Zordur Bİzİm Ellerde TÜrk Olmak

dişi kanarya NihAn||a$kimSin KanaRya'm
ZORDUR BİZİM ELLERDE TÜRK OLMAK

Sirkeci Gümrük Müdürlüğü’nden emekli Arif Beğ, Bekirağa Bölüğü'nde tutuklu bulunan oğluna her günkü gibi yemek götürüyordu. Kadıköy'deki evinden çıkmış, Beyazıt Meydanı'na

varmıştı. Vakit akşam üzeriydi.

Birden, meydana toplanmış büyük bir kalabalık gördü. Ne var, ne oluyor, diye merak etti. Kalabalığın arasına sokuldu. Tiplerinden, konuşmalarından, meydanı dolduranlardan çoğunun Ermeni olduğu anlaşılıyordu. İçlerinden birine sordu:

“Bu kalabalık nedir, bir şey mi var?”

“Bu kalabalık nedir, bir şey mi var?”
“Bir adam asıldı, ona bakıyoruz”

Bu cevabı duyan Arif Beğ, birdenbire irkildi ve kalabalığı yararak, önüne çıkanları ite kaka sehpaya doğru yaklaştı.

Sehpada sallanan, oğlu Kemal Beğ'in cesediydi.

Bir feryat kopararak yığıldı.

İdamda hazır bulunmak üzere Beyazıt'a gelmiş olan Merkez Kumandanı Osman Şakir Paşa, o tarafa doğru koştu. Arif Beğ'in perişan halini görünce sordu:

“Kimsiniz?”

Yaşlı adamın ağzından bir inilti çıktı:

“Babasıyım...”

Osman Şakir Paşa birden kıpkırmızı kesildi, titremeye başladı:

“Emriniz?”

“Evladımı bana veriniz!”

"FERTLER ÖLÜR, MİLLET YAŞAR"

…8 Nisan 1919

Tarih 14 Mayıs 1915’i gösterdiğinde, Sadrazam Talat Paşa imzasıyla şöyle bir kanun yürürlüğe girer;

Madde 1: Sefer vaktinde ordu, kolordu ve tümen komutanları ve bunların vekilleri ve müstakil mevki komutanları ahali tarafından her hangi bir surette hükümetin emirlerine, memleketin müdafaasına ve asayişin muhafazasına ait icraat ve tertibat karşı gelme ve silâhlı tecavüz ve dayanma görülürse derhâl askeri kuvvetlerle en şiddetli surette tedibat yapmaya, tecavüz ve direnmeyi esasından yok etmeye izinli ve mecburdur.

Madde 2: Ordu, müstakil kolordu, tümen komutanları askeri kampları mebni veya casusluk ve hainliklerini hissettikleri köyler ve kasabalar ahalisini tek tek veya topluca diğer yerlere sevk ve iskân ettirebilirler.

Madde 3: İşbu kânun neşri tarihînden geçerlidir. 13 Recep 1333 ve 14 Mayıs 1331 (1915).

Dâhiliye Nezareti, o sıra Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili olan Kemal Beğ’e bir şifreli telgraf çeker: "Kazanın dâhilinde bulunan bilumum Ermenileri 24 saat zarfında yola çıkaracaksınız, bunların sevk edileceği istikamet Suriye'dir. Şifrenin alındığının acele bildirilmesi"

Kemal Beğ kaza hudutları içindeki Ermenilerin tehcirini emreder ve bizzat uygulamaya girişir. Devletinden aldığı emirleri harfiyen uygulamış ve yerine getirmiştir.

Fakat aradan zaman geçmiş ve Mondros mütarekesi imzalanmış, İtilaf devletlerinin sadık görevlisi Damat Ferit Paşa hükümeti işbaşına gelmiştir. Efendilerinden aldığı emirleri, bir bir tatbik etmeye başlar. İlk işi “ermeni tehcirinde” suçlu gördükleri devlet yöneticilerini Divan-ı Harbe sevk etmek olur. Bunlardan birisi de Boğazlıyan Kaymakam’ı Kemal Beğ’dir.

Senaryosu önceden belli olan tiyatro sahneye konur ve başına da Hayret Paşa atanır.

Kaymakam Kemal Beğ’in savunması tarihi bir vesikadır adeta.

“!.. savaşta yenilişimizin aleyhimizde meydana getirdiği hezeyanı durdurmak maksadıyla, iddia makamının da isteği üzerine kurbanlar verilmesi bir siyâset icabı sayılıyorsa bu kurban ben olamam. Siz kurban seçmekle değil, ancak hak ve adaletle hüküm vermek vicdani görevini taşıyan bir yüksek heyetsiniz. Mutlaka kurban aranıyorsa her hâlde bütün bu işlerin tertipçisi ve idarecisi olarak benim gibi küçük bir memur bulunacak değildir"

Tüm bu oldubittilere karşın, İngiliz ve Fransız işgal kuvvetleri komutanlarının, Ermeni komitacıların ve de Ermeni Patriği Zaven’in, Kaymakam Kemal’in asılması için sürdürdükleri yoğun baskıya dayanamayan Hayret Paşa sonunda Damat Ferid Paşa ile çok sert bir münakaşaya giriyor ve görevinden istifa ediyordu

Yerine ise “Nemrut” lâkaplı Kürd Mustafa Paşa atanıyordu!



Tekrardan perde açılıyordu. Kemal Beğ, Kürd Mahmut Paşa’ya da aynı savunmasını sunuyordu:

“Ben emir aldım, bir memur aldığı emre itaatle mükelleftir. Ben sürgün olarak kasabadan çıkarılanlara en insanî harekette bulundum. Nitekim şimdi de hiçbir vicdan azabı duymuyorum.”

Nemrut Mustafa, oturduğu yerden doğrularak Kemal Bey'e bağırıyordu:

“Kış kıyamette bu kadar insanı, çoluk çocuğu ile dağlara, yaylalara sürerken Allah'tan hiç korkmadın mı? Bir gün senden bunların sorulacağını düşünmedin mi? Hem üstelik jandarmalara onları süngülemesini de emretmişsin, ne dersin?”

“Hayır, bunu asla kabul etmem. Ben kimsenin ölümü için emir vermiş bir adam değilim.”

“On binlerce zavallıyı, kadın, çocuk demeden, bu Allah 'ın kışında soğukta, dağ başlarında yürütmek, sanki süngülemekten daha mı iyidir? Üstelik sen bir idare amirisin, bunları senin himayene vermişlerdir.”

Sonra sesini daha da yükselterek soruyordu:

“Memleketimiz dâhilinde yaşayan vatandaşların birini diğeri üzerine sevk ederek can ve mal tecavüzüne teşvik etmenin cezası nedir, bilir misin?”

“İdamdır Paşam...”

“Kendi hükmünü kendi ağzınla verdin Kemal Beğ, biz de senin için bu karara varmıştık.”

Mahkeme sona erer ermez, hazır olan karar, tasdik edilmek üzere Saraya gönderildi. Ancak Padişahın bu hususta tereddüt göstermesinden kuşkulananlar vardı. Bunlar Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali Beğ, Adliye Müsteşarı ve İngiliz Muhipleri Cemiyetinin Reisi Said Molla idi.

Bu iki adam; Damad Ferid Paşa'yı alelacele saraya gönderdiler.

Sultan Vahideddin, kararın tasdiki için Şeyhülislamdan fetva istedi. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, "Kemal Beğ hakkında istenilen fetva değildir. 'Kazaya' aittir, benim ise kazaya yetkim yoktur" mütalaasında bulunarak fetva vermekten kaçındı. Padişah ısrar edince, umumî mahiyette "Bir Müslüman’ın, Müslüman olmayan birini öldürmesi halinde idama cevaz verildiği, ancak bu hükmün verilmesi için, öldürülenin yaralayıcı bir aletle yaralanması ve ölmesinin, bunun üzerine mirasçılarının "kısas" istemelerinin şart olduğu"nu bildirdi. Fakat Padişahı tatmin için bir not eklemeyi de ihmal etmedi. Bu notta, Divanı Harbi Örfî tarafından ölüme mahkûm edilen Kemal Beğ’in muhakemesi hak ve adalete uygun yapılmış olduğu takdirde, idam hükmünün muvafık bulunduğu, açıklanıyordu.

Bu fetva sarayı tatmin etti. İrade hazırlandı, imzalandı. İdam için gerekli tedbirler alındı, hazırlıklar yapıldı. Sehpa kuruldu.

Kemal Beğ’in olup bitenden haberi yoktu. Bekir Ağa Bölüğü'nde, tutuklu arkadaşlarıyla oturmuş, konuşuyordu. Birden dışarı çağırdılar ve hemen yakalayıp Beyazıt Meydanı'na çıkardılar.

Ermeni komitacıları, mahkemeyi ve infaz için harcanan gayretleri adım adım takip ediyorlardı. İstanbul'un çeşitli semtlerinden pek çok serseri Ermeni’yi meydana toplamışlardı.

İstanbul'un Türk’ü de için için kaynıyordu. Günlerden beri bu dava ile meşgul olanların kulaklarında acı haber bir anda dolaştı:

“Kemal Beğ'e idam vermişler. Bu akşam asacaklarmış, Beyazıt'ta.”

İnsanlar, akın akın Beyazıt'a koşuyordu. Teşkilat-ı Mahsusa'nın o zamanki mensupları da Beyazıt'ta bulunuyorlardı.

Herkes birbirine soruyordu:

“Niçin böyle karanlığa bıraktılar?”

“İşlerine öyle geliyor da onun için!”

Meydanda olduğu kadar, yollarda ve meydana bakan damlarda da mahşerî bir kalabalık vardı. İdam sehpası, o zaman Harbiye Nezaretinin girişi olan, daha sonraları uzun yıllar rektörlük makamı olarak kullanılacak küçük binanın önüne kurulmuş, etrafı jandarma ve polis kordonu altına alınmıştı. İngiliz ve Fransız askerî birlikleri de binanın önünde duruyorlardı.

Güneş yavaş yavaş batıyor, pembe bir renk Süleymaniye tarafını kaplıyordu.

Dalgalanan kalabalık bir anda sustu.

Bir zafer takı gibi süslü Harbiye Nezareti kapısından çıkan bir müfreze süngülü askerin ortasında Kemal Beğ geliyordu.

Yüzü solgun bir renk almıştı. 35 yaşlarındaydı. İdam mahkûmlarına mahsus beyaz gömleği giymiş, ağır ağır yürüyordu. Metindi. Mukadderata teslim olmuş gibiydi.

Son sözü soruldu. O zaman, Kemal Beğ, halka hitap etti:

“Sevgili vatandaşlarım! Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki ben masumum, son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun böyle adalet”

Heyecandan boğulan çaresiz halk bir ağızdan cevap veriyordu:

“Kahrolsun böyle adalet!”

“Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Allah vatan ve milletimize zeval vermesin, Amin!”

Türkler hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Meydan tam bir matem havasına bürünmüştü.

Manzarayı küçük köşkün pencerelerinden seyreden Said Molla'nın cellâtlara emri, Kemal Beğ’in sözlerini bastırıyordu:

“Söyletmeyin bu alçak herifi! Hemen asın bu köpeği! Ne duruyorsunuz, it oğlu itler!”

Kemal Beğ, bu mazlum Türk evladı, iskemlenin üzerinden kendini boşluğa bırakmadan birkaç kelime daha söylemek imkânı buluyordu:

“Borcum var, servetim yok! Üç çocuğumu millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın millet!”

Kemal Beğ'in cesedini, beyaz bir kâğıt gibi, sehpada sallanırken gören Ermeni komitacıları sevinç çığlıkları atarak alkışlamaya başlamışlardı. Azgınlıkları son hadde varmıştı. Fakat süngü takmış jandarmaların üstlerine yürüdüğünü görünce seslerini kesip dağılmaya başladılar.

Artık yapacakları bir şey kalmamıştı zaten.

Yapacaklarını yapmışlardı.

Henüz 35 yaşındaki Kemal Beğ'in cesedi sehpadan indirilir. Bahtsız baba hıçkırıklar içinde sarsılarak, oğlunun henüz tamamıyla soğumamış cesedine kapanır. Üzerinden ise son vasiyeti çıkmıştı.

“Merhum sevgili oğlum Adnan’ın medfun bulunduğu Kadıköy Kuşdilli Çayır’ındaki kabristanda yavrumun yanına gömülmemi diliyorum. Teyzem ve kardeşim Kadıköy’ünde sakindirler. Teyzemin adresi Mühürdar caddesinde 67 numaralı hanedir. Adı İsmet Hanım’dır. Defin masrafı teyzeme tevdi buyrulmalıdır. Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır: Millet ve Memleket uğruna şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal’in ruhuna Fatiha. Perişan zevcem Hatice’ye, yavrularım Müzehher ve Müşerref’e muavenet edilmesini, yavrularımın tahsil ve terbiyesine ihtimam buyrulmasını vatandaşlarımdan beklerim. Babam, Karamürsel Aşar Memur-u Sabıkı Arif Beğ de acizdir. Kardeşim Münir de kimsesizdir. Bunlara da muavenet olunursa, memnun olurum. Türk Milleti ebediyen yaşayacak, Müslümanlık asla zeval bulmayacaktır. Allah, millet ve memlekete zeval vermesin. Fertler ölür, millet yaşar. İnşallah Türk Milleti ebediyete kadar yaşayacaktır. (30 Mart 1335 Boğazlıyan Kaymakam - Sabıkı Kemal)”

0 gece, köşe başlarını İngiliz ve Fransız askerlerinin makineli tüfeklerle tuttuğu İstanbul'un üzerine inen karanlık perde, Türklük namına utanç verici, felaket dolu bir güne son veriyordu. Tarih 8 Nisan 1919'du.

İdamdan sonra TBMM 14 Ekim 1922’de Kemal Beğ’i, Urfa mutasarrıfı Nusret Beğ’i ve Diyarbakır Valisi Reşit Beğ’i ‘şehid-i millî’ ilân eder. Bunun üzerine Dede Arif Beğ Mustafa Kemal Atatürk’ü makamında ziyaret eder. Orada ‘vatanın babası’ iltifatlarıyla karşılanır. Başbuğ Atatürk, torunlarını evlat edinmek istediğini söyler. Arif Beğ ise, “Onlar bana oğlumun bediasıdır. Müsaade edin, bende kalsınlar. Nafakalarını karşılamanız yeterlidir.” der. Bu görüşmenin bir sonucu olarak TBMM’de kanun çıkarılır ve Beşiktaş’ta dört daireli bir apartman, Beyoğlu’nda bir ev ve kayd-ı hayat şartıyla tüm çocuklara maaş bağlanır. Aile, 1923’ten itibaren Beşiktaş’taki apartmana taşınır. Üvey kardeşleri Adnan da zaman zaman yanlarında kalır.

Ertesi gün, bütün İstanbul ayaklanmıştı. Özellikle yüksek tahsil gençleri cenaze evinin önünü doldurmuştu. Üzerinde "Türklerin büyük şehidi Kemal Beğ" yazılı bir çelenk getirmişlerdi.

Cenaze merasimi, terör ve baskıya rağmen, çok anlamlı oldu. Kadıköy İtfaiye Karakolu önündeki bir takım asker, cenaze geçerken, kendiliğinden selam durdu. Her adımda kalabalıklaşan cenaze alayının geçtiği sokaklardaki evlerden kadınlar hıçkırarak gözyaşları ile mateme iştirak ettiler. Tabut, gençlerin elleri üzerinde, muhteşem bir kalabalıkla Kuşdili'ne, Mahmud Baba Türbesi'ne götürüldü. Kemal Bey'in oğlu Adnan orada gömülüydü. Artık baba oğul, yan yana yatacaklardı.

Cenazenin başucunda konuşanlar genç, milliyetçi öğrencilerdi. Bir Tıbbiyeli gencin feryadını, arkadaşları gözyaşları içinde dinlediler:

“Kemal! Sen, şu anda toprağa verdiğimiz bir çiçeksin. Orada büyüyecek dalların o kadar dikenli olacak ki, seni bu akıbete layık görenlerin hepsini param parça edecektir. İntikamın behemehal alınacaktır.”

Kızı Müşerref Hanım, o günleri gözyaşları içinde anlatıyor:

Müşerref Hanım, babasının ölümünden iki yıl sonra ilkokula başlar. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Beğ’in kızı olduğunu da burada öğrenir.

“Çamlıca Mektebi’ne başladığım ilk gün yoklama yapılıyordu. O dönemde soyadları olmadığı için baba ismi kullanılırdı. Öğretmen Müşerref Kemal diye sesleniyormuş. Babam olarak dedem Arif’i bildiğim için hiç bakmıyordum. Öğretmenim yanıma geldi. ‘Sana sesleniyorum, neden bakmıyorsun?’ dedi. Ben ısrarla ‘Babamın adı Arif’ diyordum. Sonradan kimin kızı olduğumu, babamın yaşadıklarını öğrendim. Müdiremiz, yatılı mektepteki herkesi topladı ve bizi diğer talebelere ‘Millete emanet edilen bu yavrular bizlerle beraber. Babaları millî şehit Kemal Bey’dir. Hepinizin onlara hakiki kardeş gibi davranmanız lazımdır.’ diye tanıttı.”

Müşerref Hanım, babasının idam kararının İngiliz etkisiyle alındığını iddia ediyor. İstanbul’un işgal edilip Damat Ferid Hükümeti’nin iş başında olduğu bir ortamda, Kürd Mustafa Divan-ı Harbi’nin bir düzmece mahkeme olduğunu vurguluyor: “İki mahkeme oluyor. Birinde beraat ediyor ikincisinde idam kararı veriliyor.” Müşerref Hanım, bu noktada ilginç bir ayrıntıya dikkat çekiyor: “Babamın erken davranması Boğazlıyan halkının imha edilmesini de önlemiştir. Babama Ermeni çetesinden biri gelerek ‘yarın Ermeniler size saldırıp kıyım yapacak’ diyor. Babam bütün memurları topluyor ve tehcir o an başlıyor. Babam, başarısı nedeniyle mutasarrıf yapılıyor. Sonrada ‘onları sen öldürdün’ diyorlar.”

Boğazlıyan'da bir mahalleye yıllar sonra "Kaymakam Kemal Beğ Mahallesi" adı verildi. Aynı kasabada 1972'de Kemal Beğ'in adını taşıyan bir ilkokul açıldı. Başöğretmenin odasında millî şehidin resmi asılıdır.

Kemal Beğ'in kabri Mülkiyeliler Birliği tarafından yaptırıldı. Adına "Anıt Mezar" denildi. 15 Aralık 1973 günü mezar sade bir törenle açıldı.

Bir zamanlar bu topraklarda 19. yüzyılın sonlarına kadar altın çağlarını yaşayan ve adına “millet-i sadıka” denilen bir tebâ yaşardı. Efendilerinin kışkırtmaları ve onlardan aldıkları destekle, özellikle Doğu Anadolu bölgemizde, kadın, çoluk çocuk, hamile, genç, ihtiyar demeden, çok büyük, vahşi bir katliam ve kıyımlara girişen bir sadık tebâ!

Her yılın 24 Nisan’ını “intikam günü” olarak kutlayan, 50’ye yakın diplomatımızı kurdukları terör örgütleri ile Şehid eden… Eski tebâmız!

Bugün de birileri, sahiplerinin önlerine attıkları kemiklerle palazlanıp, aynı senaryoları tekrar etmekteler. Fakat unutulmamalıdır ki, binlerce Şehid’e rağmen de olsa, “tarih tekerrür edecektir” .

Bu vatanın ve ayak bastığımız her karış toprakta can verip yatan Türk Ulu’ları, bu millet sizi her zaman minnetle ve gururla anacaktır. Mekânınız Türk Uçmağı olsun!
 

Benzer Konular

Yanıtlar
0
Görüntülenme
19B
Yanıtlar
2
Görüntülenme
7B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
17B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
4B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
7B
Üst