Türk Dili Ve Edebiyati

SüKuN Harbi Aktif Üye
1.TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI

Türkçe, Ural-Altay dil gurubunun Altay koluna dahil bir dildir. Türk'lerin tarihine paralel olarak Türkçe'nin yayıldığı coğrafi alan çok geniştir. Bugünkü Moğolistan'da Karadeniz'in kuzeyinde, Balkanlarda, Doğu Avrupa'da, güneyde Anadolu ve Irak'da, Kuzey Afrika'nın bir bölümünü içine alan geniş bölgede, Türkçe konuşan Türk halkları yaşamaktadır. Bu kadar büyük bir alan içinde konuşulan Türkçe, pek çok lehçe, şive ve ağız farklılıkları göstermektedir. Tarihi gelişimi içinde Türkçe, VIII-XIII. Asırlar arasında Eski Türkçe, XIII-XX. Asırlar arasında Orta Türkçe, XX asırda yeni Türk Yazı Dilleri ana başlıkları altında üç gurupta incelenmektedir. Türkiye Türkçesi, Orta Türkçenin, Batı Türkçesi kolunun günümüzde kullanılan bölümüdür. Batı Türkçesinin ikinci devri olan Osmanlıca (Osmanlı Yazı Dili) İstanbul'un fethinden Osmanlı İmparatorluğunun sonuna kadar XV-XX. asırlar arasında devam eden yazı dilidir. Bu dönemde, Arapça ve Farsça unsurlar Türkçeyi büyük ölçüde istila etmiş, Osmanlı yazı dili. Üç dilden oluşan yapma bir dil haline gelmiştir. Beş asır süren Osmanlıca döneminde Türkçe kendi tabii gelişmesini sürdürememiştir. 1908 Meşrutiyetinden sonra Türkiye Türkçesine geçiş hareketinin hazırlıkları 1911'de Selanik'de başlayan "Yeni Lisan" hareketi ile şekillenmişti. Cumhuriyetten sonra 1928'de yapılan Harf İnkılabı ile Arap harfleri terk edilip Latin harflerinin kabulü Türkçenin yabancı unsurlardan kurtarılmasını hızlandırdı. Türk dilini araştırmak ve tabii mecrasında gelişmesine katkıda bulunmak üzere 1932 yılında Türk Dil Kurumu kuruldu. Bu çalışmalarla, bugün Türkiye Türkçesi, yabancı unsurlardan arınmış, tabii mecrasında gelişmeye devam eden edebiyat ve kültür dili olarak yaşamaktadır. Türk Edebiyatı, Türklerin dahil oldukları üç medeniyet ve kültür dairesine paralel olarak üç safhada incelenmektedir. İslamiyetten önceki Türk Edebiyatı, İslamiyetten sonraki Türk Edebiyatı ve Batı tesirindeki Türk Edebiyatı. İslamiyetten önceki Türk Edebiyatı, Türklerin Orta Asyada yaşadıkları devirlerde bütün Türk boyları arasında müşterek ve büyük bölümü ile sözlü olan edebiyattır. Türk dilinin tespit edilebilen en eski yazılı metinleri VII. Asrın sonlarına ve VIII. Asrın ilk yarısına ait olan dikili taşlardır. Bunlar arasında yer alan 732'de Kültigin, 735'de Bilge Kağan, 720'de Tonyukuk adına dikilen Orhun Anıtları gerek muhtevaları, gerekse mükemmel dil ve üsluplarıyla Türk dili ve edebiyatının ve tarihinin şahaserleri arasında yer almaktadır. Bu dönemden günümüze ulaşan Türk destanları arasında Yaratılış, Saka, Oğuz Kağan, Göktürk, Uygur, Manas destanları sayılabilir. XIV. asırda yazıya geçirilen "Dede Korkut Kitabı" destan döneminin hatıralarını saklayan, gerek muhteva gerekse dil ve üslup mükemmeliyeti bakımından Türkçenin şaheserleri arasında yerini daima muhafaza eden çok değerli bir eserdir.
1071 Malazgirt zaferi ile birlikte yaşayan Türklerin Anadoluya göçleri sonucunda kurulan Anadolu beylikleri, Selçuklu ve Osmanlı imparatorluğu dönemlerinde Türk Edebiyatı iki kolda gelişme göstermiştir. Klasik Türk Edebiyatı veya Divan Edebiyatı adıyla anılan arap-fars geleneğine dayalı Türk Edebiyatı ve Orta Asya geleneğine dayalı Türk Halk Edebiyatı. Divan şiirinin kökleri islam öncesi Arap şiirine dayanır. Bu şiir tarzı islamiyetten sonra, bu dine giren çeşitli milletlerin katkısı ile önce Arapçada, daha sonra Farsçla ile Doğu ve Batı Türkçelerinde, en sonra da Hint müslümanlarının yazı dili olan Urduca'da gelişmiştir. İslami edebiyatların şiir tipi ortak teknik malzeme (şekiller, temalar, motifler) ile ortak bir dünya görüşünü ve estetik kavramını benimsemiştir. Ayrıca İslam dininin sınırlı oranda da bu dinin yayıldığı çevrelerdeki eski kültürlerin etkilerinin ürünleridir. İslam kültürü, ortak islam edebiyatının şekil ve tekniği, zevki, hayat görüşü, temaları, motifleri, Türklerden önce müslüman olarak bir islami edebiyat geliştiren İranlıların aracılığı ile Türk Edebiyatına girmiştir. Divan şairlerinin müstakil dünya görüşleri ve felsefeleri yoktur. Hepsi aynı fikirleri değişik bir biçimde söylemişlerdir. Şairin kişiliğini ve büyüklüğünü, söyleyiş orjinalliği ve güzelliği sağlar. Divan şairi daima aşıktır. Bu aşk onulmaz dert olmakla beraber şair bu dertten memnundur, onlara göre bu derdin dermanı gene bu derdin kendisidir. En başarılı ve tanınmış divan şairleri Baki, Fuzuli, Nedim ve Nefi'dir. Türk Edebiyatı, İslamiyetin kabulünden ve tarihindeki siyasi gelişmelerden dolayı iki farklı tarzda gelişme göstermiştir. Saray, konak, medrese ve bunlara yakın çevrelerde tahsilli kişilerin yarattığı ve takip ettiği Divan Edebiyatı ile eğitimleri daha çok sözlü kültür birikimine dayanan daha çok kırsal kesime ve yeniçeri ocaklarına has olan Halk Edebiyatıdır. Divan Edebiyatı başlangıçta iki yabancı gelenek olan Arap-Fars edebiyat geleneğine kurulmuş zaman içinde taklidi aşan Osmanlı terkibi ve uslübuna ulaşarak milli edebiyat hüviyetini kazanmıştır. Bugün de bir ölçüde yaşamakta olan Türk Halk Edebiyatı geleneği, Türklerin Orta Asya Edebiyat geleneklerinin islamiyet ve yeni yaşayış şart ve şekilleri içinde tekabül etmiş milli edebiyatlarıdır. Türk Halk Edebiyatı, dış yapıda ve bir ölçüde icra töresinde müştereklik gösteren muhteva ve fonksiyonları ile farklı olan Anonim, Aşık ve Tekke Edebiyat tarzından oluşur. XIII asrın ikinci yarısıyla XIV. Asrın başlarında yaşamış olan Yunus Emre, şiirde çığır açmış büyük sofi ve şairdir. Yunus Emre, Divan, Aşık Tekke ve Tasavvuf Edebiyat tarzlarının her üçünde de etkili olmuştur. Karacaoğlan, Aşık Ömer, Erzurumlu Emrah, Kayserili Seyrani, Aşık edebiyatının önemli temsilcileri arasında yer alırlar. Çağdaş Türk Edebiyatı, 1839 Tanzimat Fermanı ile yürürlüğe giren medeniyet ve kültür değişikliği ve bu değişikliğin dayandığı Batılılaşma olgusunun belirlediği bir gelişim sürecinde değerlendirilebilir.
19.yüzyılda Türk edebiyatı, batılılaşma hareketine bağlı olarak roman, hikaye, tiyatro gibi yeni türlerin denenmesiyle çağdaş bir çizgiye girdi. Türk edebiyatının yönü batı düşüncesinin temel alınması sonucu değişti. Batıyla ilişkiler, aydınların bir batı dilini öğrenmeleri, batı edebiyatından yapılan çeviriler, batıdaki fikir akımları ile tanışma bir kültür ve medeniyet değişimini gündeme getirdi. Sosyal, ekonomik ve siyasi hayatta meydana gelen değişiklikler edebiyata da yansımış, Cumhuriyet kuruluşuna kadar arayışlar devam etmiştir. Bu devrin bariz özelliği, estetik ve mükemmeliyet kaygısından çok fikri bir zeminde birleşen edebi arayışlardır. Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatı adı ile anılan son devir edebiyatı , Divan edebiyatının terk edilmesinden sonra teşekkül eden Tanzimat, Servet-i Fünun, Fecr-i Ati ve Milli Edebiyat adlarıyla anılan edebiyat tarzları vasıtasıyla oluşturulan zemin üzerine kurulmuştur. Tanzimat edebiyatının 1860-1880 arası birinci dönem temsilcileri Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ahmet Mithat Efendi'dir. 1880-1896 yılları arasında ikinci dönemin tanınmış temsilcileri Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit, Sami Paşazade Sezai ve Nabizade Nazım'dır. Tanzimat Edebiyatının temsilcilerinin amacı batı örneğine göre bir edebiyat yaratmak ve batı hayatını tanıtmak olduğu için, sanatçıların hepsi edebiyat türlerinin romandan şiire kadar en az bir kaçı ile örnekler yazmışlardır. Bu dönemde telif eserler yanında çok sayıda tercüme ve adapte eser de Türk Edebiyatına dahil edilmiştir. Tanzimatla birlikte başlayan edebiyatı, Avrupa ruhu ve tekniği içinde yenileştirme hareketi 1895-1900 yılları arasında çıkarılan Servet-i Fünun dergisi etrafında toplanan yeni nesille ikinci bir hamle yapmıştır. Servet-i Fünun'cu ve Edebiyat-ı Cedide'ciler denilen grup Fransız edebiyatının özelliklerini büyük ölçüde Türk edebiyatına adapte etmeye çalışmışlardır. Tanzimat döneminde başlayan ve benimsenen, dildeki yabancı unsurları ayıkla¤¤¤¤¤ sade Türkçe'ye geçiş hareketi bu devirde durmuş, Arapça ve Farsça gelimelere yeniden itibar edilmeye başlanmıştır. Topluluğun üslubu süslü ve sanatlı, ruh ve ifade tarzı ise Avrupai'dir. Şiirde geleneksel aruz vezni kullanılmakla birlikte, nazım şekilleri ve konularda büyük yenilikler yapılmıştır. Romanda tahlil ve teferruata yer verilmiş, modern kısa hikayenin ilk örnekleri bu dönemde şekillenmiştir. Bu edebiyat mensuplarının hayata bakışları karamsar ve içe dönüktür. Tanzimatçılar, sanat toplum içindir prensibini benimserken, Servet-i Fünuncular ise sanat sanat içindir prensibi ile hareket etmişlerdir. Şiir, roman, hikaye, tiyatro, tenkit ve hatırat türlerinde başarılı eserler veren Servet-i Fünun temsilcilerinin en tanınmışları, şiirde Tevfik Fikret, Cenap Şehabettin, Süleyman Nazif ; roman ve hikayede Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Hikmet Müftüoğlu'dur. Servet-i Fünun edebiyatına katılma¤¤¤¤¤ gene, batılı anlayışla eserler verenler arasında Ahmet Rasim hatırat türü ile, Hüseyin Rahmi Gürpınar İstanbul'u anlatan romanları ile yeni Türk edebiyatını desteklemişlerdir.

Türk tarih Kurumunun önderliğinde arkeolojik çalışmaların genişletilmesi. Bu çalışmalar örneklemeyi çoğaltması ve ufku geliştirmesi açısından heykel sanatı için önemli birer kaynaktırlar. Anadolu topraklarında yapılan kazılarda M.Ö. 8 bin yılına ait pek çok taş ocağı bulunmuştur. Özellikle Yesemek bölgesi taş ocakları bugün dahi dünyada eşine az rastlanır heykel üretim yerleridir. Heykellerin stillerinde ekolleşme, uzmanlaşma görülür. M.Ö. 2 bin yılından kalan Alaca Höyük, Kalın Kaya, Boğaz Köy ve Tilmen Atölyeleri Von der Osten tarafından 1926'da gün ışığına çıkarılabilmiştir. b. Dışarıdan öğrenci gönderme, heykelci çağırma. 1924'ten itibaren sanatçıların gelişmesi ve eğitilmesi için, bu konuda merkez olan Paris, Münih gibi şehirlere burslu öğrenciler gönderilir. Ratip Aşir, A. Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Nusret Suman ilk giden heykelcilerimizdendir. Aynı zamanda heykel eğitiminde yabancı sanatçılardan yararlanılır. 1937'de Hitler Almanya'sından kaçan R. Belling Türkiye'ye gelir. Kendisi "Kasım Gurubu" nun kurucularından ve dünya sanat tarihine çığır açan "DREIKLANG" adlı eserin sahibidir. Resim ve heykel arasındaki farkın üçüncü boyutta düğümlendiğine inanan bir sanatçıdır. Belling, plastik değerler, yöntem, entelektüel gelişim açısından Türk heykel sanatında çok önemli bir yer tutan bir öğretici olmuştur. Hüseyin Özkan, Hakkı Atamulu, Yavuz Görey, Rahmi Artemiz, İlhan Koman, Zerrin Bölükbaşı, Hüseyin gezer, Turgut Pura, Şadi Çalık Belling'in öğrencilerinin başlıcalarıdır. Ancak belirtilmesi gereken önemli bir nokta vardır. Türk heykelcileri bu yıllarda ülkemizde çalışmış yabancı heykelcilerin idealize ya da abartılı anatomik yapılı heykellerini -bir kaç örnek dışında- benimsememişlerdir. c.Sanat ortamı yaratılması . Çeşitli gazetelerde yayımlanan makaleler, çıkarılan dergiler, basılan eserler iletişimi sağlarken, sanatın gelenekselleşmesini sağlayacak, onu benimseyerek, destekleyecek izleyici topluluğunun gelişmesine yardımcı olmuştur. Heykel sanatını sevdirmek, yurdumuzda yaygınlaştırmak amacıyla çeşitli ödüller konulmuş, yeni okullar, eğitim enstitüleri, müzeler, devlet sergileri, galeriler açılmıştır. Atatürk'ün emriyle 1937 yılında Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesinin, Resim ve Heykel Müzesi olarak düzenlenmesi,1939 yılından başla¤¤¤¤¤ her yıl düzenli Devlet Resim ve Heykel Sergilerinin açılması, bu alanda Cumhuriyetten sonra sağlanan gelişmeyi göstermektedir. Güzel sanatları ülke düzeyine yaymak amacıyla Devlet eliyle 23 güzel sanat galerisi ve resim-heykel müzesi açılmıştır. Ayrıca son yıllarda büyük şehirlerde özel resim galerilerinde resim heykel çalışmaları ve sergileri çok yaygınlaşmıştır. 1986 yılı Mayıs ayında düzenlenen I. Uluslararası Asya-Avrupa Sanat Bienali, Türk sanatının geniş manada dünyaya açılışını sağlayan faaliyetlerden biridir. İstanbul ve Ankara'daki Üniversitelerin güzel sanatlarla ilgili fakültelerinde modern anlamda plastik sanatlar eğitimi yapılmakta ve geleceğe umut vadeden sanatçılar yetişmektedir.



Tarihi heykel sanatı, şematik kütle plastiği ile üsluplaşmış kabartma örneklerden oluşur. Osmanlılarda figürlü ve anıt-heykel yoktur. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte bu sanat dalının geliştirilmesi önem kazanmıştır. Türkiye'de heykel sanatı Cumhuriyet devrinde Ankara ve İstanbul gibi büyük şehirlerden başla¤¤¤¤¤ Anadolu şehir ve kasabalarının meydanlarına kadar yayılan Kurtuluş Savaşı ve Atatürk anıtlarıyla gelişmiştir. İlk anıt 1925 yılında İstanbul'da Gülhane Parkına dikilmiş, bunu 1928 yılında Taksim'de yapılan Cumhuriyet Anıtı izlemiştir. İlk örnekler yabancı sanatçılar tarafından yapılmış, 1930'lardan itibaren Ratip Aşir Acudoğlu, Zühtü Müridoğlu, Kenan Yontuç gibi heykeltraşlar yetişmiş ve anıt heykelciliğinde kendilerine has üslupla eserler vermişlerdir. Bu dönemde çok sayıda büst çalışmaları da yapılmıştır. 1950'li yıllardan itibaren Şadi Çalık, Turgut Pura, Kuzgun Acar gibi sanatçılar, soyut form anlayışını zorladılar ve değişik eserler vücuda getirdiler. Ali Teoman Germaner, Hakkı Baha Çavuşgil, Sebahat Acuner, Gürdal Duyar, Tamer Başoğlu, Namık Denizhan, Saim Bugay, Koray Ariş gibi orta kuşak sanatçıların yakın yıllardaki çalışmalarından kurallar yapılmış, heykele çağdaş görünüm kazandırma çabaları farklı anlayıştaki sanatçılar tarafından paylaşılmıştır. Süsleme Sanatları Türklerde süsleme sanatları M.Ö. I. asırdan başla¤¤¤¤¤ günümüze gelmiştir. Çini, minyatür, telkari, ebru, vitray, hüsn-ü hat, teship, oymacılık, cam, kakma gibi dallarda gelişen süsleme sanatlarının en güzel örneklerini Selçuklular ve Osmanlılar zamanında görmek mümkündür. Bütünüyle uygulamalı sanatlar olan bu tür çalışmalar sanattan çok zenaat olarak kabul görmüştür. Bu sebeple, çok farklı üslupları olmasına rağmen sanatçılar, eserlerinde imza kullanmamışlardır. Günümüzde bu sanatlardan büyük bir kısmı devlet desteği ile okullarda ve meraklı amatör sanatçılarla varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. a. Çinicilik Türk süsleme sanatları içinde önemli yeri bulunan dallardan biri de çini sanatıdır. Anadolu Türklerinde seramik sanatının çok eski bir geleneğe sahip olduğu bilinmektedir. Büyük Selçuklu, Gazneliler ve Karahanlılar İslam dünyasında çini sanatının lideri durumundaydılar. Selçuklu döneminde iç ve dış mimaride kullanılan çiniler daha çok turkuvaz, kobalt, mor ve siyah renkliydi. Bu dönemde sade renkli çiniler yanında bitki desenli, hayvan ve insan figürlü ve mitolojik karakterli olanları da vardı. Bu çiniler mozaik tekniğinde veya tek renkli levhalar halinde idi. Tarihte bilinen en eski Selçuklu çinileri Konya'da kullanılmıştır. Konya'daki Alaaddin Cami ve Beyşehir Gölü civarında bulunan Kubadabat Sarayı bu çinilerin en güzel örnekleri ile kaplıdır. Çini sanatı XIV-XVII asırlar arasında Osmanlı sanat ve mimarisinin en önemli unsurudur. Bu asırlarda çiniler, medrese, cami, tekke, imarathane, hamam, köşk, saray. Konak, şadırvan, sebil, çeşme, kütüphane, kilise gibi binalarda geniş kullanma alanına sahiptir. Çini üretiminin en önemli iki merkezi İznik ve Kütahya'ydı. Osmanlılardan günümüze kadar gelen en eski çiniler İznik'te Yeşil Cami Minaresinde görülmektedir. Bu cami 1391-1392 yıllarında yapılmıştır. Osmanlı çinicilik sanatının başlangıç devrinde, duvar çinilerinde renk ve teknik Selçuklu geleneğinin devamıdır. XV. asırdan itibaren Osmanlı çiniciliği kendine has tarzda gelişme gösterdi. 1420'de yapılan Bursa Yeşil Cami ve Türbesi'nde Selçuklu çinilerden farklı olarak sarı ve yeşil renkte çiniler kullanılmış, bitki ve çiçek motifleri yeni bir zevk ve anlayışla daha zengin bir şekilde yapılmıştır. Bursa Muradiye Camii, Osmanlı sanatında ilk defa olarak firuze ve beyaz duvar çinilerinin kullanıldığı en eski örnektir. Mozaik, sıraltı ve renkli sır teknikleriyle imal edilen ilk devir çinileri Osmanlıların en önemli çini merkezi olan İznik'de yapıldı. İstanbul'un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan (1472) Çinili Köşk'de genellikle sarı renk hakimdir ve Selçuklu geleneğinin devamı olan mozaik çiniler kullanılmıştır. XVI. asrın ortalarına doğru İstanbul'da mozaik çiniler ve altın yaldızlı tek renkli çiniler tamamen kayboldu. Bunların yerini renkli sır tekniğinde yapılmış dört köşe levhalar halinde çiniler aldı. Rumiler ve Hatayiler arasında palmet ve rotüs motifleri olan çiçek ve üsluplaştırılmış yapraklardan meydana gelen süsleme, bu devir çiniciliğinin özelliğidir. 1522'de yaptırılan Sultan Selim Türbesi ve 1548'de yaptırılan Şehzade Mehmet Türbesi bu özelliği gösteren örneklerdir. Yeşil, sarı ve laciverthakim olmak üzere yer yer firuze ve uçuk kırmızının kullanıldığı bu çinilerde klasik rumi, palmet motifleri arasında büyük nar çiçekleri, güller, yapraklar ve rozetler görülür. XVI. asrın yarısından itibaren çiniler, sıraltı tekniği ile yapılmaya başlandı. Firuze, mavi, koyu yeşil, açık lacivert ve beyaz bu dönemin hakim renkleri oldu. Mercan kırmızısı da bu dönemin özel renkleri arasındaydı. Üsluplaştırılmış motifler, palmet ve rumilerin yerine çiçek ve yapraklarla şakayık, narçiçeği, gül, lale ve sümbül motifleri aldı. Bu yeni üsluptaki çinilerin en güzel örneği İstanbul'da Süleymaniye Camii Mihrabının iki yanında görülür. Sultan Ahmet'teki Sokullu Mehmet Paşa Camii, Kasımpaşa'da Piyale Paşa Camilerinde mercan kırmızısı çiniler hakimdir. Mercan kırmızısı çiniler Topkapı Sarayında geniş ölçüde kullanılmıştır. Hırkai Şerif Dairesinde, tavus kuşlu çiniler, Harem Dairesinin Altın Yol adı verilen koridorunda bulunan üç pano, Üsküdar'da Valide Camii çinileri ve Edirne Selimiye Camii mihrabının iki tarafında ve Hünkar Mahfilinde görülen zengin çini dekorları bu devrin en güzel örnekleridir. XVII asrın başlarında çini sanatında bir duraklama görülür. Şehzade Camii avlusundaki Damat İbrahim Paşa Türbesinde uzun zamandır görülmeyen geometrik yıldız motifleri tekrar ortaya çıktı. Lale ve karanfillerle mercan kırmızısı kayboldu, yerini soluk kırmızı aldı. Yine aynı yıllarda yapılmış III. Mehmet Türbesi (1603) ile Topkapı Sarayında I. Ahmet Kütüphanesi çinilerinde yeşil renk hakimdir. Topkapı Sarayından sonra çini bakımından en zengin eser olan Sultan Ahmed Camii'nde 20.143 parça çini vardır. Bu çinilerde yeşilve mavi renkler hakimdir. İrigül, lale, sümbül, karanfil ve uzun yapraklı motifler görülür. Bu motifler arasında yalnız karanfil ve lalede kırmızı renk kullanılmıştır. Bu devrin öteki örnekleri Topkapı Sarayında, Sultan İbrahim tarafından yaptırılan Sünnet odasının duvarlarında, IV. Sultan Murad'ın yaptırdığı Bağdat Köşkü'nde görülür. Batılılaşma hareketleri XVII. Asırdan itibaren bu sanat dalının bir süre duraklamasına sebep olmuş, Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında bu sanatı yeniden canlandırmak için Beykoz ve Yıldız'da sert fayans ve porselen fabrikaları kurulmuştur. Bu fabrikalar Batı tekniğini Türkiye'ye aktarmıştır. 1919 yılında Sanayi-i Nefise mektebinde açılan seramik atölyesi eski ile yeni arasında bağ kuran yeni sanatçıların yetişmesine yardımcı olmuş daha sonra güzel sanatlar akademisi bu sanat dalının çağdaş örnekler vermesine yardım etmiştir. 1960 yılından itibaren seramik sanatı gerek yurt içinde gerekse yurt dışında orijinal eserlerle varlığını hissettirmektedir. Osmanlıların ilk devrinden itibaren İznik'ten sonra ikinci çini merkezi olan Kütahya, bugüne kadar bu sanatı devam ettiren tek merkez haline geldi. Kütahya'da eski renk ve desenleri taklit eden çini sanatı, vazo, duvar tabağı, kül tablası gibi dekoratif eşyaya ağırlık vererek devam etmektedir. b. Minyatür Türklerde biçim, çizgi ve rengin temel örnekleri ve figürlü sanatın ilk eserleri minyatür sanatı şeklinde gelişti. Türk minyatürcülüğü Orta Asya'dan Selçuklulara, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan İstanbul'un fethine ve Lale Devrine uzayan asırlar içinde değişik akım ve anlatım şekilleri kazanmıştır. Türk minyatür sanatı, islamiyetten sonra kitap süsleme sanatı olarak değiştirilen kitap çapına uyacak özellikler göstermektedir. Işık ve gölge yerine düz veya kuyruklu çizgileri örten saf veya parlak renkler kullanılır. Minyatür, milli sanat niteliğini Selçuklular döneminde kazanmış, bu dönemde Nakışhane ve Nigarhane denilen resim okulları kurulmuştur. Bu dönemde İran ile minyatür sanatçısı değişimi yapıldığından Türk-İran minyatürleri birbirlerini etkilemiştir. Ancak, Türk minyatürleri başlangıçtan itibareb daha gerçekçi bir anlatıma sahipti ve günlük hayatı aksettiriyordu. Minyatürde, Osmanlı üslubu XV. asırda belirginleşmiş, klasik örneklerini XVI. asırda vermiştir. XV. asırda Fatih Sultan Mehmed , şairlere ve nakkaşlara rahat çalışma imkanları hazırlatmış, tanınmış İtalyan ressamları saraya davet ederek bir anlamda batı resminin Türkiye'ye girmesini sağlamıştır. İtalyan ressamlardan Matteo di Pasti ile Constanzio di Ferrara, Fatih'in tasvirini taşıyan madalyalar yapmışlardır. Ünlü ressam Bellini de Fatih Sultan Mehmed'in portresi yanında İstanbul'un çeşitli görünümlerini resmetmiştir. XVI. asırda klasik eserlerini veren minyatür sanatına Fatih Sultan Mehmed devrinde sarayda çalışan yabancı ressamların da tesiri oldu. Kanuni Sultan Süleyman devrinde imparatorluğun çeşitli bölgelerinden, özellikle doğudan gelen sanatçılar, sarayda Türk nakkaşlarıyla birlikte çalıştılar. Bu dönemde edebiyatı konu edinen yazmaların yanında tarihi konular da resimlendirilmeye başladı. Bu durum sanatçıların değişik kompozisyon denemelerine yardım etti ve klasik üslubun doğmasına yol açtı. Klasik üslubda en değerli minyatürler II. Mahmud'un zamanında yapıldı. Bu dönemde padişahların savaşlarını,seferlerini, başarılarını, hünerlerini, düğünlerini anlatan yazmaların resimlendirilmesiyle gerçekçi bir üslup ortaya çıktı. Türklerde XVIII. asırdan önceki tasvir sanatının temel özelliği iki boyutlu oluşudur. Minyatür yaşanan çevreden etkilenmekle beraber nesneye bütünüyle bağlı kalmamış , süslemeye çok önem verilmiş, düz ve parlak renkler tercih edilmiştir. Osmanlı minyatüründe, İran minyatürünün romantik peyzaj anlayışı sadeleştirildi ve peyzaj bütünüyle fon olarak kullanıldı. İnsan figürleri, mimari yapılar, konunun esas unsurları minyatürde ön plana çıktı. Klasik Türk minyatüründe çizgiler düz, renkler canlı, üslup hikayecidir. Bu gerçekçi ve hikayeci üslup XVIII asra kadar devam etti. Osmanlı minyatür sanatının en belirgin özelliği sağlam yapılı kahramanları, sadeliği, konuların gerçek hayattan seçilişi ve renk anlayışıdır. Önemli niteliklerden biri de Osmanlı minyatürlerinin birer tarihi belge oluşur. XV asırda Nigari, XVI asırda Nakkaş Osman, XVII asırda Nakkaş Hasan, XVII asırda Levni minyatür sanatının en belli başlı temsilcileridir. Cumhuriyet sonrasında minyatürcülük konusunda en önemli çalışmaları Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver gerçekleştirmiştir. Araştırmalarının yanısıra kendi de minyatürler yapmıştır. Günümüzde minyatür konusunda bazı bireysel çalışmalar haricinde, üretime yönelik bir çaba söz konusu değildir.Mimar Sinan Üniversitesi, Türk Süsleme Sanatları bölümünden Mihriban Sözen ve Neşe Duyar minyatür çalışması yapan sanatçılardır. c. Telkari Orijinal Türk Maden sanatlarından olan Telkari işçiliği büyük bir sabır, titizlik, hayal gücü ve incelik gerektirir. Bu ince Türk sanatı ile Tespih, Köstek, Küpe, Yüzük, Bilezik, Broş, Kemer, Tütün tabakaları, Mücevher kutuları gibi süs eşyası yapılmaktadır. Bugün Diyarbakır'da gümüşle, Trabzon'da altınla yapılan telkari işleri bulunmaktadır.

d. Vitray Vitray denilen renkli camlarla daha çok pencereler süslenerek mimariye zerafet ve güzellik kazandırılmıştır. Osmanlı döneminden günümüze ulaşan dini ve sivil mimari eserlerinde ilgi çekici vitray örnekleri görmek mümkündür. Cam eşyayı süsleme sanatı da Türkler arasında gelişmişti. e. Cam İşlemeciliği Çeşm-i Bülbül denilen cam işleme tarzı bütünüyle Türklere has bir sanat ürünü olarak ün yapmıştır. İlk olarak 1848'de İstanbul'da Çubuklu semtinde kurulan bir cam fabrikasında Çeşm-i Bülbül tarzında eşyalar yapılmağa başlandı. Özel bir cins camdan yapılan bardak, sürahi, vazo ve gülapdan gibi eşyaya Çeşmi-i Bülbül denmesinin sebebi, üzerindeki çizgilerin bülbül gözündeki tahrirlere benzemesindendir diye bilinmektedir. Çeşm-i Bülbül adıyla anılan eşyada en çok kullanılan renkler süt mavisi, koyu kırmızı ve zümrüt yeşilidir. Altınlı, kabartma çiçekli ve tespihli olanları da vardır. f. Ebru Kağıt süsleme sanatı olan ebru, çiftçilikte, kaplama işlerinde, hüsn-ü hat (güzel yazı) pervazlarında, teship cetvellerinde ve üzerinde yazı yazmakta kullanılmaktadır. Türk ustaların elinde en güzel örneklerini veren ebru sanatının Türkistan'dan ipek yolu ile İran'a oradan Anadolu'ya geçtiği tahmin edilmektedir. Osmanlılarda kitap ve yazıları süslemekte kullanılan ebru sanatı çok gelişmiş ve güzel örnekler vermiştir. En eski ebru örnekleri Topkapı Sarayındaki XV. asra ait süsleme kağıtlarıdır. Eski ustalar, dalgalı ebru yanında süslü şekiller ve çiçeklerde yaparlardı. Bu şekillerden ebruları kimin yaptığı anlaşılır ve bu sebeple ebru çeşitleri özel isimlerle anılırdı. Ebru sanatı, resim sanatı içinde bugün de devam etmektedir. g. Teshib Osmanlılarda kitap süsleme sanatlarından olan teshib, saray nakkaşları elinde hat sanatıyla birlikte gelişti. Fatih Sultan Mehmet devrinde teshib sanatında zengin motif düzenleri yapılmaya başlandı. Nilüfer, ıtı yaprağı, çeşitli matayi ve goncalar, ayırma rumilerle yapılan kompozisyonlar, üsluplaştırılmış lale, karanfil, yaprak, bulut gibi motifler değerli eserleri süsledi. Bu dönemin Teshib'in de kullanılan hakim renkler sarı ve yeşil altınla birlikte açık mavi, siyah, beyaz, yeşil, karmen ve turuncudur. XVI asırdan itibaren lacivert, siyah, açık mavi de Teshib renkleri arasına katıldı. Bu asırda zevk, teknik ve kompozisyon çok gelişti. Motif olarak sıralama rumi, narçiçeği, lale, karanfil, haseki küpesi, mine ve üsluplaştırılmış çiçekler kullanıldı. Renkli cetveller, çeşitli geçmeler, orta bağı, tepelik denilen motifler Teshib'de önemli yer tuttu. XVII asırdan itibaren bu sanatta gerileme, batılı anlamda resim sanatında gelişme başladı.
 

Benzer Konular

Yanıtlar
0
Görüntülenme
3B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
11B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Üst