Şark Meselesi

SaMeT46 Harbi Aktif Üye
Şark Meselesi

Şark Meselesi, politika terimidir. İlk defa 1815'te Viyana Kongresi'nde kullanıldı ve ondan sonra, siyaset adamlarıyla tarihçiler nezdinde kredi kazandı.

Meselenin ortaya çıkışı

Viyana Kongresi, Napolyon Bonapart'ın altüst ettiği Avrupa haritasını düzene koymak için toplandığı sıralarda, Rus Çarı Aleksandr, kongre delegelerini Rum davasıyla ilgilendirmek istedi. Kongre, milliyetçilik düşmanı Metternich'in ve doğuda Rusya'nın genişlemesini daima endişe ile karşılamış olan İngiltere'nin tesiriyle, bu konu üzerinde görüşmeler yapılmasını reddetti. Buna rağmen, Rus delegeleri, resmî görüşmelerin dışında, kongre üyelerinin dikkat nazarını Osmanlı İmparatorluğu idaresinde yaşamakta olan Hristiyan halkın durumu üzerine çekmeye çalıştılar ve bu durum için Şark Meselesi terimini kullandılar.

Terim, kongreden sonra diplomatlar arasında çok kullanılmaya ve çeşitli manalar kazanmaya başladı. XIX'uncu yüzyılın ilk yarısında Şark Meselesi, genel olarak, Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünün korunması, aynı asrın ikinci yarısında Türklerin Avrupa'daki topraklarının paylaşılması, yirminci yüzyılda da imparatorluğun bütün topraklarının bölüşülmesi manasında kullanıldı. Fakat Osmanlı İmparatorluğu'nun iç ve dış siyasetinde buhranlı her olay da Avrupalılarca Şark Meselesi başlığı altında incelendi. Bu suretli diplomatlar, Şark Meselesi terimi ile bir hâl ve istikbal durumunu anlarken, Avrupa tarihçileri de aynı terimi geçmiş zamanlardaki Türk-Avrupa münasebetlerini açıklamak için kullandılar. Böylece Şark Meselesi, bir tarih terimi olarak mana kazandı.

Tarihçiler, Türk-Avrupa münasebetlerinin başlangıcı olarak türlü olaylar kabul ettikleri için, Şark Meselesi'nin başlangıcı da tarihçilerin görüş ve eğilimlerine göre tespit edilmiş oldu. Nitekim bu başlangıcı, Türk gençlerinin Avrupa'ya yayılmaya başladığı tarihe kadar götürenler bile vardır. Fakat Şark Meselesi'ne, İslâmlığın doğuşunu, Haçlı seferlerinin başlamasını ve Osmanlı Türklerinin Avrupa'ya ayak basmalarını menşe olarak kabul edenler daha çoktur.

Şark Meselesi'nin konu hâlinde ortaya atılması, 18. yüzyılın ikinci yarısıdır. Bu andan itibaren olay olarak var olan bu mesele, 1815'te isimlendirildikten sonra, 19. yüzyıl boyunca devam ederek, 20. yüzyılın ilk yirmi yılı içinde kesin olarak Osmanlı Devleti'nin tarihe gömülmesiyle ortadan kalktı. Başlangıcından ortadan kalkmasına kadar Şark Meselesi, yalnız Avrupa devletleri için vardır. Avrupalıların anlamış oldukları manada Şark Meselesi Türkler için bir 'Garp Meselesi'dir.

Osmanlılar için Garp Meselesi

Mehmet Ali Paşa ile padişah arasında yedi yıl süren anlaşmazlık ve harp safhası, Osmanlı İmparatorluğu'nun zayıflık derecesini ve büyük Avrupa devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki çıkarlarını belirtmişti. Beş büyük devletin padişah ile Mehmet Ali Paşa arasındaki ihtilâfa karışmalarının başlıca sebebi, İstanbul ile Boğazlar'ın bu ihtilâf esnasında maruz kaldığı tehlike idi. Mısır meselesinin Londra'da imzalanan dörtlü antlaşma sonunda girişilen harp hareketleri ile çözülmesi, Boğazlar probleminin çözülmesi demek değildi. Osmanlı İmparatorluğu artık Boğazlar'ı kendi kudret ve kuvvetiyle savunmayacağı için, büyük devletler arasında Boğazlar üzerinde bir antlaşmaya varılması gerekli idi. Böyle bir antlaşma ise, her şeyden önce, büyük devletlerin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki çıkarları ve bu imparatorluk için besledikleri düşünceler ile ilgili idi.

Fetihler siyaseti, Büyük Petro'nun bıraktığı farz edilen bir vasiyetnameye dayanan Rusya'nın, İstanbul ve Boğazlar'ı egemenliğine geçirmek istemesi, yalnız çarların bir politikası olmayıp Rusya'nın genel istilâ siyasetinin doğurduğu bir netice idi. Geniş ve zengin toprakları ile Avrupa'da siyasette olduğu kadar ekonomide de kuvvetli olmak isteyen Rusya, denizlere muhtaçtı. Rusya'nın kuzey ve batı denizleri, senenin muayyen bir bölümünde buzlarla örtülü idi. Doğu sahilleri ise ekonomi ve ticaret bakımından yeter derecede değerli değildi. Bu böyle olduğu için Karadeniz'i ve Akdeniz'i Ruslar iktisat ve ticaretleri için birinci derecede önemli buluyorlardı. Ruslar, ilk defa olarak, Karlofça muahedesiyle (antlaşması) Karadeniz'e birleşik olan Azak Denizi'ne yerleştiler (1699).

Bundan sonra Karadeniz'i Rus gölü yapmak, Rus politikasının amaçlarından biri oldu. 1774'te imzalanan Küçük Kaynarca muahedesi, bu amaç istikametinde atılmış kuvvetli bir adım idi. Bu muahede ile Dinyeper nehri mansabındaki (girişindeki) Kılburun kalesini ve sözde istiklâlini sağladıkları Kırım'ı, bir de Yenikale ile Kireçburnu'nu aldıktan başka, ticaret gemileri için de Boğazlar'dan serbestçe geçiş hakkını kazandılar. 1784'te Kırım'ı resmî olarak Rus topraklarına ilhak ettikten (kattıktan) sonra Rusya, Grek projesini gerçekleştirmeyi kurdu. Bu projenin temel amacı, İstanbul ve Boğazlar üzerinde Rus nüfuzunu gerçekleştirmekti. Rusya'nın Avusturya ile birlikte Osmanlı Devleti'ne karşı bu maksatla 1787'de başlattığı harp, onu amacına yaklaştırmaktan uzak kaldı. Napolyon Bonapart'ın Mısır'a saldırışı (1798), Sen-Petersburg hükûmetine maksatlarına ulaşmak için başka yoldan yürümek fırsatını verdi. Ruslar, Osmanlı hükûmetine, Fransa'ya karşı ittifak teklif ettiler. 1799'da Osmanlı-Rus antlaşması bu teklif üzerine imzalandı. Rusya, ilk defa olarak, dost devlet sıfatıyla Boğazlar'dan her iki istikamette gemi geçirmek hakkını sekiz yıl için kazanmış oluyordu. Ruslar, Osmanlı İmparatorluğu'nu başka devletlerle paylaşmak veyahut onun yerinde bir Grek hükûmeti kurmaktan ise, padişahı himayelerine almanın daha uygun olacağını bundan böyle düşünmeye başladılar.

1805'te yenilenen Osmanlı-Rus muahedesinde, Türkiye ve Rusya Karadeniz'i kapalı deniz olarak kabul ettiler. Kendi harp gemilerinden başka harp gemilerinin bu denize girmesi yasak idi. Bir düşman filosunun zorla girmesi halinde iki devlet kuvvetlerini bir ederek karşı koymayı üzerlerine alıyorlardı. Bundan başka, Rus harp gemilerinin Boğazlar'dan serbestçe geçmesi ve Bâb-ı âlî'nin gerektiği hallerde bu gemilere yardım etmesi kararlaştırılmıştı.

1807'de başlayan Osmanlı-Rus harbi dolayısıyla bu muahede hükümsüz kaldı ise de, Yunan isyanlarının sebep olduğu 1828-1829 Osmanlı-Rus harbi sonunda imzalanan Edirne muahedesinde Ruslar, Boğazlar'dan ticaret gemileri için geçit haklarını tekit ettirdiler (güçlendirdiler). Hünkâr İskelesi antlaşmasıyla da Boğazlar'ın başka devletlerin harp gemilerine kapatılmasını sağladılar. Bu antlaşmanın hükmü, Londra Konferansı'na kadar hak bakımından yürürlükte kaldı.

Fransa'nın Boğazlar'la ilgilenmesi, coğrafya durumundan başka, Osmanlı İmparatorluğu ile yüzyıllardan beri devam ettirdiği siyaset ve ekonomi münasebetlerinin yapısı, bir de XVIII'inci yüzyılda sömürge politikasında yer alan değişiklik sebebiyledir.

Fransa, Akdeniz devletidir. Osmanlılarla 16. yüzyılda sağladığı dostluk sayesinde kapitülâsyonları elde etmiştir. Bunlar Osmanlı topraklarında ekonomi ve ticaret bakımından Fransızlara önemli çıkarlar sağlamakta idi. 18. yüzyılın ikinci yarısında, Amerika'daki sömürgelerini İngilizlere kaptırdıktan sonra Atlas denizinde egemenlik İngilizlerin eline geçmişti. Fransa, Atlas denizindeki kayıplarını telâfi etmek için Akdeniz'i bir Fransız gölü haline getirmek yolunu tuttu. Taleyran'ın hatıratında:

Akdeniz tamamen bir Fransız gölü olmalıdır. Ticaretini biz yapmalıyız. Bizim projelerimizi kendilerine mal edinmek isteyenleri Akdeniz'den uzaklaştırmalıyız.

Kampoformiyo muahedesinden (1797) sonra, Venedik Cumhuriyeti topraklarının Avusturya ile Fransa arasında paylaşılması, Fransızların Yedi Yunan adalarına yerleşmeleri, hatta Mısır'ı istilâ etmek teşebbüsünde (girişiminde) bulunmaları, Akdeniz'i Fransız gölü yapmak yolunda atılmış kuvvetli adımlardır. Fakat Fransa'nın Akdeniz'i egemenliği altına alması isteği, Rusya'nın Karadeniz'i Rus gölü haline getirmek, Boğazlar'ı ele geçirerek Doğu Akdeniz'e sahip olmak ihtirasları ile çarpışıyordu. Çar Aleksandr, Erfurt'ta, Osmanlı İmparatorluğu topraklarının paylaşılmasını Napolyon Bonapart ile söyleşirken İstanbul'un ve Boğazlar'ın Rusya'ya bırakılmasını istemişti. Napolyon bu isteğe, İstanbul tek başına imparatorluğa değer ve Marsilya'nın yolu Boğazlar'dan geçer sözleriyle Rusya'nın ihtiraslarına set çekti. Bundan sonra, İstanbul ve Boğazlar'a karşı yönetilen her Rus hareketi, karşısında Fransa'yı, Doğu Akdeniz'e yayılmak istidadında olan her Fransız çalışması da karşısında Rusya'yı buldu.

İstanbul ve Boğazlar'la bu kadar yakından ilgili olan yalnız Rusya ile Fransa değildi, İngiltere de vardı.

18. yüzyıla gelinceye kadar İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu ile yalnız ticaret bakımından ilgilenmekte idi. XVIII'inci yüzyılın ikinci yarısında, 1768-1774 Osmanlı-Rus harbi sıralarında, Doğu Akdeniz ve Boğazlar, İngiltere için hiçbir ehemmiyet taşımıyordu. O kadar ki, harp içinde bir Rus filosunun Baltık denizinden, Akdeniz'e gelerek Yunan adalarını ve Mora'yı işgal etmesi, İngilizlerin müsamahası ve kılavuzluğu ile mümkün olmuştu. Fakat XVIII'inci yüzyılın sonlarına doğru İngiltere, Doğu'da kurmuş olduğu imparatorluğun büyük önemini kavradı. Bu imparatorluğa giden yolların güvenini sağlamak, İngiltere politikasının başlıca amacı oldu. Hindistan ile Avrupa arasında en kısa yol Akdeniz'den geçtiği için, bu deniz İngiltere için yalnız ekonomi bakımından değil, fakat politika bakımından da değer kazandı.

Akdeniz egemenliğini kimseye kaptırmamak, İngiltere için temel problemler arasına girdi. Kendisi 1713'te Atlas denizi ile Akdeniz'in kapısı olan Cebelitarık'a yerleşmişti. Napolyon Bonapart'ın Mısır'ı istilâ sebeplerinden birinin de, İngiltere'yi sömürge yollarında vurmak olduğu için, İngiltere, Türkiye ve Rusya ile, Fransa'yı Mısır'dan çıkarmak için işbirliği yaptı. Bu olay kendisine Akdeniz'in orta yerinde strateji yönünden önemli yer olan Malta'yı kazandırdı. İngilizler, bir aralık geçici olarak yerleştikleri Mısır'ı bile işgal etmeyi düşündüler. Çünkü Hindistan'a giden yollardan en önemlisi buradan geçmekte idi. Hindistan yollarından bir başkası da Dicle, Fırat vadisinden Basra Körfezi'ne uzanan yoldu. Bu yol da Osmanlı egemenliğinde bulunuyordu. İngiltere'nin Osmanlı topraklarının tamlığına taraftar olması bu yollar sebebiyledir. İngiltere, bu yolların Fransa'nın veya Rusya'nın eline geçmesini önlemek için, Osmanlı İmparatorluğu ile devamlı surette işbirliği yapmayı politikasının temelli prensiplerinden biri saymıştır.

Deniz devleti olmadıkları için Avusturya ve Prusya, Boğazlar üzerinde bundan önce saydığımız üç büyük Avrupa devletinin politikalarına benzer politikaya sahip olmamışlardır.

Avusturya, Osmanlı İmparatorluğu'nun komşusu olduğu için, bu imparatorluğun mukadderatı ile ilgilenmiş, Prusya da Avrupa büyük devleti sayıldığından, Avrupa problemi hâlini alan Osmanlı meselelerinde düşüncesini söylemeye davet edilmiştir. Sözün kısası, bu iki devlet, Boğazlar meselesinde, hiçbir zaman teşebbüs sahibi olmamışlardır.

1841'de Boğazlar hakkında karar vermek için Londra Konferansı'nın toplanacağı günün arifesinde, büyük devletlerin, Boğazlar meselesi hakkındaki genel düşünce ve durumları yukarıda açıklanan şekildedir.

Mısır meselesinin halline esas olmak üzere 1840'ta Londra antlaşmasını imzalamış olan dört devlet, Boğazlar problemini de Londra'da bir konferansta çözmeyi uygun buldular. Birinci konferansa iştirak etmemiş olan Fransa da bu konferansa çağrıldı. İlkin Fransa ve Avusturya'nın Osmanlı İmparatorluğu topraklarının mülkiyet tamlığı prensibinin tanınması hakkında ileri sürdükleri teklif görüşüldü ve Rusya'nın itirazları yüzünden reddedildi. Bundan sonra, yalnız İstanbul ile Boğazlar'ın durumu hakkında bir karara varılmak için çalışıldı. Neticede İngiltere, Rusya, Fransa, Avusturya, Prusya ve Osmanlı murahhasları arasında Londra antlaşması imzalandı. Dört maddeli olan bu antlaşmaların özü ve önemi ilk iki maddededir:

* Madde 1 - Padişah, barış hâlinde bulunduğu yabancı devletlerin harp gemilerine Boğazlar'ı kapamak hususunda Osmanlı İmparatorluğu'nca öteden beri kaide olarak kabul edilmiş olan prensibi gelecekte de yürürlükte bulundurmak yolunda kesin karar verdiğini bildirir.
* Madde 2- Padişah, eskiden olduğu gibi, dost devlet elçilerinin muhabere hizmetinde bulunacak olan harp bayrağı taşıyan hafif harp gemilerine özel fermanlarla Boğazlar'dan geçiş hakkı verebilir.

Bu maddelerdeki hükümler, Rusya'nın bir zaferi gibi sayıldı. Çünkü Rusya, bu hükümler ile Hünkâr İskelesi'nde sağlamış olduğu Boğazlar'ın kapalılığı prensibini devam ettirmiş ve Karadeniz'deki güvenini tekrar sağlamış oluyordu. Fakat aynı antlaşma ile de Boğazlar'da olsun, Doğu Akdeniz'de olsun, egemenlik veya nüfuz kazanmak emelinden de vazgeçmiş oluyordu. İngiltere, Fransa, Avusturya ve Prusya da zaten Rusya'nın en çok genişleyici emellerinden korktukları için, Boğazlar antlaşması onların da çıkarlarına uyuyordu. İçinde bulunduğu zayıf ve çaresiz durumda, Boğazlar antlaşması Osmanlı İmparatorluğu için de kârlı idi. Osmanlı devlet adamları Rusya'nın İstanbul ve Boğazlar üzerinde himayesini tanımaktan ise, aynı yerler hakkında Avrupa büyük devletlerinin toplu garantisini kabul etmeyi çok daha faydalı buluyorlardı. Ancak, bu toplu garanti beş büyük devletin arasında ahengi kaybolduğu andan itibaren İstanbul ve Boğazlar'ın, dolayısıyla bütün Osmanlı İmparatorluğu'nun mukadderi tekrar tehlikeye girmekte idi.

Boğazlar antlaşması uzun ömürlü olmadı. 1853 yılına kadar yürürlükte kaldı, fakat bu tarihte Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğu'nu pay etme ve himayesi altına alma teşebbüsleri neticesinde Fransız ve İngiliz donanmalarının Osmanlılara yardım maksadıyla Çanakkale Boğazı'nı geçmeleri üzerine suya düştü.
 

Benzer Konular

Yanıtlar
0
Görüntülenme
3B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
5B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
4B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
3B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
3B
Üst