yabancı tarlalardan geçerken hayvanların ağzını o tarlaların mahsulünü yememeleri için bağladığını...
- Annesi Nuriye Hanımın O’nu abdestsiz emzirmediğini...
- Medresede bir gece Hocalarının (Abdurrahman-ı Taği) büyük talebelere, - Bediüzzaman’ın da içinde bulunduğu bir grubu göstererek “Bunlardan biri dini yeniden canlandıracak ama hangisi olduğunu bilmiyorum” dediğini...
- Çok küçük yaşlardan itibaren zekat,sadaka almadığını ve minnet altına girmediğini, hatta amcasının çorbasını içmediğini…
- Medrese kurallarına göre 15 senede ancak bitebilen kitapları 3 ayda - Doğubayazıt ilçesinde bir kış mevsiminde tahsil ettiğini ...
- 14 yaşında icazet alacak seviyeye geldiğini ve 16 yaşında “Bediüzzaman” ünvanını aldığını…
- Abisinin Molla Abdullah, onu 80 kitaptan imtihan ettiğini ve aldığı cevaplar karşısında kardeşi Molla Said’e talebe olduğunu...
- Cem-ul Cevami kitabını bir hafta içinde ezberlediğini…
- Günde 1-2 cüz Kur’an ezberleyebildiğini…
- Medrese hocasının kendisi için “Zeka ile hafızanın bir insanda bu kadar aşırı bir şekilde toplanması çok nadirdir” dediğini...
- Siirt alimleriyle yaptığı münazarada onların hepsini mağlup ettiğini ve sonra “Said-i Meşhur” yani Meşhur Said dendiğini...
- Siirtli Fethullah Efendi’nin kendisine “Bediüzzaman” ünvanını verdiğini…
- İstanbul’da 33 yaşında iken “zamanın en büyük alimi” ünvanını aldığını…
- Tillo kasabasında Kubbe-i Hassa’da kalırken yediği yemeğin taneciklerini yardımlaşmayı sevdikleri ve Cumhuriyetçi oldukları için karıncalara verdiğini...
- 15-16 yaşlarında iken gördüğü bir rüyada Abdulkadir-i Geylani’nin emri üzerine o yörenin en zalimi olan Mustafa Paşayı yaptığı haksızlıklardan vazgeçirmeye ve namaz kılmaya çağırdığını...
- Mardin’den kendisini götüren askerlere namaz vakti geldiğinde kelepçelerin çözülmesini istediğinde bu isteği kabul edilmeyince “Bismillah” deyip kelepçeleri çözdüğünü... Bunu nasıl yaptığını soranlara da “Bu namazın kerametidir” dediğini...
- 20 yaşlarındayken Bitlis valisi Ömer Paşanın konağında 2 sene kalan Bediüzzaman’ın Valinin 6 kızına bakmayacak kadar kuvvetli bir iffete sahip olduğunu...
- Bu sıralarda üstün dehasından dolayı “Bediüzzaman” yani Zamanın harikası lakabını aldığını...
- Bediüzzamanın ezberlediği 80-90 kitabı 3 ayda bir defa ezberden tekrar ettiğini...
- Devrin Padişahı Abdülhamit’e Doğuda üniversite açılması için teklif verdiğini...
- İngiliz Avam Kamarasında onların elindeki Kuran-ı alarak yenebiliriz denmesi üzerine “Kur’anın sönmez ve söndürülemez bir nur olduğunu ben Dünyaya göstereceğim ve isbat edeceğim” dediği bu sırada 23-24 yaşlarında olduğunu..
- 1907’de İstanbul’da kaldığı otelin kapısına “Burada her suale cevap verilir ama sual sorulmaz” yazdırdığını...
- Kendisini çekemeyenlerin Ona deli damgası vurmak için gönderdikleri doktorun “Eğer Bediüzzamanda zerre kadar delilik varsa,Dünyada akıllı insan yoktur” dediğini...
- Yahudilerin İstanbul temsilcisi Karosso ile görüştüğünü ve Karosso’nun konuşmayı yarıda keserek “Eğer yanında biraz daha kalırsam beni de müslüman edecekti” dediğini...
- Tiflis’te karşılaştığı Rus polisine o anda çok kötü durumda olan Müslümanların Dünyaya hakim olacağını söylediğini...
- 1915’li yıllarda Doğuda Ruslara karşı talebeleriyle savaştığını,Rusların Bediüzzaman ve talebelerini görünce “Keçe külahlılar geliyor” diye kaçıştıklarını...
- Birinci Dünya Savaşı’nda 4000-5000 kişilik milis kuvvetine kumandanlık yaptığını…
- İşarat-ül İ’caz tefsirini Birinci Dünya Savaşı yıllarında Avcı Hattında şiddetli kış mevsiminde, hiçbir kitaba müracaat etmeden yazdığını…
- En büyük idealinin doğuda bir medrese (Medreset-üz Zehra) kurmak olduğunu…
- Asrın müceddidi olduğunu…
- Rusya’da yaklaşık olarak 2 sene esir kaldığını…
- Rusya’da kumandana karşı ayağa kalkmadığını…
- Rusya’nın parçalanacağını 80 sene öncesinden haber verdiğini…
- Rusların Müslüman olacağını söylediğini…
- 21 defa zehirlendiğini…
- Defalarca su-i kast düzenlendiğini ve bunlardan harika olarak kurtulduğunu…
- İstanbul Kağıthane semtinde 2 arkadaşıyla yaptığı kayık gezintisinde çevrede yüzlerce bayan olmasına rağmen bir kez olsun bakmadığını ve sebebini soranlara “Lüzumsuz, geçici zevklerin akıbeti elemler, teessüfler olmasından, istemiyorum” dediğini...
- 1922 yılında Ankara’ya geldiğini ve Millet Meclisinin kendisini resmi tören ile karşıladığını...
- Ankara’da Mustafa Kemal ile görüştüğünü...
- Mecliste yaptığı konuşmadan sonra 60 milletvekilinin Namaza başladığını...
- Gençliğinde kaldığı İstanbul’da bir defa olsun kadına bakmadığını...
- Talebelerinin anlattığına göre her gece mutlaka Teheccüde kalktığını ve her gece 4-5 saat dua ettiğini...
- Türkçe’yi ömrünün yarısında öğrendiğini…
- Yaklaşık 40 sene ömrünün sonuna kadar Risale-i Nur’dan başka kitap okumadığını…
- Risale-i Nur Külliyatının üçte ikisinin Barla’da telif edildiğini…
- Çam Dağında aylarca yalnız kaldığını…
- Alem-i manada Peygamber Efendimiz (ASM)’den ders aldığını…
- 1926 yılında başlayan ve 25 sene süren çileli hayatın Risale-i Nuru telif etmesi ile bereketlendiğini...
- Risale-i Nur Külliyatının 23 senede telif edildiğini…
- Üstadımızın Barla’da ilk yazdığı Risale “Haşir Risalesi” denilen 10.Söz olduğunu... İçinde üç yüz kadar mucizenin ve pek çok ismin geçtiği - Peygamberimizin (ASM) mucizelerini anlatan 19.Mektub’u telif ederken Üstadımızın yanında hiçbir kitap olmadığını ve bu özelliğin tüm Risaleler yazılırken de geçerli olduğunu...
- Eskişehir, Denizli ve Afyon mahkemelerinde “idam” için yargılandığını…
- Risaleleri en hastalıklı ve en sıkıntılı zamanlarında yazdığını…
- Risalelerin ekseriyetle namaz tesbihatı esnasında yazıldığını…
- Cinlerden de talebesi olduğunu…
- Zamanın Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın sarığını çıkarması ve şapka takmasını istemesi üzerine eliyle boynunu göstererek “Bu sarık bu başla beraber çıkar” dediğini...
ve daha sonra bu valinin başına ateş ederek intihar ettiğini…
- Üstadımızın hapishanede kaldığı zaman beraberinde en azılı katillerin ve canilerin bile namaza başladıklarını...
- Kendisini defalarca hapseden ve defalarca zehirleyip eza ve cefa veren insanlara hakkını helal edecek kadar alicenap olduğunu...
- Günde pek az uyuduğunu ve gece ibadet ettiğini...
- Üstad Hazretlerinin “Evlatlarım, Risale-i Nur dinsizlerin, komünistlerin, masonların belini kırmıştır” dediğini…

- ”Risale-i Nur daima galiptir. Katiyyen merak etmeyiniz. Yeter ki siz Risale-i Nur’a sadık kalın” dediğini...

- Bir gün Üstadımız Barla’dan geçerken “Bu zamanda neye ihtiyaç varsa Risale-i Nurda mutlaka ona cevap bulacaktır” dediğini...
- Risale-i Nur’un zamanın en mükemmel tefsiri olduğunu…
- Risale-i Nur Külliyatı’nı bizzat kendisinin tashih ettiğini…
- Nur üstadımızın “Biz Risale-i Nur okuyarak iman tazeliyoruz” dediğini…
- Risale-i Nur’un İsm-i Azam’ın tecellisine mazhar olduğunu…
- Üstad Hazretlerinin Emirdağına 3 km kalsa bile namaz vakti gelince arabayı durdurup hemen evvel vaktinde namazı eda ettiğini....
- Temizliğe azami dikkat ettiğini…
- Abdestsiz dolaşmadığını…
- Geceleri evrad ve Kur’an okuyup, gündüzleri Risale-i Nur ile meşgul olduğunu…
- Üstada Hazretlerinin “Risale-i Nuru evrad makamında okuyabilirsiniz” dediğini...
- Üstad Hazretlerinin “İhtiyaç duyduğumda 200 bazen 400 ayet-i kerime imdadıma geliyor” dediğini...
- İki rekat teheccüd ve dua namazlarını kar-kış demeden asla terk etmediğini...
- Nurlu üstadımızın “İslamın tek bir hakikatı için binler başım olsa fedaya hazırım” dediğini...
- 23 Mart 1960 Çarşamba günü,İslam Dünyasında bin ayda daha hayırlı olan Kadir gecesinden bir önceki gece, Bediüzzamanın Urfa’da İpek Palas Oteli’nde Rahmeti Rahmana kavuştuğunu...
 
Son düzenleme moderatör tarafından:
cicozz Çocukluk cicozlarda saklı
Bediüzzaman’ın mezarını gizlice taşıyan askerler yıllar sonra konuştu.

Kefeni de bedeni de çürümeyen cenazenin taşınmasını kimlerin neden istediğine dair, ilginç iddialar var.

1960’ın 12 Temmuz’u… Vakit, gece yarısına yaklaşıyor. Urfa’daki Halil İbrahim Dergâhı’ndan balyoz sesleri yükseliyor. Etrafı askerlerle çevrili türbede, 111 gün evvel vefat eden Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri yatıyor. İhtilal komitesi üstadın mezarını taşıma kararı almış. Ancak balyozları tutan askerler mermeri bir türlü kıramıyor. Nihayetinde komutan sesleniyor: “Mezarı kim kırarsa 30 gün izin.” Pehlivan lakaplı Yusuf öne çıkıyor: “Ben kırarım.” Orada kimin yattığından ne onun ne de diğer askerlerin haberi var. Verilen emir gereği Pehlivan Yusuf olanca gücüyle balyozu sallıyor. Önce mermer kırılıyor, sonra toprak kazılıyor. Said Nursi’nin naaşı bozulmamış kefeniyle kabirden çıkarılıyor.

Bediüzzaman Said Nursi’nin 84 yıllık hayatı sıkıntılarla geçti. Mahkeme mahkeme, şehir şehir dolaştırılıp durdu. Birçok işkenceye maruz kaldı. Kadir Gecesi’ne denk gelen 23 Mart 1960 tarihinde İpek Palas Oteli’nde vefat etti. Ardından on binlerin duası eşliğinde Hz. İbrahim Makamı’na defnedildi. Vefatından üç gün önce Isparta yolunda talebelerine “Bunlar beni anlamadı.” dedi. Bu sözleri adeta vefatından iki ay sonra gerçekleşecek olan 27 Mayıs 1960 ihtilalinin habercisiydi. İhtilal olmuş ve Adnan Menderes’i idam sehpasına götüren süreç başlamıştı. İhtilali yapanlar Bediüzzaman’ı vefatından sonra da rahat bırakmadı. Yeni iktidar mezarın taşınmasına karar verdi. Urfa’dan naaş önce uçakla Afyon’a, oradan da Isparta’ya götürüldü. Askerler Bediüzzaman Hazretleri’ni taşımakla görevlendirildi. Bu sürece şahitlik eden erlerden biri Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesinde, diğeri Gaziantep’in Nizip ilçesinde, bir diğeri ise İstanbul’da yaşıyor. Pehlivan Yusuf ise üç buçuk ay kadar önce vefat etmiş. Said Nursi’nin naaşını taşıyan uçaktaki muhabere subayı ise Bursa’da ikâmet ediyor.

KEFENİ HİÇ ÇÜRÜMEMİŞ

12 Temmuz gecesi türbeyi 100 civarında asker kuşatır. İçeriye kimse alınmazken bekçilerin de dışarı çıkmasına izin verilmez. Onu ziyarete gelenler birer avuç toprağı hatıra olarak yanlarında götürmeye başlayınca Adana’dan getirilen mermerlerle mezarın üstü kapatılır. Gece yarısı kabri taşımak için gelen askerler balyoz darbelerine rağmen bu mermerleri kıramaz. Yusuf Hayal (1 Aralık 2005’te vefat etti) “Ben kırarım.” diyerek başlar vurmaya. Dişleriyle 50 kilogramlık çuvalları taşıyan, tek başına bir arabayı 10 dakika boyunca kaldırarak hareket etmesine izin vermeyen Yusuf Hayal, balyozu her indirişinde mermerden de parçalar ayrılır. Mezarın üstündeki toprağı kürekle dışarı atar. Ve kefene sarılı beden ortaya çıkar.

Yusuf Hayal’in kendine anlattıklarını aktaran eşi Emine Hayal, “İçini açmamışlar ama kefen hiç çürümemiş. Aynen bugün konulmuş gibi. Sık sık anlatırdı bize Yusuf. Kendi elleriyle naaşı çıkartmış. Adanalı bir arkadaşı galiba ona yardım etmiş.” diyor. Bu sahnelere şahitlik edenlerden biri de Elbistanlı Tahir Aktaş’tır: “Türbenin etrafı abluka altına alınmıştı. Askerden başka hiç kimse yoktu. Biz kabre 5-6 metre mesafedeydik. Gördüğüm kadarıyla cenaze sanki bugün defnedilmiş gibiydi. Bakıştık birbirimizle. Merak ediyoruz kim çıkıyor diye. Mübarek adamın ismini hiç işitmemiştik. Ama cenazenin çürümemiş olmasından dolayı tüylerimiz diken diken oldu.”

Askere gitmeden önce köylerinde ceset çıkardıklarını, köylünün kokuya dayanamayarak oradan kaçtığını anlatan Aktaş, “Ama bu mübarek insan çıktığında yeni konulmuş gibiydi. 3 ay 21 gün önce vefat ettiği düşünülünce çürümüş olması lazımdı. Ancak kefende bedeni aynen duruyordu.” diyor.

Yusuf Hayal’in anlattıklarını, asker arkadaşı Şenol Başaslan ise şöyle aktarıyor: “Gümüşhaneli Yusuf’a mezarın yerini göster, oradan nasıl çıkarttın diye sordum. Beni götürdü. Mezarın yerini bir iki gün sonra gösterdi. O zaman anlattıklarına inandım. Askerdim, cahildim ama Bediüzzaman Hazretleri’ni seviyordum. Bana ‘Hiç leke yok. Aynen bugün konmuş gibi’ demişti. Kefen toprağa girdikten hemen sonra çürür. Ama o üç aydan fazla kalmış. Mübareğin kefeni çürümemiş.” Başaslan, kırılan mermer parçalarını da alaydaki yemekhane kapısının ardında gördüğünü kaydediyor. Daha sonra nereye götürüldüğüne dair bilgisi ise yok. Yusuf Hayal’in mermeri kırmasından ötürü hak ettiği izni 30 günden 45’e çıkartılır. Bir ay kadar önce çıktığı Gümüşhane’nin Demirören köyüne yeniden döner.

TABUT, C-47 UÇAĞINA SIĞMADI

Halilürrahman Dergâhı’nda (Hz. İbrahim Makamı) bir saat içinde yaşanır tüm bunlar. Tabut bir arabaya yerleştirilip Şanlıurfa Alay Komutanlığı’na nakledilir. Askerî konvoy nizamiye kapısında durdurulurken sadece Bediüzzaman’ın naaşının olduğu arabanın girmesine izin verilir. Küçük havaalanında Diyarbakır’dan gelen C-47 nakliye uçağı beklemektedir. Uçaktaki dört kişiden pilot Ahmet Kırlay, muhabereci Kadri Özkartal ve diğer ekip gece yarısı apar topar kaldırılıp Urfa’ya yönlendirilir. Kadri Bey’in eşi Hikmet Özkartal taşınan kişinin Bediüzzaman olduğunu daha sonra öğrendiklerini söylüyor. “Biz şehit var sanmıştık. Ama Bediüzzaman Hazretleri olduğunu öğrenince tüylerimiz diken diken oldu.”

Tabut, bu uçağa sığmaz. Naaş, daha küçük bir tabuta yerleştirilir. Yusuf Hayal ve arkadaşlarına ikinci bir emir verilir: “Büyük tabutu şehrin dışında bir yerde yakın.” Benzinle yakılmaya çalışılır, ancak tabut bir türlü alev almaz. Askerlerin bu şaşkınlığını Yusuf Hayal’in eşi Emine Hanım şöyle anlatıyor: “Benzini dökmüşler ama yakamamışlar. Vilayetin dışında bir yere götürmüşler. Tabutuna kaç teneke benzin döktük ama yakamadık derdi. Sonra tabutu oraya gömüyorlar. Bunları üzülerek anlatırdı. O mübareği nereye götürdüler hiç bilemiyordu.”

Gece yarısı Afyon Havaalanı’na inen uçağı vali ve yaklaşık 15 asker karşılar. Buradaki askerlerden biri de Nizipli Ahmet Çam’dır. Isparta’nın merkezindeki 58’inci Tümen Karargâh Bölüğü’nde nizamiye nöbetçisidir. “Biraz atıcı, vurucu olduğumuz için bizi alıp götürdüler. Muhafız olarak gittik, muhafız olarak geldik.” diyen Çam, subayların havaalanında kendilerine katıldığını aktarıyor. Bir ambulansa yerleştirilir Bediüzzaman’ın naaşı. Peşine de 3-4 tane askerî araç takılır. Araçlar dağların arasından süzülüp sessizce yol alır. “Nereden gittiğimizi bilmiyoruz. Dağların tepesiydi. Araba önümüzde gitti, arkadan askerî arabayla gittik. Anayollardan gitmedik, dağ yollarıydı. Karanlıktı.”

3-4 saatlik yolun sonunda gece yarısını geçerken Isparta’da meçhul bir yere gelinir. Yaklaşık 10 metre ötesinde defnedilen kişinin kimliğini dahi bilmeyen Ahmet Çam’ın görevi Bediüzzaman’ı defneden askerlerin tüfeklerini beklemektir. Sabaha karşı defin tamamlanır, ancak Çam, sadece uzaktan seyreder. Defnin ardından bir yüzbaşı erlere “Hiç kimseye söylemeyeceksiniz. Sizi asarlar.” der. Bunun üzerine kimse ne geldikleri yeri, ne de defin işlemini o günlerde başkasına anlatır. Ahmet Çam, defnettikleri kişinin kimliğini günler sonra gazetelerden öğrenir.

Tahir Aktaş, Urfa-Suruç’taki birliğine döndükten sonra ilçenin yaşlıları ile konuşarak gece yarısı gizlice kimi çıkarttıklarını öğrenir. Bediüzzaman Hazretleri hakkında bilgi aldığı kişilerden biri Bostancı köyünün şeyhidir. “Şeyh efendi hadiseyi anlatır ve ağlardı. O kadar duygulanırdı. Ondan bilgi edinmeye çalışırdım yasak olduğu zamanlarda.”

Eski adı Höyüklü yeni adı Ecek olan köyde vekâleten karakol komutanlığını yürüten Tahir Aktaş’ın eline Said-i Nursi’nin toplanma emri verilen eserleri ulaşır: “Şehir merkezi ile pek alakamız yoktu. Köyleri dolaşırken ortaya çıkıyordu eserler. Okumayı bilen köylülerde bulunurdu genelde. Karakol komutan vekilliği yaptığım zamanlarda sık sık geçerdi elime. Said Nursi’nin eserlerinin toplanması emredilirdi yukardan. Ama ben aldığım insanlara geri verirdim. Eserler belli ki bir âlimin yazısıydı. Benim Arapça okumuşluğum vardı. Tehlikeli olmadığı belliydi. Dinî konulardan bahsediyordu. El koymanın bir anlamı yoktu.”

26 Ekim 1959 tarihinde Van’ın Erciş ilçesinde askerliğine başlayan Tahir Aktaş, altı aylık eğitimin ardından Şanlıurfa’nın Suruç ilçesine jandarma olarak gelir. 30 aylık askerliğin ardından memleketine dönerek lokanta açar. Mermeri kıran Yusuf Hayal Van-Erciş’teki okuldan arkadaşıdır. Ancak Hayal’in birliği Şanlıurfa vilayetinin karşısında yer alan, yaklaşık 30 kişiden oluşan toplu birliktir. 72 yaşında vefat eden Yusuf Hayal 1961’de askerlik görevinin sona ermesinden üç yıl sonra Almanya’ya işçi olarak gider. 24 sene kaldığı Duisburg’da demir döküm fabrikasında çalışır. Eşi Emine Hanım’ı dönmesine 5 yıl kala yanına alır. Her altı ayda bir eşini ziyarete gelir. 1988’de İstanbul’a kesin dönüş yapan Pehlivan Yusuf, askerlikteki anılarını eşi Emine Hanım’a ve ikisi kız biri erkek üç çocuğuna anlatır. Emine Hayal, “Bediüzzaman Hazretleri’ni merak ederdi. Kitabı vardı onda, biri aldı götürdü. Nasıl aldı kabirden, nasıl çıkarttı onu anlatırdı. Severdi Bediüzzaman Hazretleri’ni.” diyor.

“BENİM KABRİM BİLİNMEYECEK”

67 yaşındaki Ahmet Çam ise Gaziantep’in Nizip ilçesine bağlı Yeniyazma köyünde ikamet ediyor. Isparta’daki askerliği bir kenara konulacak olursa yaşamı köyünün dışına taşmamış. Bediüzzaman’ın mezarı ile uğraşılmasına şaşırıyor: “Bir adamın cenazesinden asker niye korkmuş ki? Niçin nakletmiş acaba? Şaşırıyor insan. Bir adamdan niye korksun devlet.” diyen Ahmet Çam’ın iki yıl süren askerliğinin başladığı tarih de Üstad’ın vefatından tam bir yıl öncesine denk geliyor: 23 Mart 1959. Mart 1961’de de köyüne dönüyor. 68 yaşındaki Şenol Başaslan ise askerliğin ardından 1963 yılında yerleştiği İstanbul’da Denizcilik İşletmeleri’nde manevracı olarak çalışmış. Kadri Özkartal ise Bursa’da yaşıyor. Kendisi konuşmayı arzu etmese de eşi onun yaşadıkları hakkında kısa bilgiler veriyor.

Bediüzzaman Hazretleri vefatından üç gün önce Isparta’dan talebeleri Bayram Yüksel, Hüsnü Bayram ve Zübeyir Gündüzalp ile gizlice Urfa’ya geldi. Hükümet temsilcilerinin “Bir an önce ayrıl” uyarılarına rağmen, “Ben buraya dönmeye değil kalmaya geldim.” diyerek vefatını haber veriyordu. 21 Mart’ta geldiği, herkese kapısını açan, sofrasına misafirsiz oturmayan Hz. İbrahim’in makamında gözlerini yumdu. Yaşadığı yıllarda mezarının Urfa’da kalmayacağına da işaret ediyordu: “Benim kabrim çoklar tarafından bilinmeyecek.”

BEDİÜZZAMAN’IN MEZARININ TAŞINMASINI İSTEYENLER MASONDU

Bediüzzaman Hazretleri’nin küçük kardeşi Abdülmecid Ünlükul, Konya’da oturuyordu. Temmuz 1960’ın ilk günlerinde Vali Bey’in kendisini beklediği haberi iletildi. Odaya girdiğinde üç generalle karşılaştı: Cemal Tural, Refik Tulga ve Mucip Ataklı.

Abisinin mezarını şark ahalisinden ziyarete gelenler arasında kaçaklar olduğu, nazik bir zaman geçirildiği söylenir. Bu yüzden İç Anadolu’da bir bölgeye nakledileceği söylenir. Israr etmemesi, buna mecbur olduğu, dilekçeyi imzalaması gerektiği ifade edilir. Ünlükul, “Bari mezarında rahat etsin.” feveranına rağmen istemeye istemeye dilekçeyi imzalar. Bu dilekçe Milli Birlik Komitesi’ne dönemin İçişleri Bakanı emekli General İhsan Kızıloğlu tarafından sunulur. Ancak komiteye talebin Abdülmecid Ünlükul tarafından geldiği, abisini ziyaret edemediğinden dolayı ikamet ettiği Konya’ya taşımak istediği aktarılır. Dilekçe metni de orada okunur. Hukuki bir sorun olmadığı da belirtilir.

Ünlükul’u dinlemeye gerek duymayan Milli Birlik Komitesi İçişleri Bakanı’na taşıma yetkisi verir. Komite üyesi Ahmet Er, kararın alındığı toplantıda bulunmadığını ancak Cemal Tural, Refik Tulga, Mucip Ataklı ve İhsan Kızıloğlu’nun mason olduğunu iddia ediyor:

“Kanaatimi söylüyorum. Bunlar yapabilirler. Bu isimler masondur. Komitenin içinde İslam’a karşı olanlar da vardı, olmayanlar da. Ama İslamiyet’in büyüklüğünün farkında olan hiç kimse yoktu. Dini bütün adam yoktu. Ezanın Türkçeleşmesi üzerine çok kavgalar ettik. İslamiyet havanın, suyun, ışığın girmediği yere kadar girmiş. İslamiyet hayatımızın bir parçası değil A’dan Z’ye kadar bir bütündür.”

Milli Birlik Komitesi üyelerinin kandırılmış olabileceğini değerlendiren Ahmet Er, “O bir cinayetti. Bu kadar büyük müçtehidi nasıl rahatsız edersiniz.” diyor. Abdülmecid Ünlükul, ağlaya ağlaya mezarın taşınmasına şahitlik eder. Hatta diğer şahitlerin aktardığı gibi abisinin kefeni bugün konulmuş gibidir ve kefeni açtığında tebessüm eden yüzünü görür.

CEMAL TURAL KARŞIMDA KALP KRİZİNDEN ÖLECEKTİ

Bediüzzaman Hazretleri ile ilgili çalışmalarıyla bilinen Necmeddin Şahiner, 1966 yılında Genelkurmay Başkanı olan Cemal Tural’a önce mektup yazar sonra da onu ziyaret eder. “Tural karşımda kalp krizinden ölecekti. Bir daha bana Said Nursi ile ilgili mektup göndermeyeceksin, beni aramayacaksın, kitap göndermeyeceksin dedi.” Taşınma olayının müsebbibi olarak ihtilalcileri gösteren Şahiner, Bediüzzaman’ın mezarının sadece birkaç talebesi tarafından bilinmesiyle ilgili “Bu olay Cenab-ı Hakkın, onun duasını zalimlerin eliyle kabul etmesidir.” diyor.
 
Son düzenleme moderatör tarafından:
cicozz Çocukluk cicozlarda saklı
İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)


Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve zinetleri Halıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlamızı bilmediğimiz takdirde Cennet de olsa Cehennemdir. Evet, öyle gördüm ve öyle zevk ettim. Bilhassa şefkatin ateşini söndürecek marifetullahtan başka bir şey var mıdır? Evet, marifetullah olduktan sonra dünya lezzetlerine iştah olmadığı gibi Cennete bile iştiyak geri kalır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

İnsan yaşayış vaziyetince bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir. Evet, hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor. Zaman da sel dolaplarını sür'atle çalıştırıyor. Arz sefinesi (dünya gemisi) de sür'atle giderken temerrü merre's-sehâb (bulutun geçmesi gibi geçiyor) âyetini okuyor. Sefine-i arz sür'atle yüzerken dünyanın gayr-ı meşru (helal olmayan) lezzetlerine uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağı düşünülsün. Binaenaleyh o zehirli dünya oklarına bakıp el uzatma.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

Allah'a abd ve hizmetkâr olana her şey hizmetkâr olur. Bu da her şey Allah'ın mülk ve malı olduğunu iman ve iz'anla olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

Bu küre-i arz (dünya) misafirhanesi, insanların mülk ve malı değildir. Ancak insanlar amele gibi o misafirhanenin çeşit çeşit işlerinde ve tezyinatında çalışırlar.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

Dünyada sana ait çok emirler var. Ama ne mahiyetinden ve ne âkibetlerinden haberin olmuyor. Biri cesettir. Evet, cesedin genç iken lâtif, zarif ve güzel gül çiçeğine benzerse de ihtiyarlığında kuru ve uyuşmuş kış çiçeğine benzer ve tahavvül eder.

Biri de hayat ve hayvanattır. Bunun da sonu ölüm ve zevaldir.

Biri de insaniyettir. Bu ise zeval ve beka arasında mütereddiddir. Dâim-i Bakînin zikri ile muhafazası lâzımdır.

Biri de ömür ve yaşayıştır. Bunun da hududu tayin edilmiştir. Ne ileri ve ne de geri bir adım atılamaz. Bunun için elem çekme, mahzun olma. Tahammülünden âciz, takatinden hariç olduğun tûl-u emel yükünü yüklenme.

Biri de vücuttur. Vücut zaten senin mülkün değildir. Onun maliki ancak Mâlikü'l-Mülktür. Ve senden daha ziyade senin vücuduna şefkatlidir. Binaenaleyh Mâlik-i Hakikinin daire-i emrinden hariç o vücuda karıştığın zaman zarar vermiş olursun. Ümitsizliği intaç eden hırs gibi...

Biri de belâ ve musibetlerdir. Bunlar zaildir, devamları yoktur. Zevalleri düşünülürse zıtları zihne gelir, lezzet verir.

Biri de sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza bu fani dünyadan da

çıkacaksın. Öyle ise aziz olarak çıkmaya çalış, Vücudunu Mucidine feda et, Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın. Çünkü feda etmediğin takdirde ya bâd-i heva zail olur, gider, veya Onun malı olduğundan yine Ona rücu eder.

Biri de dünyanın lezzetleridir. Bu ise kısmete bağlıdır. Talebinde kalaka düşer. Ve sür'at-i zevali itibariyle aklı başında olan onları kalbine alıp kıymet vermez.

Dünyanın akibeti ne olursa olsun lezâizi terk etmek evladır. Çünkü akibetin ya saadettir; saadet ise şu fani lezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir; ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam sehpanın tezyi ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi?

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

Dört şey için dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lâzımdır.

1. Dünyanın ömrü kısa olup sür'atle zeval ve guruba gider. Zevalin elemiyle visalin lezzeti zeval buluyor.

2. Dünyanın lezâizi zehirli bala benzer. Lezzeti nisbetinde elemi de vardır.

3. Seni intizar etmekte ve senin de sür'atle ona doğru gitmekte olduğun kabir dünyanın zinetli, lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez. Çünkü dünya ehlince güzel addedilen şey orada çirkindir.

4. Düşmanlar ve haşerât-ı muzırra arasında bir saat durmakla dost ve büyükler meclisinde senelerce durmak arasındaki muvazene, kabir ile dünya arasındaki aynı muvazenedir. Maahâzâ, Cenab-ı Hak da bir saatlik lezzeti terk etmeye davet ediyor ki, senelerce dostlarınla beraber rahat edesin. Öyle ise kayıtlı ve kelepçeli olarak sevk edilmezden evvel Allah'ın dâvetine icabet et.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeye iştiyakın yok mudur? Evet, vakit yaklaştı, dünya kazuratından temizlenmek üzere bir gusül lazımdır. Yoksa onlar istikraz ile istikrah edeceklerdir.

Eğer, İmam-ı Rabbani Ahmed-i Farukî bugün Hindistan'da hayattadır diye ziyaretine bir davet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh, İncil'de Ahmed, Tevrat'ta Ahyed, Kur'ân'da Muhammed ismiyle müsemma iki cihanın güneşi kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat olarak sakindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

Şu esasata dikkat etmek lazımdır:

1. Allah'a abd olana her şey musahhardır. Olmayana her şey düşmandır.

2. Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki, rahat edesin.

3. Mülk Allah'ındır. Sende emaneten duruyor. O emaneti ibka edip senin için muhafaza edecek. Sende kalırsa meccânen zail olur, gider.

4. Devam olmayan bir şeyde lezzet yoktur. Sen zailsin. Dünya da zaildir. Halkın dünyası da zaildir. Kâinatın şu şekli hâzırı da zaildir. Bunlar, saniye, dakika ve saat ve gün gibi birbirini takiben zevale gidiyorlar.

5. Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulü etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda

tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahâzâ, ebedî ömrün önündedir. O ömrü bakide göreceğin rahat ve lezzet ancak bu fani ömürde sa'y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömrü bakiden hiç haberin yok. Ölüm sekerâtı uyandırmadan evvel uyan.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

Kur'ân-ı Kerim okunurken istimaında bulunduğun zaman muhtelif şekillerde dinleyebilirsin.

1. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselam nübüvvet kürsüsüne çıkıp nev'i beşere hitaben Kur'an'ın âyetlerini tebliğ ederken, kıraatini kalben ve hayalen dinlemek için kulağını o zamana gönder. O femi mübarekinden çıkar gibi dinlemiş olursun.

2. Veya Cebrail Aleyhisselâm Hazret-i Muhammed'e (a.s.m.) tebliğ ederken her iki Hazretin arasında yapılan tebliğ tebellüğ vaziyetini dinler gibi ol.

3. Veya kab-ı kavseyn makamında yetmiş bin perde arasında Mütekellimi Ezelînin Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselama olan tekellümünü dinler gibi hayalî bir vaziyete gir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

Senin iktidarın kısa, bekan az, hayatın mahdut, ömrünün günleri madut ve her şeyin fanidir. Öyle ise şu kısa, fani ömrünü fani şeylere sarfetme ki, fani olmasın. Baki şeylere sarfet ki, baki kalsın.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

Ey nefis! Eğer takva ve amel-i salih ile Halıkını razı etti isen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur. O kâfidir. Eğer halk da Allah'ın hesabına rıza ve muhabbet gösterirlerse iyidir. Şayet onlarınki dünya hesabına olursa kıymeti yoktur. Çünkü onlar da senin gibi âciz kullardır. Maahâzâ ikinci şıkkı takip etmekte şirk-i hafî olduğu gibi, tahsili de mümkün değildir. Evet, bir maslahat için sultana müracaat eden adam sultanı irzâ etmişse o iş görülür. Etmemişse halkın iltimasıyla çok zahmet olur. Maamafih, yine sultanın izni lazımdır. İzni de rızasına mütevakkıftır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

Basar masnuatı görüp de basiret Sânii görmezse çok garip ve pek çirkin düşer. Çünkü o halde Saniin manen, kalben görünmemesi ya basiretin fıkdanındandır veya kalb gözünün kör olmasındandır. Veya pek dar olduğundan meseleyi azametiyle kavramadığındandır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

Senin önünde çok korkunç büyük meseleler vardır ki, insanı ihtiyata, ihtimama mecbur eder.

Birisi: Ölümdür ki, insanı dünyadan ve bütün sevgililerinden ayıran bir ayrılmaktır.

2. Dehşetli, korkulu ebed memleketine yolculuktur.

3. Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvet ve kudret yok, aczi mutlak gibi elîm elemlere maruz kalmaktır. Öyle ise bu gaflet ve nisyan nedir? Devekuşu gibi başını nisyan kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünü takarsın ki, Allah seni görmesin. Veya sen Onu görmeyesin. Ne vakte kadar zâilâtı fâniyeye ihtimam ve bâkiyâtı dâimeden tegafül edeceksin?

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

Bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz. O yollarda zulümatı dağıtacak bir nur ve bir erzak lazımdır. Güvendiğimiz akıl ve ilimden ümit yok. Ancak Kur'ân'ın güneşinden, Rahmanın hazinesinden tedarik edilebilir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levâzımatı Mâlikü'1-Mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levâzımatı cehlinden dolayı tamamen bu hayatı dünyeviyeye sarfediyor. Halbuki o levâzımattan lâakal onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayatı bakiyeye sarfetmek gerektir.

Ey insan! Rahm-ı maderde iken, tıfl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklar ile besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça o rızkı verecektir. Baksana! Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılan enva-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor? Senin ağzına götürüp sokacak değil ya! Yahu, eğlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan o güleç yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir? Allah insaf versin.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

Ücret alındığı zaman veya mükâfat tevzi edildiği vakit, rekabet, kıskançlık mikrobu oynamaya başlar. Fakat iş zamanında, hizmet vaktinde o mikrobun haberi olmuyor. Hatta tembel adam çalışkanı sever, zayıf olan kaviyi takdir ve tahsin eder. Fakat çalışmasını ister ki, iş hafif olsun, zahmetten kurtulsun.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

İnsanın Cenab-ı Haktan hiçbir hakkı talep etmeye hakkı yoktur. Bilâkis dâima şükretmeye medyundur. Çünkü, mülk Onundur, insan Onun memluküdür.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

Mahlukatın en zâlimi insandır. İnsan kendi nefsine olan şiddet-i muhabbetten dolayı kendisine hizmet ve menfaati olan şeyleri sever, hem kıymet verir. Semeresinden istifade gördüğü şeylere abd ve köle olur. Aksi halde ne sever ve ne kıymet verir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

Yarın seni zillet ve rezaletlere maruz bırakmakla terk edecek olan dünyanın sefahetlerini bugün kemal-i izzet ve şerefle terk edersen pek aziz ve yüksek olursun. Çünkü o seni terk etmeden evvel sen onu terk edersen, hayrını alır, şerrinden kurtulursun. Fakat vaziyet makuse olursa, kaziyye de makuse olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

Ey nefs-i emmâre! Katiyen bil ki, senin hususi, ama pek geniş bir dünyan vardır ki, amal, ümit, taallukat, ihtiyacat üzerine bina edilmiştir. En büyük temel taşı ve tek direği senin vücudun ve senin hayatındır. Halbuki o direk kurtludur. O temel taşı da çürüktür. Hülâsa, esastan fasit ve zayıftır. Dâima harap olmaya hazırdır.

Evet, bu cisim ebedî değil, demirden değil, taştan değil. Ancak et ve kemikten ibaret bir şeydir. Ani olarak seni başına yıkılıyor, altında kalıyorsun. Bak, zaman-ı mazi senin gibi geçmiş olanlara geniş bir kabir olduğu gibi, istikbal zamanı da geniş bir mezaristan olacaktır. Bugün sen iki kabir arasındasın, artık sen bilirsin.

Arkadaş! Bildiğimiz, gördüğümüz dünya bir iken, insanlar adedince dünyaları hâvidir. Çünkü, her insanın tam manâsıyla hayalî bir dünyası vardır. Fakat öldüğü zaman dünyası yıkılır, kıyameti kopar.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!)

Bu dünya ebedi kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenab-ı Hakkın ebedî ve sermedi olan dârüsselâm menziline davetlisi olan mahlukatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur.

Ey arkadaş! İnsan başıboş, serseri, sahipsiz bir hayvan değildir. Ancak onun da bütün harekât ve efali yazılıyor, tespit ediliyor. Ve amalinin neticeleri hıfzediliyor ki, muhasebe-i kübrada ona göre derece alsın. Hülâsa, her güz mevsiminde yapılan tahribat, gelecek bahar mevsimlerinde gelen yeni misafirler için yer tedarik etmek ve bir nevi terhis ve izindir.
Mesnevî-i Nuriye'den Seçmeler
 
Son düzenleme moderatör tarafından:

Benzer Konular

Yanıtlar
1
Görüntülenme
4B
Yanıtlar
4
Görüntülenme
5B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Üst