Mesneviden hikayeler

pamuk prenses Harbi Prenses
PUTLARIN SECDESİ Sana Halime’nin gizli hikayesini söyleyeyim de gönlünden gam gitsin! Mustafa’yı sütten kesince fesleğen ve gül gibi elini alıp bağrına basarak... Her iyi ve kötüden kaçırıp esirgeyerek o padişahlar padişahını atasına teslim etmek üzere Mekke’ye geldi. O emaneti, zayi etmeden korkarak Kabe’ye geldi, Hatim’e girdi. Fakat bu sırada havadan “ Ey Hatim, sana pek büyük bir güneş dogdu...Ey Hatim, bugün sana cömertlik güneşinden yüz binlerce nur isabet ediverdi... Ey Hatim, bugün sana, talih ve bahtin, ardinda çavuş oldugu ulular ulusu bir padişah gelip kondu... Şüphe yok ki yeni baştan yücelikler alemine mensup canlarin konagi olacaksin... Tertemiz canlar her yandan bölük bölük, takim takim, şevklerinden sarhoş olarak sana gelecekler” diye ses geliyordu. Halime bu sese şaşirip kaldi... ne önde kimse vardi, ne artta! Alti cihette de kimse yoktu... fakat bu canlar feda olasi ses, ardi ardina gelip durmaktaydi. Halime, o güzel ses nereden geliyor, kim söylüyor diye araştirmak üzere Mustafa’yı yere bıraktı. Her tarafa göz gezdirdi... o sırlar açan, gizli şeyler söyleyen padişah nerede diye her tarafa baktı. Yarabbi, böyle yüce bir ses sağdan, soldan gelmede... fakat söyleyen kim? Diyordu. Kimseyi göremeyince şaşırdı, ümidi kesildi, söyleyeni bulamayacağını anladı... söğüt dalı gibi her tarafı tir tir titriyordu. Tekrar o aklı başında olan çocuğu bıraktığı yere döndü... bir de ne baksın, Mustafa, koyduğu yerde yok! Büsbütün şaşırdı... Konağı dertlerle karardı adeta! Şu yana, bu yana koşup bağırmaya, bir tanecik incimi kim aldı benim diye feryat etmeye başladı. Mekke’liler biz bilmiyoruz... hatta orada bir çocuk olduğunu bile görmedik dediler. Halime öyle bir feryat edip ağlamaya başladı ki onun ağlamasını görüp başkaları da ağladılar! Göğsünü döverek öyle yanık yanık ağlıyordu ki ağlamasına bakıp yıldızlar bile ağlamaya koyuldular! Bu sırada ihtiyar bir adam, elindeki sopasını kaka kaka çıkageldi. Dedi ki: “A Halime, başina ne geldi senin ? Neden böyle agliyor, yasla cigerler dagliyorsun?” Halime “Ben Ahmed’in inanılır, güvenilir süt ninesiyim...onu atasına teslim etmek üzere getirdim. Fakat Hatime gelince kulağıma havadan sesler gelmeye başladı. Gökten gelen o sesleri duyunca çocuğu oraya bıraktım...Bu sözleri kim söylüyor, göreyim dedim... çünkü pek latif, pek güzel bir sesti o. Ne etrafımda kimseyi gördüm, ne de bir an o ses kesildi. Şaşırıp kaldım, şaşkınlıkla şuraya buraya giderken bir de baktım ki çocuk, koyduğum yerde yok... eyvahlar olsun, yazık oldu bana!” İhtiyar, “Meraklanma, kederlenme... ben sana bir padişah göstereyim. O sana çocugun ne oldugunu, nereye gittigini, nerede bulundugunu söyler” dedi. Halime, canım feda olsun sana ey güzel yüzlü, tatlı sözlü ihtiyar! Hadi, hemen bana o yüce bakışlı padişahı göster de çocuğun halinden haber alayım, dedi. İhtiyar, Halime’yi Uzza’nın yanına götürdü... dedi ki: “Bu put, kayıpları haber vermede tecrübe edilmiştir. Biz, ona tapı kılarak vardık mı binlerce kaybımızı bulmuştur.” İhtiyar, puta secde edip derhal “Ey Arabın velinimeti, ey cömertlik denizi! Ey uzza! Sen bize nice lutuflarda bulundun da biz tuzaklardan kurtulduk. Lutufların yüzünden Arap’ta hakkın var... Arab’ın sana ram olması farz olmuştur. Sad kabilesinden olan Halime, derdine derman olacağını umarak senin gölgene gelip sığındı. Onun bir küçük çocuğu kaybolmuş... adı Muhammedmiş!”dedi. Arap, Muhammed derdemez derhal bütün putlar yere kapandılar, secde ettiler. “A ihtiyar, Muhammed’i ne çeşit arayiş bu? Biz onun yüzünden işten kalacak, hor hakir olacagiz! Biz onun yüzünden yüz üstü düşecegiz, taşlanacagiz... onun yüzünden karimiza kesat gelecek, ayarimiz mahvolacak! Fetret zamaninda heva ve heves ehlinin arada bir bizden gördükleri o hayaller, Onun devri gelince yok olacak... su görününce teyemmümüm hükmü kalmayacak! A ihtiyar, uzaklaş bizden sinama ateşini alevlendirme; Ahmed’in kıskançlığıyla bizi yakma! Allah aşkına uzaklaş ey ihtiyar... uzaklaş da takdir ateşi, seni de bizimle beraber yakmasın! Biliyor musun ki bu, adeta ejderhanın kuyruğunu sıkmaktır... hiç biliyor musun, bu ne çeşit haber getiriştir? Bu haberden denizin de yüreği coşar, madenin de ... bu haberden yedi kat gök bile tir tir titrer!” dediler. O gün görmüş, yaş yaşamiş ihtiyar, taşlardan bu sözleri duyunca sopasini yere atti. Titremeye başladi... o seslerden korkmuştu; dişleri takir takir birbirine vuruyordu. Kişin çiplak adamin titremesi gibi titremekte “ Eyvahlar olsun, helak olduk” demekteydi. Halime ihtiyarın bu halini görünce büsbütün şaşırdı, ne yapacağını unuttu. Dedi ki: “ A ihtiyar, ben de mihnetteyim ama şimdi temelli şaşirdim kaldim! An olur rüzgar bana hatiplik eder, zaman gelir taşlar edep ögretir! Rüzgar, bana söz söyler... taş ve dag, eşyanin hakikatini anlatir! Gah olur gayb erleri, gökyüzünün yeşil kanatli melekleri çocugumu kaparlar! Kime aglayip sizlanayim... kime şikayet edeyim? Yüzlerce gönülle sevdalara kapilanlara döndüm şimdi. O çocugun gayreti, gayb sirlarini söyletmiyor, agzimi yumuyor benim...şu kadar söyleyeyim: çocugum kayboldu! Fakat şimdi başka bir şey söylesem halk, beni delirdi sanir, zincirlere vurur!” İhtiyar dedi ki: “Halime, şad ol... şükür secdesine kapan, yüzünü pek yirtma. Gam yeme... o kaybolmaz, belki bütün alem onda kaybolur! Her an onun önünde, ardinda yüz binlerce gözcü bekçi var; onu korurlar. Görmedin mi? O hünerli putlar, çocugun adini duyunca nasil yerlere kapandilar, secde ettiler! Bu devir yeryüzünde acayip bir devir... ben ihtiyarladim gittim de buna benzer bir şey görmedim. Bu haberden taşlar nasil feryada geldiler ? Bilmem artik suçlulara neler olur? Taşa biz mabut diyoruz, mabut oluşta onun bir suçu yok ... sen de ona kul olmaya mecbur degilsin! ( Fakat ona sen mabut diyorsun, o da bunu reddediyor, kabul etmeye mecbur.) O, mecburken bu derecede korkarsa artik suçluya neler olacak, bir düşün! Mustafa’nın ceddi, Halime’nin halini, halk içinde ağlayıp sızladığını, sesi, bir millik mesafeye yetişecek kadar feryat ve figan ettiğini duyunca, işi anladı... eliyle göğsünü yumruklamaya, bağırıp ağlamaya koyuldu. Derken yana yakıla Kabe kapısına gelip dedi ki: “ Ey gece sırlarını da, gündüzün gizlenen işleri de bilen Tanrı! Kendimde bir hüner, bir marifet görmüyorum ki senin gibisiyle sırdaş olayım. Kendimde bir ehliyet görmüyorum ki bu kutlu kapıda makbule geçeyim. Ne başımda bir değer var, ne secdemde... ne de ağlamamla bir devlet gülümser benim. Ancak o eşi bulunmaz tek incinin yüzünde senin lutuf eserlerini görmüşüm ey kerem sahibi Tanrı’m. O bizden ama bize benzemiyor... biz hep bakırız, Ahmet kimya! Onda gördüğüm şaşılacak şeyleri ne bir dostta gördüm ben, ne bir düşmanda! Bu çocuğa ihsan ettiğin faziletleri, birisi yüzyıl mücadelede bulunsa elde edemez”, nişanesini bile bulamaz. Senin ona olan inayetlerini iyice gördüm... anladim ki o senin denizinin biricik incisi! Ben de işte sana onu şefaatçi getirmedeyim... onun yüzü suyu hürmetine ey herkesin halini bilen Tanri, o ne haldedir; bana bildir! Kabe içinden derhal bir ses geldi: “şimdi sana yüz gösterecek ! O yüzlerce devletle bizden nasip almiştir... yüzlerce bölük melek, onu korumadadir. Onun zahirini, aleme meşhur edecegiz... batinini da herkes den gizleyecegiz! Su ve toprak altin madeniydi; bizse kuyumcuyuz... gah onu halhal yapariz, gah yüzük! Gah kiliç bagi yapariz... gah aslanin boynuna tasma! Gah onu tahti bezeyen turunç yapariz, gah devlet isteyen padişahlarin başina taç ederiz!... Bu toprakla aşklarimiz vardir bizim...çünkü o riza ka’desine oturmuştur. Gah ondan böyle bir padişah çikaririz... gah o padişahi da bir padişaha aşik ederiz! O topraktan yüz binlerce aşik, yüz binlerce maşuk yaratiriz... hepsi de feryad-ü figandadir, arayip taramadadir! Bizim işimize candan meyli olmayanin körlügüne işimiz budur işte! Nevaleyi aziksizlar üzerine koruz...işte o yüzden topraga bu faziletleri veririz biz. Çünkü toprak, tozlu ve kapkara görünür ama içinde nurlu sifatlar vardir. Diş yüzü iç yüzüyle savaştadir... iç yüzü inci gibidir, dişi taşa benzer. Dişi, biz, ancak buyuz der... içi, dikkat et, işin önüne, ardina iyi bak der! Dişi içimizde hiçbir şey yoktur diye inkarda da bulunur... içi hele dur da sana hakikatimizi gösterelim der. Dişiyla içi savaştadir... ve içi, dişina sabrettiginden Tanri yardimina nail olur. Işte biz bu ekşi suratli topraktan suretler düzer onun gizli gülümsemesini meydana çikaririz. Çünkü topragin dişi kederden, aglayiştan ibarettir ama içinde yüz binlerce gülüşler vardir. Biz sirlari açiga vururuz... işimiz budur bizim!bu gizli şeyleri pusudan çikarir dururuz! Hirsiz inkardan gelir, susar bir şey söylemez ama sahne onu sikiştirir, hirsizligini meydana çikarir! Bu topraklarda da nice nimetler çalmiştir...onu belalara ugratir, ikrar ettirir. Onun nice şaşilacak çocuklari var... Fakat Ahmet hepsinden üstün! Yerle gök, bizim gibi iki çiftten böyle bir tek padişah dogdu diye gülmekte, sevinip neşelenmektedir. Gökyüzü neşesinden yarilmada ... yeryüzü, azadeliginden süsene dönmektedir! Ey güzel toprak, mademki diş yüzün iç yüzünle savaşta, çekişte... kim kendisiyle savaşa girişirse nihayet hakikati, bulur, rengin, kokunun ( görünüşün ) düşmani olur. Karanligi nuruyla muharebeye girişenin can güneşine zeval yoktur. Bizim için sinamalara giren, bizim için çalişan kişinin ayagina gök bile sirt verir! Zahirin karanliklardan feryat etmede ama içyüzün gül bahçesi içinde için de gül bahçesi! O, ekşi suratli sofiler gibi nur söndüren kişilerle karişip uzlaşmamak niyetinde. Ekşi suratli arifler, kirpiye benzerler...sert dikenlerin dibinde gizlice zevki safadadir onlar. Bahçe gizlidir de bahçenin çevresindeki diken meydanda... yani ey düşman hirsiz, bu kapidan uzaklaş derler! Ey kirpi, kendine dikeni bekçi yapmişsin... başini, sofiler gibi içine çekmişsin. Istiyorsun ki şu gül yüzlü, fakat diken huylu kişilerden hiç kimse, senin azicik bir zevkine bile ilişmesin! Senin çocugun, çocuk huylu ama iki alam de onun yavrucagi... onun için yaratilmiş! Biz, alemi onunla diriltir, felegi onun hizmetine kul, köle ederiz! Abdulmuttalip “ şimdi nerede ey gizlileri bilen, bana ona varacak dogru yolu göster” dedi. Kabe içinden Abdülmuttalib’e ses geldi: “Ey o aklı başında olan çocuğu arayan, filan vadide, falan ağacın altında!” O iyi bahtlı, bu sesi duyunca hemen yürüdü. Ardınca da Kureyş emirleri gidiyorlardı. Çünkü Peygamber’in atası Kureyş ulularındandı. Adem Peygambere kadar bütün geçmişleri, mecliste de en ulu kişilerdi, savaşta da! Bu soy, zahiri soyuydu... ulu padişahlar padişahından süzülmeydi. İçiyse zaten soydan, soptan uzaktı, paktı... balıktan “simak” denilen yıldıza kadar onunla cins ve eşit olacak kimse yoktu! Hak nurunun kimden doğduğunu, nasıl vücut bulduğunu kimse aranmaz. Tanrı halkının nescini arayıp sormaya ne luzum var? Tanrı’nın sevap karşılığı olarak verdiği en bayağı hil’at bile güneş ziyasindan daha parlak, daha üstündür! Hani bir köpek, çukur içinde kör dilenciyi gördü de saldirdi, hirkasini yirttiydi ya! Bunu söyledik ama tenkit için bir kere daha söylüyoruz. Kör dedi ki: Senin dostlarin şimdi daglarda av ariyorlar... Hisimlarin dagda yaban eşegi avliyorlar... sense köy ortasinda kör tutuyorsun! A yücelerden kaçan şeyh, bu hileyi birak! Sen, başina birkaç körü toplamiş aci suya benziyorsun! Adeta bunlar benim dervişlerimdir...ben de aci suyum. Benden içerler de böyle kör olurlar diyorsun! Suyunu Ledün denizinden tatli bir hale getir. Kötü suyu bu körlere tuzak yapma! Kalk, yaban eşegi avlayan Tanri aslanlarini gör... sen, neden köpek gibi hileyle kör avlamadasin? Onlara yaban eşegi avliyorlar dedim... fakat yaban eşegi de nedir ki? Onlar sevgiliden başkasini avlamazlar... hepsi de aslandir, aslan avcisidir, nur sarhoşudur! Avi ve padişahin avciligini seyrederken hepsi de avlanmayi birakmişlar, hayran olup can vermişlerdir! O cinsten olan kuşlari avlamak için avcilar nasil ellerine ölü bir kuş alirlarsa sevgili de onlari eline almiştir. O ölü kuş vuslat ve firkat arasinda ihtiyarsiz bir haldedir. “ Kalp, Tanrı’nın iki parmağı arasındadır” hadisini okumadın mı? Ölü kuşa avlanan dikkat ederse görür ki padişaha avlanmıştır. Bu ölü kuştan baş çeken, asla avcının elini bulamaz! Ölü kuş der ki: benim murdarlığıma bakma padişahın bana olan aşkına bak... bak da beni nasıl görüp gözetmekte, bir gör! Ben pis değilim... beni padişah öldürdü; suretim, ölüye benzedi. Bundan önce kanadımla uçuyordu; şimdiyse hareketim, padişahın elinden. Fani hareketim, derimden çıktı gitti... şimdiki hareketim baki, çünkü ondan! Benim hareketime karşı eğri harekette bulunanı, simurg bile olsa perişan eder, ağlatır, inletir, öldürürüm! Diriysen aklını başına topla da beni ölü görme... kulsan benim padişah elinde olduğumu gör! İsa, keremiyle ölüyü diriltti... halbuki ben, İsa’yı yaratanın elindeyim. Tanrı elinde oldukça hiç ölü kalır mıyım? İsa’nın elinde bile olsam buna imkan yok! İsa’yım ama nefesimden can bulan bir daha ölmez, ebediyen diri kalır. İsa’nın nefesiyle dirilen, tekrar öldü... fakat bu İsa’ya can verene ne mutlu! Ben, Musa’mın elindeki asayım... Musa’m gizli de ben, önünde görünüp durmaktayım. Müslümanlara deniz üstündeki köprü kesilir, sonra da Firavun’a ejderha olurum! Oğul, yalnız bu asayı görme... Tanrı elinde olmasa asa, bu işleri yapamaz! Tufan dalgası da asa kesildi... o dertte büyücülere tapanların şatafatlarını sömürüp yedi! Tanrı asalarını saymaya kalkışsam şu Firavun’a mensup olanların hilelerini yutarım ya... Fakat bırak, bu zehirli tatlı otu birkaç günceğiz otlasınlar hele! Firavun’un mesnedi ve başlik, başbugluk, olmasaydi cehennem nereden beslenecekti ki? A kasap, önce semirt de sonra kes... çünkü cehennemdeki köpekler aziksiz! Dünyada düşmanlar olmasaydi halktaki kizginlik yatişir, geçer giderdi! Cehennem dedigin o kizginliktir... düşmanlik gerek ki yaşasin. Yoksa merhamet, onu söndürüverirdi! O vakit kahirsiz ve kötülüksüz lutuf kalirdi; bu takdirde padişahligin kemali nasil zahir olurdu ki? O münkirler, ögütçülerin sözlerine, getirdikleri misallere aldiriş etmediler, onlarin sakallarina güldüler! Istersen sen de gül... fakat a murdar, ne vakte dek yaşayacaksin, ne vakte dek? Ey sevenler, niyaza başlayin, şad olun, bu kapida yalvarin... çünkü bu kapi, bugün açilacak! Bahçede sogan, sarimsak vesaire gibi sebzelerin her birine ayri bir evlek vardir. Her biri, kendi cinsiyledir, kendi evlegindedir...yetişip olmak için orada rutubetten gidalanir durur! Sen safran evlegisin, safran olur... başka sebzelerle karişip uzlaşma! Ey safran, sudan gidani al da safran ol, zerdeye gir! Şalgam evlegine girip agzini açma da onunla ayni tabiatta, ayni huya sahip olma! Sen bir evlege konmuşsun, o bir evlege... çünkü “Tanrı’nın olan yeryüzü pek geniş!” Hele o yeryüzü yok mu? O kadar geniş ki sefere çikan devler, periler bile orada kaybolmada! O denizde, o ovada, o daglarda vehim ve hayal bile yol alamaz; kaybolur gider! Şu ova, o yeryüzündeki ovada uçsuz bucaksiz denizdeki bir kara kil gibi kalir! Orada öyle durgun sular var ki akmalari gizlidir... hepsi de akarsulardan daha taze, daha hoştur! Içten içe can ve ruh gibi gizli gizli akarlar, akip giden ayaklari vardir!dinleyen uyudu, sözü kisa kes ey hatip... su üstüne yazi yazmayi birak gayri! Kalk ey Belkis, alişveriş pazari kizişti...şu kesatçi hasislerden kaç! Kalk ey Belkis, ölüm gelip çatmadan şimdi ihtiyarinla kalk! Sonra ölüm, kulagini öyle bir çeker ki hirsiz gibi can çekişe sahneye gelir, teslim olursun! Bu eşeklerden ne vakte dek nal çalip duracaksin? Eger bir şey çalacaksan bari gel de laal çal! Kiz kardeşlerin ebedilik mülkünü elde ettiler, sense bu yasli yurtta kalakaldin! Ne mutlu ona ki bu yurttan siçradi, çikti...çünkü ecel, bu yurdu nihayet yikar, viran eder! Kalk, gel ey Belkis de bir kerecik olsun din padişahlariyla din sultanlarinin yurdunu gör! Onlar, görünüşte dostlar arasinda nagmelerle deve sürüyorlar ama iç aleminde gül bahçesinde oturmuşlar, zevki safa ediyorlar. Bahçe, onlar nereye giderse beraber gitmekte...fakat bu halktan gizli! Meyveler, beni topla, beni devşir diye yalvarmada... abihayat, benden iç diye niyaz etmede! Gel de güneş gibi, dolunay gibi, hilal gibi kolsuz ve kanatsiz gökyüzünde dön dolaş!.. yürümeye başladin mi ruh gibi ayaksiz yürürsün... çigneme zahmetine ugramadan yüzlerce yemekler yersin! Ne gemime gam timsahi çarpar...ne ölümden kötüleşirsin! Sen hem padişahsin, hem asker, hem taht... sen hem iyi bir bahta nail olursun, hem bizzat baht ve talih kesilirsin! Fakat zahirde bahtin iyi olursa, yüce bir sultan olursa ne fayda... bu baht başkasinindir, bir gün gelir olur, bahtin döner! Sen de yoksullar gibi muhtaç bir hale düşersin... ey seçilmiş kişi, sen baht ol, sen devlet kesil! Ey manevi er, kendin baht olur da bu bahti, bu talihi kaybedersin? Ey güzel huylu, bizzat sen, kendine mal, mülk olursan bunlari nasil olur da kaybedersin... imkan mi var buna?
DAVET
Birisi, gündüzün, gönlü aşk ve yanışla dolu olarak kandille gezerdi. Bir herzevekil ona dedi ki: A adam kendine gel de öyle bir dükkanı arayıp durma. Aydın günde kandille ne gezip duruyorsun, bu ne saçma şey? Adam dedi ki: Her yanda adam arıyorum. O nefesle diri olan kimdir? Bir adam, şu Pazar, adamla dolu o hür kişi dedi. Adam arayan dedi ki: Bu iki yol ağzı ana caddede öfke ve hırs zamanında dayanan bir adam arıyorum. Öfke ve şehvet vaktinde kendini tutabilen adam nerede? Bucak, bucak sokak, sokak böyle bir adam arıyorum işte. Nerede alemde bu iki halde dayanabilen bir adam ki bugün ona canımı feda edeyim. Bunu duyan, nadir bulunur bir şey arıyorsun, fakat kaza ve kaderden gafilsin dedi iyi bak. Sen, fer-e bakıyorsun; asıldan haberin bile yok. Biz fer-iz asıl olan kader hükümleridir. Kaza ve kader, dönüp duran gökyüzünün bile yolunu kaybeder. Yüzlerce Utarit’i kaza ve kader aptallaştirir. Çare alemini daraltir, demirle mermeri bile eritir, su haline getirir. Ey bu yolu adim adim adimlamaya karar veren kişi, sen hamin hamisin, hamin hamisin, hamin hami. Degirmen taşinin dönüşünü gördün, bari gel de dereyi de gör. Topragi tozu havalanmiş görmedesin. Fakat topragin arasinda yeli de gör. Düşünce kaplarini kaynar görmedesin, aklini başina devşir de ateşe de bak. Tanri Eyyüb’e ihsanlarını söylerken ben, senin her kılına bir sabır verdim dedi. Kendine gel de sabrına bu kadar bakma. Sabrı gördün sabır vereni de gör. Dolabın dönüşünü ne vakte dek göreceksin? Başını çevir de hızlı ve coşkun coşkun akan suyu da gör. Görüyorum deyip duruyorsun ama onu görmenin ayan beyan nişaneleri vardır. Şöyle denizin köpüğünü görüverdin mi hayran olman lazım ki denizi de göresin. Köpüğü gören, sırlar söyler. Fakat denizi gören şaşırır kalır. Köpüğü gören niyetlerde bulunur; denizi gören, gönlünü deniz haline getirir. Köpükleri gören onları sayar döker. Denizi görenin irade ve ihtiyarı kalmaz. Köpüğü gören dönüp dolaşmaya düşer. Denizi gören de hiçbir gıllügüş kalmaz. Bir adam, Mecusi’nin birine, yahu gel de Müslüman ol Müslümanlar arasına karış dedi. Mecusi dedi ki: Tanrı dilerse imana gelirim. İhsanını çoğaltırsa yakin elde ederim dedi. Müslüman dedi ki: Tanrı senin imana gelmeni ister, canını cehennemden kurtarmak diler. Ama kötü nefsin, o çirkin Şeytanın seni küfür tarafın, kilisenin bulunduğu yere çekmektedir. Mecusi, ey insaf sahibi dedi, mademki onlar üstün, ben de güçlü kuvvetli olana dost olurum. Üstün olana dost olabilir, beni daha fazla ve kuvvetle çekenin bulunduğu yere gidebilirim. Tanrı, benden adamakıllı öz doğruluğu istiyormuş. Dileği yerine gelmedikten sonra ne fayda? Nefis ve Şeytan, kendi dileğini yürüttükten sonra tanrı inayeti kahroldu, paramparça oldu demektir. Sen bir köşk, bir saray yaparsın. Onu yüzlerce nakışlarla, resimlerle bezersin. Sen onun bir hayır yurdu, bir mescit olmasını istersin ama başka biri çıkar gelir, orayı kilise, manastır yapar. Yahur sen bir kumaş dokur, ondan giyinmek içi kendine bir kaftan yapmak istersin. Sen kaftan istersin ama düşman, inadı yüzünden senin rahmine o kumaştan şalvar yapar. Canım efendim, onun isteğine uymaktan başka ne çaresi var kumaşın? Kumaş sahibi zebun oldu, kumaşın ne kabahati var? Üstün olmayana ait olmayan kimdir ki? Birisi, ev sahibinin isteği olmadan sürüp gelir, onun yurduna diken ekerse, ev sahibi, elbette horluğa düşmek zorunda kalır. Ona böyle bir horluk, çaresiz gelip çatar. Bende taze ve yeni isem de ne çare? Hor hakir oldum işte. Sevgili böyle istiyor, ben de hor oluyorum. Nefsin istediği olduktan sonra artık, bir işi Tanrı dilerse olur demek, bir alaydan ibarettir. Ben, Mecusilerin kusuru, yahut kafirsem de Tanrı hakkında yine böyle bir zanda bulunmam. Bir kimse onun dileği olmadan ülkesinde gezsin dolaşsın, buyruk yürütsün... buna imkan yoktur. Birisi, onun ülkesini ele geçirsin de soluğu yaratan Tanrı, bir nefes bile almasın, bir şey bile söylemesin, böyle şey olmaz. Eğer Tanrı , bir adamdan Şeytanı sürüp koymak dilerde buna rağmen Şeytan, her an o adamın derdini arttırırsa, bu Şeytana kul olmak gerek. Çünkü her mecliste üstün çıkan o. Ben, aman Şeytan benden kapmasın der durursam peki, böyle bir anda o ihsanlar sahibi Tanrı neden elimden tutmaz. Onun dilediği oluyorsa artık benim işim kimden düzelir ki? Haşa; Tanrı neyi dilerse o olur. O, mekan aleminde de hakimdir, mekansızlık aleminde de. Hiçbir kimse, onun ülkesinde onun emri olmadıkça bir kılı bile kımıldatamaz. Mülk onundur, ferman onun. Onun kapısında en aşağılık köpek, Şeytandır. Türkmen’in kapısında bir köpeği olsa, o köpek, onun kapısına yüzünü başını koyup yatsa, evin çocukları, kuyruğunu bile çekseler aldırmaz, onların ellerinde oyuncak olur. Fakat yoldan bir yabancı geçse erkek aslan gibi ona saldırır. Çünkü “Kafirlere şiddetlidir” dosta gül gibidir, düşmana diken gibi. Türkmen ona tutmaç suyu bile verse o, buna razi olur, bekçiligini yapar. Peki köpek Şeytani da Tanri yaratmiştir. Onda yüzlerce düşünce, yüzlerce hile halk etmiştir. Iyinin kötünün yüz suyunu gidersin diye yüz sularini ona gida etmiştir. Halkin yüz suyu, ona verilen tutmaç suyudur. Şeytan bunu yer, bununla doyar. Böyle oldugu halde nasil olur da cani, kudret otaginin önünde kurban olmaz? Iyilerden de, kötülerden de sürü sürü nice kişiler var ki ayaklarini yere döşemiş, köpek gibi o kapiya yönelmiştir. Hepsi de Tanrilik magarasinin eşiginde köpek gibi yatmişlar, zerre zerre buyruk beklemede, kulak kabartmadalar. Ey köpek Şeytan, halk bu yola ayak basti mi onlari sina. Saldir onlara, onlari buraya koma. Bu suretle bak bakalim, dogrulukta hangisi er, hangisi dişi. “Tanrıya sığınırım” neden denir? Köpek kızıp saldırmaya başlayınca değil mi? Ey Hıta Türkü “Tanrıya sığınırım” demek, köpeğe bağır yolu aç da, otağının kapısına geleyim, senin cömertliğinden bir hacet dileyeyim demektir. Türk, köpeğin saldırışından aciz olunca bu “Tanrıya sığınırım” demek, bu feryat etmek, yerinde bir iş degildir. Türk de “Tanrıya sığınırım” bu köpekten. Bu köpeğin yüzünden yurdumdan aciz kaldım. Sen, bu kapıya gelmeme yardım etmiyorsun bende bu kapıdan çıkamıyorum derse, artık Türkün de başına toprak konuğunda. Bir köpek ikisinin de boynunu bağlıyor demek. Haşa... Tanrı hakkı için Türk, bir nara attı mı köpek kim oluyor? Erkek aslan bile kan kusar. Ey kendine Tanrı aslanı diyen yıllar oldu köpeklikte kaldın. Bu köpek senin için nasıl av avlayabilir ki sen apaçık köpeğe av olmuşsun. Müslüman dedi ki: Ey Cebri, sözümü dinle. Kendi düşünceni bildirdin, söyleyeceklerini söyledin. Şimdi cevap veriyorum bana kulak ver. A santranç oynayan kendi oyununu gördün. Şimdi de uzun uzadiye hasmının oyununu gör. Kendi özür defterini okudun. Sünni’nin defterini de oku, ne diye öyle kala kaldın? Kaza ve kader konusunda cebrice ince sözler söyledin. Şimdi macerayı dinle de onun sırrını benden duy. Şüphe yok ki bizim bir ihtiyarımız vardır. Duyguyu inkar edemezsin, bu meydandadır. Kimse, taşa gel buraya demez. Kimse bir toprak parçasından vefa ummaz. Kimse adama hadi uç demediği gibi köre de gel, beni gör diye bir teklifte bulunmaz. Tanrı “Köre teklif yok” dedi. Hiç güçlükleri açan Tanrı kimseyi güce sokar mı? Kimse taşa geç geldin, yahut sopaya neden bana vurdun demez. Mecbur olandan böyle şeyler aranmayacağı gibi özürlüye de kimse bu çeşit sözler söylemez, vurup dövmez. Ey yeni yakası temiz kişi, emir, nehiy, öfke, lütuf ve azarlama, ancak ihtiyacı olanadır. Zulümde de ihtiyarımız vardır, sitemde de. Ben, bu Şeytanla nefisten bunu kastettim. İhtiyar senin içindedir. O, bir Yusuf görmedikçe elini uzatamaz. İhtiyar ve dilek nefistedir. Dilediği şeyin yüzünü görür de ondan sonra kol kanat açar. Köpek uyumuş ama ihtiyarı kayboldu sanma. İşkembeyi gördü mü kuyruğunu sallamaya başlar. At da arpa gördü mü kişnemeye koyulur; kedi de etin oynadığını görünce miyavlamaya başlar. İhtiyarın harekete gelmesine sebep görüştür, ateşten kıvılcım çıkaranın körük olduğu gibi. Şu halde, ihtiyarın, İblis gibi seni oynatır. Sana vasıtalık eder, Vis’in selamını haberini getirir. Dilediği bir şeyi adama gösterdi mi, uyumuş olan ihtiyar, derhal gözünü açar. Melekler de Şeytanın inadına gönlüne feryatlar salar. Bu suretle hayra olan ihtiyarını harekete getirmek ister. Çünkü bu göstermeden önce şu iki huy da uykudadır. Şu halde ihtiyar damarlarını harekete geçirmek için melek de sana yapılacak şeyleri gösterir, Şeytan da. Sendeki hayır ve şer ihtiyarı, ilham ve vesveselerle birken on olur, on kişinin ihtiyarına sahip olursun. A tatlı adam, namazın dışındaki işlerin helal olması için namazdan çıkarken meleklere selam vermek gerekir. Bu selam, sizin güzel ilhamınız ve duanız yüzünden ihtiyarımla şu namazı kıldım demektir. Suçtan sonra da tutar İblise lanet edersin. Çünkü bu eğriliğe onun yüzünden düştün. Şeytanla melek, gayp perdesinin ardından gizlice bu kötülükle iyiliği sana gösterir. Fakat gözünün önünden gayp perdesi kalktı mı seni hayra, şerre sevk edenlerin yüzlerini görürsün. Onların sözlerinden, gizlice söz söyleyenlerin bunlar olduğunu tanırsın. Şeytan, ey tabiat ve ten tutsağı der, ben bunu sana gösterdim, fakat zorlamadım ki. Melek de, ben sana, bu neşe yüzünden gamın artar demedim mi? Falan günde ben sana şöyle demedim mi? Cinler yolu o tarafa giden yoldur. Biz senin canına dostuz, ruhuna ruhlar katarız. Senin babana ihlasla secde etmişiz. Şimdi de sana hizmet etmekte, hizmet edilme yoluna seni çağırmadayız. Bu Şeytanlar babana da düşmandı. “Secde edin” emrine uymadılar. Fakat sen ona uydun da bizi dinlemedin. Hizmet haklarımızı tanımadın bile. Şimdi biz de meydandayız, onlar da. Sözümüzden, sesimizden tanı, gör der. Gece yarısı dosttan bir sır duydun, onun söz söyleyişini işittin mi, sabahleyin söz söyleyenin o dost olduğunu anlarsın. Geceleyin kişi, sana haber getirirse sabahleyin ikisini de seslerinden tanırsın. Geceleyin aslan ve köpek seslerini duysan karanlıkta yüzlerini görmezsin ama, gündüz olunca yine bağırdıkları zaman aklınla o sesleri ayırt eder, hangi hayvanlara ait olduğunu anlarsın. Hasılı Şeytanla ruh, sana kötülüğü ve iyiliği gösterirler. Her ikisi de ihtiyarın olduğuna delildir. Bizde bir gizli ihtiyar vardır. İki şey gördün mü artar harekete gelir. Hocalar, çocukları döverler, hiç kara taş terbiye kabul eder mi? Hiç taşa yarın gel, gelmezsen seni kötü bir surette cezalandırırım der mi? Hiç akıllı adam, bir toprak parçasını döver, bir taşı azarlar mı? Akıl bakımından cebir, kadere inanmamaktan da daha rezilce bir iştir. Çünkü Cebri olan kendi duygusunu inkar ediyor demektir. Kaderi inkar eden hiç olmazsa duyguyu inkar etmiyor. Oğul, Tanrı işi, duyguya sığmaz ya. Fakat ulu Tanrının işini inkar edense adeta delilin delalet ettiği şeyi inkar ediyor demektir. Kaderi inkar eden, duman vardır da ateş yoktur, kandilin ışığı, hiçbir ışık olmaksızın aydındır demektir. Cebri ise ateşi görür de inadına ateş yok der. Ateş, eteğini tutuşturur, yakar, yine ateş yoktur der. Karanlık, eteğini dolaştırır, yere kapaklanır, yine karanlık yok eder. Hasılı bu Cebir davası, Sofistliktir. Onun içinde Tanrıyı inkar edişten de beterdir. Tanrıyı inkar eden, alem vardır, Tanrı yoktur. Yarabbi diyene icabette bulunmaz, yoktur ki der. Sofist tereddütler ıstıraplar içindedir. Bütün alem ihtiyarı inkar eder, emrin, nehyin, şunu getir, bunu getirme demenin hak olduğunu söyler de; o, daima emir ve nehiy yoktur. Yapılan işler, dileğimizle değildir deyip durur. Arkadaş, duyguyu hayvan bile ikrar eder. Fakat bu husustaki delil, pek incedir. Zira biz, ihtiyarımızı duyarız. Bize bir işi teklif etmek, yerindedir. Vicdani anlayış duygu yerine kaimdir. Her ikisi de bir arktan akar. Onun için bu anlayışa yap, yapma diye emir etmek, nehiyde bulunmak, onunla maceralara girişmek, söyleşmek yerindedir. Yarın bunu, yahut onu yapayım demek ihtiyara delildir güzelim. Yaptığın kötülük yüzünden pişman olman da ihtiyarına delalet eder, demek ki kendi ihtiyarınla pişman oldun, doğru yolu buldun. Bütün Kuran emirdir nehiydir, korkutmadır. Mermer taşa kim emir verir, bunu kim görmüştür? Akıllı bilgili adam, toprak parçasına, taşa hükmeder mi? Akıl, tahta parçasına taşa hükmeder mi? Akıl sahibi resme, be hey eli bağlı, ayağı kırık yiğit, mızrağı al da savaşa gel diye el atar, buyruk yürütmeye kalkar mı? Peki... Yıldızları ve gökyüzünü yaratan Tanrı, cahilcesine nasıl emir ve nehiyde bulunur? Kulda ihtiyar yoktur diye Tanrıdan güya aciz ihtimalini gidermeye kalkıştın ama onu cahil, ahmak ve aptal yaptın. Kader yoktur, kul, kendi ihtiyarıyla iş yapar demekte hiç olmazsa aciz yoktur, hatta olsa bile cahillik, acizlikten beterdir. Türk kereminden konuğa der ki, kapıma köpeksiz gel de köpeğim, senden ağzını dudağını bağlasın. Sense bu sözün tam aksini tutar otağın tam aksine gidersin. Elbette köpek seni yaralar. Kullar nasıl gitmişlerse öyle git ki köpeği, sana karşı kin ve merhametli olsun. Sen tutar, kendinle beraber bir köpek, yahut tilki görürsen elbette her çadırın altından bir köpek çıkar, başına üşüşürler. Tanrıdan başkasında ihtiyar yoksa suçluya niye kızıyorsun? Neden düşmana karşı diş biler durursun? Nasıl onun suçunu kusurunu görürsün? Evin damından bir odun kırılıp düşse seni adamakıllı yaralasa, hiç o tahta parçasına kızar mısın? Neden bana vurdu da elimi kırdı? O benim can düşmanım der misin? Neden küçük çocukları döversin de büyüklere dokunmazsın? Malını çalan hırsızı gösterir, tut şunu, elini ayağını kır, onu esir et dersin. Karına göz koyana yüz binlerce defa coşar köpürürsün. Fakat sel gelse de eşyanı götürse akıl, hiç sele kızar, kinlenir mi? Yahut yel esse de sarığını kapıp uçursa gönlünde yele karşı bir hiddet peydahlanır mı? Öfke, cebrice, özürlere girişmeyesin diye sana ihtiyarın olduğunu anlatıp durmadadır. Deveci bir deveyi dövse o deve, dövene kasteder. Devecinin değneğine kızmaz. Görüyorsun ya, deve bile ihtiyardan bir kokuya sahiptir. Yine böyle bir köpeğe taş atsan iki büklüm olur da yine sarar. Hatta seni bırakıp o taşı yakalarsa, ısırırsa o da yine sana olan kızgınlığındandır. Çünkü sen ondan uzaktasın sana el atamıyor, onu ısırıyor. Hayvani olan akıl bile ihtiyarı biliyor. Artık sen ey insani akıl, utan da ihtiyar yoktur deme. İhtiyar, apaydın meydandadır ama o obur, sahur yemeği tamahı ile gözünü nurdan kapar. Çünkü onun bütün meyli ekmek yemeğedir, bunun için yüzünü karanlığa tutar da daha gündüz olmadı der. Hırs gündüzü bile gizledikten sonra artık delile sırtını çevirirse şaşılmaz. Bir hırsız, şahneye dedi ki: Efendim, yaptığım iş, Tanrı taktiri. Şahne dedi ki: A iki gözümün nuru, benim yaptığım da Tanrının hikmeti, Tanrının taktiri! Birisi bir dükkandan bir turp çalsa da a akıllı kişi, bu Tanrı taktiri dese; başına iki üç yumruk vurur da bu da Tanrı taktiri dersin, koy turpu yerine. A herzevekil, bir nebat hususunda bakkal bile bu kadri kabul etmiyor da, sen buna nasıl güveniyor, ejderhanın çevresinde dönüp dolaşıyorsun? Böyle bir özürle ey akılsız adam, kanını da tamamı ile sebil ettin, malını da, karını da öyle mi? Şu halde birisi de senin bıyığını tutup yolsa da özür getirse, kendisini mecbur gösterse kabul mu edeceksin? Tanrı hükmü, sana özür olabiliyorsa ala, öğren de bana fetva ver bakalım. benim de yüzlerce isteğim, şehvetim var da elim, korkudan, Tanrı heybetinden bağlı. Kerem ette bana şu özrü öğret, elimden ayağımdan düğümü çöz. Bir sanatı seçmiş kendine iş edinmişsin. Bu, bir ihtiyarım var, bir düşüncem var demektir. Yoksa ey iş eri, neden sanatlar arasında o sanatı seçtin? Ama nefis ve hava hevesi geldi miydi sana yirmi er kuvveti gelir. Dostun senin bir zerre menfaatine mani olsa hemen savaş ihtiyarına sahip olur onunla cenge kalkışırsın. Fakat nimetlere şükür etme nöbeti geldi mi ihtiyarın yoktur; taştan da aşağı bir hal alırsın. Nihayet cehennem de seni yakıyor ama hoş gör, beni mazur tut diye özür getirir. Kimse, bu delille seni mazur görmedikten sonra artık bu delil, seni celladın elinden kurtarmaz. Alem böyle kurulmuş, böyle gider. Bu alemi gördün ya, o alemin hali de artık sana malum oldu demektir. Birisi ağacın tepesine çıkmış, hırsızcasına şiddetle ağacı silkiyor, meyvelerini döküyordu. Bağ sahibi gelip de a alçak dedi, Tanrıdan utanmıyor musun? Bu yaptığın ne? Hırsız dedi ki: tanrı bağından Tanrı kulu, Tanrının ihsan ettiği hurmayı yerse, adice ne kınıyorsun, gani tanrının ihsanını neden kıskanıyorsun. Bağ sahibi hizmetçisine Aybek dedi, getir o ipi de şu adama cevap vereyim. İp gelince hırsızı ağaca bir güzel bağladı. Arkasına, ayaklarına vurarak onu adamakıllı dövmeye başladı. Hırsız yahu dedi Tanrıdan utan, bu suçsuz günahsız kulu öldürüyorsun. Bağcı dedi ki: Tanrının kulu, başka bir kulunu Tanrı sopası ile dövüyor. Sopa da Tanrının, arka da, yanda. Ben, ancak onun kulu ve buyruğunun aletiyim. Hırsız cebirden tövbe ettim. İhtiyar vardır, vardır, var dedi. Kullardaki ihtiyarları, onun ihtiyarı var etti. Onun ihtiyarı bir atlıdır, bizim ihtiyarımıza binmiştir. Tanrı ihtiyarı, bizim ihtiyarımızı meydana getirmiştir. Emir, ancak ihtiyara dayanır. Her mahlukun, ihtiyarsız gibi görünen muktedir bir hakimi vardır ki, onu ihtiyarsız bir surette çekip avlar. Zeydin kulağını tutup bir yana çeker. Fakat ihtiyacı olmayan Tanrı, hiçbir aleti olmaksızın, o kulun ihtiyarını kendisine kement yapar. Zeydi, kendi ihtiyarı bağlar. Tanrı da köpeksiz tuzaksız onu avlar. O dülger tahtaya hakimdir, o ressam güzelliğe hakim. Demirci demire hakimdir, mimar, alete hakim. Şaşılacak şey, görülmemiş nesne şudur ki bunca ihtiyar, kul gibi onun ihtiyarına secde eder. Cansız şeylere kudretin var, fakat bu kudretin, onlardaki cansızlığı giderir mi? Onun kudreti de tıpkı bunun gibi kulların ihtiyarlarını gidermez. İstersen onun kudret ve ihtiyarını kemaliyle söyle. Bu, cebir ve sapıklık olmaz. Benim küfrüm onun dileğidir dedin ama bil ki senin bu küfürde bir dileğin var. Çünkü sen istemedikçe kafir olmazsın. Dileksiz küfür, tenakuzdur. Hem kafirsin hem de küfrü istemiyorsun böyle şey olur mu? Acze emir vermek hem kötü bir şeydir, hem çirkin bir şey. Acze kızmak, gazap etmekse bundan da beterdir, hele merhamet sahibi Tanrı kızar, gazap ederse. Öküz boyunduruğa gelmezse döverler. Fakat uçmayan öküz hiç dövülür mü, horlanır mı? Öküz bile hizmetten kaçarsa mazur tutulmuyor peki öküz sahibi neden mazur sayılsın? Madem ki hasta değilsin başını bağlama. İhtiyarın vardır, sakalına bıyığına gülme. Çalış Tanrı şarabını iç, bir tazelik bul da o zaman ihtiyarsız bir hale gelir, kendinden geçersin. O zaman bütün ihtiyar o şarabın olur. Sen de tam bir sarhoş gibi tamamı ile mazur sayılırsın. O zaman ne söylersen, sözün şarabın sözü olur. O zaman ne siler süpürürsen silip süpürdüğün, şarabın silip süpürmesi olur. Tanrı kadehinden şarap içen bir sarhoş hiç adaletten ve doğrudan başka bir şey yapar mı? Firavun, imana gelen büyücülerin ellerini, ayaklarını kestireceği vakit Firavuna yirmi kere dediler ki: Elimizin ayağımızın kesileceğinden bir pervamız yok. Bizim elimiz ayağımız o tek Tanrıdır. Zahiri olsa bir gölgeden ibarettir, eksilebilir. Kulun “Tanrı ne dilediyse o oldu” demesi, o işte tembel ol demek için degildir. Bu söz kalbini saglam tutup çalişmaya teşviktir. O hizmette daha fazla gayrette bulun, o işe daha fazla aliş ve saril demektir. Sana, adamin ne dilerse dile. Işin iş, diledigin şey, diledigin gibi olacak deseler. O zaman tembellik etsen de caizdir. Çünkü ne dilersen olup bitecek. Fakat “Tanrı neyi dilediyse o oldu” Hüküm mutlak ve ebedi olarak onundur derlerse, neden o işe yüzlerce adam gibi sarilmaz, kulcasina o işin etrafinda dönüp dolaşmazsin? Vezir neyi dilerse o olur. Alip tutmada hüküm onun hükmü derlerse. Derhal yüz adammişsin gibi onun etrafinda dönüp dolaşir, başina ihsan ve lütuflar dökmesi için elinden geleni yapmaya mi kalkişirsin? Yoksa vezirden, vezirin köşkünden kaçip gider misin? Bu son hareket onun yardimini lütfunu aramak degildir ki. Sen, bu sözü ters anladin da tembelleştin, anlayişina ters bir hal oldu, aklin karişti gitti. Emir filan efendinindir demek ne demektir? Sakin ha ondan başkasiyla az düş kalk. Onun başina dön dolaş. Emir onun emri, düşmani o öldürecek, dostun canini o kurtaracak. O ne dilerse ancak ona nail olabilirsin. Onun için onun yanina az gitme, onu kaybetme, onu seç demektir. Mademki hüküm onun hükmü, onun yanina ugrama, onun etrafinda dönüp dolaşma da amel defterin kapkara, yüzün sapsari olmasin demek degildir. O sözü tevil etmek gereklidir ki seni kiziştirsin, ümitlendirsin, çevik bir hele getirsin, ar ve haya sahibi etsin. Eger sana gevşeklik verirse bil ki bu, başka bir hale sokuyor, tevil degildir. Bu söz seni gayrete getirmek, ümitsizleri iki ellerinden tutmak için gelmiştir. Kuran’ın manası, ancak Kuran’dan, yahut da hava ve hevesini ateşe vurmuş, Kuran’ın huzurunda alçalmış, kurban olmuş, ruhu, Kuran kesilmiş adamdan sor. Bir yağ tamamı ile güle feda olur, gül kesilirse ister onu yağ diye kokla,ister gül diye. “Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu” sözü de insanı, en önemli işe teşvik etmek içindir. Şu halde kalem, herkesin işine layık olanı mükafat ve mücazatı yazmıştır. Eğri gidersen kalemde sana eğri yazar. Doğru gidersen kalem de kutluluğunu arttırır. Zulmedersen kötüsün gerisin geriye gittin. Kalem bunu yazdı ve mürekkep kurudu. Adalette bulunursan saadete eresin, kalem bunu yazdı, mürekkebi bile kurudu. Elinle hırsızlık edersen cezanı çekersin. Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu. Şarap içersen sarhoş olursun. Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu. Reva görür müsün ki Tanrı, işten kalsın bir şey yapamasın. İş, benim elimden çıktı, bir şey yapamam artık. Benim yanıma bu kadar gelme, bu kadar sızlanma desin. “Kalem kurudu” sözünün manası, benim yanımda adaletle sitem bir değildir. ben hayırla şerrin arasına bir fark koydum. Kötüyle daha kötüyü de ayırdım demektir. Bir zerre bile sende edep hayayı arttırsa, dostunda bir zerre daha edepli olsan bil ki bu, Tanrının lütfudur, ihsanıdır. O bir zerre senin kadrini arttırır. O bir zerre, harice dağ gibi ayak basar. Bir padişah olsa da onun yanında emin kişiyle zalimin farkı olmasa, onun kendisini ret edeceğinden korkup titreyenle onun işini kınayanı, fark etmese, yanında ikisi de bir olsa bu adam, padişah değildir. kara toprak, o adamın başına. Bir zerre bile senin çalışmanı arttırsa Tanrı terazisinde tartılır. Halbuki bu padişahların önünde can çekişip durursun. Çünkü bunlar, hiyanetle hakikati bilmezler, haberleri bile yoktur. Bir kovucunun sözü ile yıllarca süren hizmetini zayi ediverir. Fakat her şeyi duyan, her şeyi gören bir padişah, kovucuların sözlerine aldırmaz bile. Bütün kovucular, ondan ümitlerini keser, meyus olurlar. Fakat bize geldiler, kovuculuk ettiler mi onlara bağlılığımız artar. Padişaha bizim önümüzde nice kovucuklukta bulunurlar, cefakarlıklarımızı söylerler. Yürü artık kalem kurudu, az vefakar ol derler. “Kalem yazdı, mürekkebi kurudu” sözünün manası, cefa ile vefa birdir demek değildir. cefaya karşılık cefa... Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu. O vefaya karşılık da vefa... Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu demektir. Af vardır, fakat ümit parlaklığı nerede ki kul, tanrıdan çekinmeyle yüzü ak olsun? Hırsız af edilse bile canını kurtarır. Fakat nerede vezir ve hazine emini olacak? Ey din emini, ey Tanrıya mensup er, gel ki her taç, her bayrak eminlikten meydana gelir. Padişahın oğlu bile olsa da hainlikten bulunsa padişah, bil ki onun başını bedeninden ayırıverir. Fakat Hintli bir kara köle vefada bulunsa devlet ve ikbale erişir, ömrü artar. Ne kölesi? Hatta bir kapının köpeği bile vefadan bulunsa sahibinin gönlünde ona karşı yüzlerce rıza vardır. Bu yüzden köpeğin ağzını bile öper. Artık var kıyas et, kapısındaki aslan, vefakarlık etse de ona neler yapmaz? Yalnız hırsız, kulluklar eder, doğruluğu cefayı kökünden çekip sökerse... Hani yol kesen Fuzeyl gibi. O da oyununu iyi oynadı; bir adam gibi değil, on adam gibi tövbeye sarıldı. Bu çeşit hırsız da yücelir devlete erer. Nitekim büyücüler, sabır ve vefaları ile Firavunun yüzünü kararttılar. Evvelce yaptıkları suça karşılık ellerini, ayaklarını feda ettiler. Bu iş, yüzlerce yıl ibadette bulunmaya benzer mi hiç? Sen, elli yıl ibadette bulunur, kulluk edersin ama nereden böyle bir doğruluğu elde edeceksin? Herat şehrinde bir küstah yoksul, mevkii yüksek bir köleyi gördü. Sırtında atlas bir elbise, belinde altın bir kemer vardı. Köle giderken yoksul, yüzünü gökyüzüne kaldırdı da dedi ki: Tanrı, kula bakmayı neden bu ihsan sahibi efendiden öğrenmezsin? Ey Tanrı, kula bakmayı bu uludan, padişahımızın seçtiği bu yüce kişiden öğren bari. Yoksul muhtaçtı, çıplaktı, hiçbir şeyi yoktu. Kışın soğuktan tirtir titriyordu. Kendinden haberi olmayan adam, bu yüzden böyle bir cürette bulundu. Tanrının binlerce ihsanına, onun nedimi olduğuna, onu bilenler arasına katıldığına güveni vardı. Padişahın nedimi bir küstahlıkta bulunursa bu hareketi, kendine senet yapma. Tanrı bel verdi. Elbette bel, kemerden iyidir. Fakat taç veren adam, baş da verebilir mi? Sonunda bir gün padişah, o efendiyi (Amid’i) bir suç altına aldı, elini ayağını bağlattı. Efendimizin definesi nerede? Gösterin diye kölelere işkence etmeye başladı. A aşağılık adamlar, onun sırrını söyleyin bana... Yoksa dilinizi boğazınızı keserim diye, tam bir ay onlara gece gündüz işkence ettirdi. Onları paramparça etti. Bir tanesi bile efendilerinin sırrını söylemediler. Bu sırada yoksul uyurken hafiften ses geldi: Ey ulu er, gel de sen de kul olmayı bunlardan öğren. ey Yusufların derisini paralayan, seni de bir kurt paralarsa bunu kendinden bil. Bütün yıl dokuduğunu giyin, bütün yıl ektiğini biç. Anbean sana gelip çatan bu dertler, senin yaptıklarının cezasıdır. İşte “Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu” nun manası budur. Bizim adetimiz değişmez, doğru yolu gösteririz. İyiliğe karşılık iyilik, kötülüğe karşılık da kötülük demektir. Ne yapacaksan düşün de öyle yap, çünkü Süleyman diridir. Sen şeytan oldukça kılıcı sıyrılmıştır. Fakat bir adam melek oldu mu kılıçtan emindir, Süleyman’dan hiçbir korkusu yoktur onun. Süleyman’ın hükmü,meleğe değildir, Şeytanadır. Eziyet, zahmet, topraktadır, gökte değil. Bu cebir inanışı bırak, pek hoştur bu inanış. Bu inanışı bırak da cebrin sırrının sırrı nedir anla. Bütün tembellerin malı olan o cebirden bir haber al. Maşukluğu bırak da aşık ol ey ve üstün olduğunu sanan! Sen manada geceden de dilsiz, sessizsin. Öyle olduğu halde sözüne niceye bir müşteri arayacaksın? Onlar, senin önünde sana aş sallayıp dururlar. Ömrün, onların sevdası ile geçti gitti. Bana hasetten kıvranma diyorsun ama adam, bir hiçi kaybetti diye haset eder mi hiç? Aşağılık kişilerin bir şey öğretmesi toprak parçasına nakışlar yapmaya benzer a aç gözlü. Kendine aşkı ve bakışı öğret. Bu bilgi, taşa kazılan nakış gibidir. Nefsin sana bir vefa şakirdidir. Başka her şey yok oldu. Sen nerede ne arıyorsun ki? Başkalarını bilgi sahibi ediyor, yüceltiyor, fakat kendini kötü huylu ve bomboş bir hale sokuyorsun. Gönlün o cennette dolaştı mı, o kaynakla birleşti mi artık kendine gel boşalmadan korkma. Tanrı, ey doğru özlü Peygamber, söyle dedi. Çünkü, bu denizdir söyle azalmaz. Yine susun ve dinleyin dendi. Yani kendinize gelin, suyunuzu telef etmeyin, bağ susuzdur. Babacığım bu sözün sonu gelmez. Bu sözü bırak da sonuna bak. Gayretim koymuyor, senin önünde dursunlar, aşık olmadıkları halde sana gülsünler! Aşıkların anbean kerem perdesi ardında senin için nara atmadalar. Sen de o gayb aşıklarına aşık ol, şu beş günlük aşıklara pek aldırış etme. Bunlar hile ile düzenle seni yerler. Yıllardır bunlardan bir habbe bile görmedin. Halkın yoluna niceyedir bir hengame salıp duracaksın? Ayağın mercuh senin, hiçbir muradına ermedin gittin. İyilik hoşluk zamanında hepsi dosttur, eştir. Fakat dert ve gam zamanı, Tanrıdan başka kim sana dost? Gözün dişin ağrıdığı zaman feryada erişen Tanrıdan başka elinden tutan var mı? Sen de o hastalık, o dert zamanını hatırla da Eyaz gibi postuna bak, ibret al. Pösteki, senin o derde düştüğün zamanki halindir. Eyaz, onun için onu saklamıştır. Cebri kafir, öyle bir cevap vermeye girişti ki Müslüman’ın mantığı, adeta cevaptan aciz kaldı, şaşırdı. Fakat ben o cevaplarla sualleri hep söylersem söyleyeceğim sözü bırakmalıyım. Halbuki bizim ondan daha mühim söyleyeceğimiz şeyler var ki onlarla anlayışın daha ziyadeleşir. Onun için o sual cevabı azıcık ve kısaca anlattık. Bütün, azla meydana çıkar zaten. Esasen kadere inanmayanla cebri arasındaki bu bahis, mahşere kadar sürer gider. Hasmını alt edemeseydin onun mezhebine uyar, onun yolunu tutardın. Onlar da cevap da aciz kalsalardı o bozuk yoldan dönerlerdi. Fakat bu gidişin böyle olması lazım ki onların hepsi, delillerle yollarının doğruluğuna kanmadalar. Kimsenin, hasmın müşkül suallerini cevapsız bırakmaması, düşmanın devlet ve ikbalinden mahcup olması, o devleti görmemesi lazım ki, bu yetmiş iki fırka kıyamete kadar alemde kalsın. Çünkü bu alem, karanlılar ve gayb alemidir. Gölge için bir yeryüzü lazım. Kıyamete dek şu yetmiş iki fırka kalmadı ki bidat yolunu tutanın dedikodusu eksilmesin. Değerli olan hazinenin bir çok kilitleri olur. Hazinenin değeri bundan anlaşılır. Maksadın yüceliği de ey sınanan adam, yolun sıkıntısından, yolda aşılmaz geçitler ve yol kesiciler bulunmasından belli olur. Kabe’nin şerefi, o sikintilarda, çöl Arap’larının yol kesiciliğinde ve çölün uzunluğundandır. İyi olan her gidişin, her yolun bir tehlikesi, bir manii bir yol kesicisi vardır. Bu gidiş öbürüne haset eder, düşman kesilir. Mukallit de iki yolun arasında şaşırır kalır. Her iki yolun doğruluğu, yürüyüş de birbirine zıt görünür. Her fırka kendi yolunda hoştur, o yoldan memnundur. Bir yolun yolcusu, cevap vermezse kavgaya girişir. Bu, ezelden kıyamete kadar böyle gelmiş, böyle gider. Her fırka, biz bilmeyiz ama ulularımız buna cevap verebilir der. Vesvesenin ağzını bağlayan, ancak aşktır. Yoksa vesveseyi kim bağlayabilmiştir ki? Yüzü güzel dilber ara da aşık ol. Dere, dere dolan, bir su kuşu tut. Yüzünün suyunu döken sudan ne elde edebilirsin? Anlayışını mahveden şeyden ne anlarsın? Şu akılla anlaşılacak şeylerden başka aşkta, akılla anlaşılacak daha nice parlak ve güzel şeyler vardır. Tanrıda senin bu aklından başka akıllar var ki gökyüzünün sebepleri onlarla tedbire girer. Rızklarını bu akılla elde edersin. Öbür akla gelince; onunla yedi kat gökleri, kendine bir döşeme yaparsın. Tanrı sevgisine düşer, aklınla oynarsan Tanrı, sana o aklın onlarca fazlasını, hatta yedi yüzünü ihsan eder. O kadındır, akılları ile oynadılar da Yusuf’un aşk sayvanina siçradilar. Ömür sakisi, bir an onlarin akillarini aldi, ömürlerinin sonuna kadar akla doydular, adini bile anmadilar. Ululuk issi Tanrinin güzelligiyse yüzlerce Yusuf güzelliginin de aslidir. Ey kadindan aşagi adam, o güzellige feda ol. Ey can, bahsi ancak akil keser. Nerede insani dedikodudan kurtarip feryada yetişen biri? O söze aşk yüzünden bir hayrettir gelir, macerayi nakletmeye takati kalmaz. Çünkü, bir cevap verirse içindeki incinin düşeceginden korkar. O hayirdan da adamakilli dudagini yummuştur, şerden de. Agzindan incinin düşeceginden ürker. Nitekim Peygamberin dostu da demiştir ki: Peygamber, bize bir şeyden haber verdi, bir şey söyledi mi? O seçilmiş Peygamber, bu incileri saçtigi sirada bizden yüzlerce huzur, yüzlerce vekar isterdi. Hani başinda bir kuş olur da uçmasin diye canin titrer. Yerinden bile kimildamaz, o güzelim kuş havalanmasin dersin. Nefes almaz, öksürügün bile gelse kendini sikar, o devlet kuşu uçar diye korkundan öksürmezsin bile. O sirada birisi sana tatli, yahut aci bir söz söylese agzina parmagini koyar, sus demek istersin. Işte o kuş hayrettir, seni susturur. Tencerenin agzini kapatir, seni kaynatmaya başlar.
ŞEHİT OLMAK
Zengin bir adam vardı. Bu adamın da zühre yanaklı, ay yüzlü, gümüş bedenli bir kızı vardı. Kız, kendini bildi, babası onu kocaya verdi. Fakat kocası kızın dengi değildi. Kavun, karpuz oldu, sulandı mı yarmazsan telef olur gider. Babası da kızın baştan çıkmasından korktu da onun için onu, dengi olmayan birisine verdi. Kızına dedi ki: Kendini kocandan koru, sakın gebe kalma. Ne yapayım? Bu yoksula seni vermek zorunda kaldım. Bu adamı garip say, garipte vefa olmaz. Ansızın her şeyi bırakır, kaçıp gider. Çocuğu başına dert kalır. Kızı dedi ki: Babacığım, dediğini tutarım. Öğüdün pek doğru, kabulüm. Babası, her iki üç günde bir kere kızına aman ha sakın diye öğüt veriyordu. Derken kız, birdenbire gebe kalıverdi; ikisi de gençti. Kız, bunu babasından gizledi. Çocuk karnında beş, yahut altı aylık oldu. Artık iyiden iyiye belli oldu. Babası dedi ki: Ben sana ondan kendini koru demedim mi? Öğütlerim yel miydi ki sana tesir etmedi? Kız, baba dedi, nasıl tahammül edeyim? Erkekle kadın, şüphe yok ki ateşle pamuk. Pamuk ateşten nasıl çekinebilir? Yahut da ateş nasıl olur da pamuğu yakmaz, çekinir? Babası dedi ki: A kızım, ben sana onun yanına gitme demedim. Yalnız menisinden kendini koru dedim. Tam zevk anında onun beli gelirken kendini çekmeliydin. Kız, peki... beli ne vakit gelecek, ben ne bileyim? Bu, pek gizli bir şey, anlaşılmaz ki dedi. Babası gözleri süzüldü mü anla ki beli geliyor deyince, kız dedi: Onun gözü süzülünceye kadar benim bu iki gözüm de kör oluyor a baba. Her bayağı akıl, hırs ve öfke zamanı, yerinde durmaz ki. Bir sofi, askere savaşa gitti. Ansızın savaş başladı. Sofi, ağırlıklarla çadırda kalan zayıflarla beraber kaldı. Erler, ta savaş yerine kadar at sürdüler. Ağır kişiler, toprak gibi yerlerinde kala kaldılar. İleri gidenlerin ileri gidenleriyse yürüyüp ilerlediler. Savaşlar edip üstün gelerek bir çok ganimetlerle geri döndüler. Sen de al diye sofıye de armağan sundular. O, o armağanı attı, hiçbir şey almadı. Neden kızgınsın dediler. Savaştan mahrum kaldım dedi. Sofi, savaş safında hançer çekip savaşmadığı için bu iltifattan memnun olmadı. Bunun üzerine esir getirdik dediler, birini al öldür. Başını kes de gazi ol. Sofi, buna biraz sevindi yüreklendi. Suyla alınan aptestin yüzlerce aydınlığı, nuru, feri vardır ama su olmazsa teyemmüm edilir. Sofi, bağlı esiri alıp gaza etmek üzere çadırın arkasına götürdü. Oraya tutsakla gitti ama biraz gecikti diye meraka düştüler. İki eli bağlı tutsak. Onu öldürüvermeliydi. Öldürmede neden bu kadar gecikti, sebebi ne? Dediler. Birisi işi anlamak üzere ardından gitti. Bir de ne görsün? Kafir, sofinin üstüne çıkmamış mı? Erkek, dişinin üstüne biner gibi o tutsak da yoksulun üstüne aslan gibi binmiş. Elleri bağlı olduğu halde hiddetle sofinin boynunu ısırmada. Dişleriyle boğazını dişlemede. Sofi, kafirin altına düşmüş, aklı başından gitmiş. Eli bağlı kafir, bir kedi gibi, elinde mızrak olmadığı halde onu berbat etmiş. Dişleriyle onu yarı öldürmüş. Boynundan akan kanla sakalı kıpkırmızı kesilmiş. Sen de eli bağlı olan nefsinin elinde tıpkı o sofi gibi alta düşmüş, kendinden geçmişsin. Yoldaki bir tepecikten aciz kalmışsın. Halbuki önünde yüz binlerce dağ var. Bu kadarcık bir tepeden korkup ölüye döndün. Önünde aşılacak dağ gibi beller var, nasıl gideceksin? Gaziler hiddetle gelip derhal acımadan o kafiri kılıçlayıp öldürdüler. Kendine gelsin diye de sofinin yüzüne sular saçtılar, gül suları serptiler. Sofi, kendine gelip onları görünce ne oldu yahu diye sordular. Ey aziz Tanrı hakkı için bu ne hal? Neden böyle bu derece kendinden geçtin? Yarı ölmüş elleri bağlı bir tutsaktan neden böyle korktun, aklın başından gitti, bu hale düştün? Sofi dedi ki: Başını keseceğim sırada o aç gözlü bana öyle bir hışımla baktı ki... Gözünü açtı, dolandırdı da öyle bir bakış baktı bana ki aklım başımdan gitti. Gözünü dolandırması, bana adeta bir ordu göründü. O nasıl korkuydu? Anlatamam! Hikayeyi kısa keselim, işte o bakıştan korktum. Kendimden geçip yere yıkıldım. Gaziler dediler ki: Sende bu yürek varken sakın savaşa girişmeye yeltenme. Eli bağlı bir kafirin göz süzmesiyle gemin kırıldı, gark oldun. Erkek aslanlar, saldırdılar mı kılıçlarıyla başlar top gibi yerlere yuvarlanır. Erlerin savaşına aşina değilsin, böyle bir zamanda kan denizinde nasıl yüzebilirsin sen? Boyunlara inen kılıçların tak tak diye çıkardığı ses, (Bir mahalle öteden duyulan) çamaşır dövenlerin tak takını hiçe sayar. Nice başsız bedenler yerlerde çırpınır. Nice bedensiz başlar, kan denizinde habbelere döner. İnsanları yok eden yüzlerce er, savaşta atların ayakları altında yok olur gider. Sen bir fareden ürküp uçan bu akılla o savaş safına karışıp nasıl kılıç çekeceksin? Savaş bu, bulgur aşı değil ki yenlerini sıvayıp girişesin. Bulgur aşını kaşıklamaya benzemez, gel de burada kılıcı gör. Bu safta demirden yaratılmış bir Hamza lazım. Savaş, öyle hayal gibi bir hayalden ürküp kaçan her yüreksizin işi değil. Savaş, Türklerin işidir, nazenin kadınların değil. Nazlı nazenin kadınların yeri evdir, eve git sen de. Ayyazi dedi ki: Tam doksan kere belki yaralanırım diye, çırılçıplak savaşa girdim, okların önüne gittim, belki birisi gelir saplanır dedim. Fakat boğaza, yahut can alacak bir yere ok isabeti, devlet sahibi bir şehitten başkasına nasip olmuyor. Vücudumda yaralanmadık bir tek yer yok. Bedenim oktan kalbur gibi delik deşik oldu. Fakat bu ne yiğitlik, ne de zeka işi. Baht işi bu. Bir türlü can alacak bir yerime ok isabet etmedi. Şehitliğin kısmet olmadığını anlayınca halvete gittim, çileye girdim. Kendimi büyük savaşa attım, riyazata zayıflamaya koyuldum. Halvetteyken kulağıma gazilerin savaşa giderken çaldıkları davul sesleri geldi. Sabah çağıydı, can kulağımla duydum nefsim içimden seslendi. Kalk, savaş zamanı geldi, yürü. Kendini savaşa at. Dedim ki: Ey vefasız habis nefis, savaşa meyletme nerede, sen neredesin? Ey nefis, doğru söyle, bu hilebazlık nedir? yoksa şehvette düşkün nefis, ibadete yanaşmaz bile. Doğru söylemezsen üstüne saldırır, seni riyazatla adamakıllı sıkar, sıkıştırır. O anda nefsim, içimden seslendi, dilsiz, ağızsız fasih bir surette söz söylemekteydi: Beni her gün burada öldürüp duruyorsun. Canıma, kafirlere yapılan eziyetleri yapıyorsun. Kimsenin halimden haberi yok. Sen, beni uykusuz, yemeksiz öldürüp durmadasın. Bari savaşta bir yarayla şu bedenden kurtulurum da halk da erliğimi, fedakarlığımı görür. Dedim ki: A nefisceğiz, hem münafık olarak yaşamadasın, hem münafıkça ölmedesin, nesin sen? İki alemde de mürai imişsin, iki alemde de hiçbir şeye yaramazmışsın meğer. Bu beden sağ oldukça halvetten çıkmamayı nezrettim. Çünkü, bu beden halvette ne yaparsa kadına, erkeğe görünmek için yapmaz. Halvetteki hareketi de ancak Tanrı içindir, huzuru ve sükunu da. Orada niyetinde başka bir şey bulunmaz. Bu büyük savaştır, o küçük savaş. Her ikisi de Haydar’la Rüstem’in harcıdır. Öyle bir farenin kıpırdaması ile uçup gidecek akıl sahibinin harcı değil. O çeşit adama karılar gibi savaştan, kılıçtan uzak durmak gerek. O da sofi, bu da. Yazık o sofiye. O, bir iğneyle ölmede, bu kılıçlara karşı durmada. Sureti sofidir ama canı yok. Bu çeşit sofiler öbür sofilerin de adını kötüye çıkarır. Toprakla karılmış olan şu bedenin kapısına, duvarına Tanrı, gayretiyle yüzlerce sofi yaptı. Büyüden o suretler oynasınlar da Musa’nın asası gizlensin dedi. Sopanın doğruluğu, suretleri yer, siler süpürür. Fakat Firavuna mensup olan göz, tozla toprakla doludur. Öbür sofi, harp safına, yaralanmak için yirmi kere girer. Savaş zamanı Müslümanlarla beraber kafire saldırır, bir kere bile geri dönmez. Yaralanır, yarasını bağlar, tekrar saldırır, savaşır. Beden bir yarayla ölmez diye savaşta yirmi kere yaralanır. Bir yarayla can vermeye acıklanır; doğruluğu elinden canının kolayca kurtulacağından üzülür. Birisinin elinde kırk kuruşu vardı. Her gece birini denize atardı. Bu suretle de nefsine iyice eziyet etmek, yavaşlıkla onun can çekişmesini uzatmak isterdi. Müslümanlarla savaşa gider, onlar düşmandan yüz döndürseler bile o feri dönmezdi. Bir kere daha yaralanır, onu da bağlardı. Belki yirmi kere bedeninde mızrak ve ok kırılırdı. Bu suretle savaşa savaşa nihayet kuvveti bitti, yere düştü. Aşkının doğruluğuyla, doğruluk makamına ulaştı. Doğruluk, can vermektir. Kendinize gelin de bu hususta ileri geçin. Kuran’da “Erler vardır ki Tanrı ile ettikleri ahdi bozmadılar, ahitlerine doğrulukla sarıldılar” ayetini okuyun. Mademki bu beden, ruha bir alettir, şu halde bu hakiki ölüm degildir. nice ham kişiler vardir ki görünüşte kanlarini döktüler. Fakat nefisleri diri olarak o tarafa kaçti. Aleti kirildi ama yol kesen diri kaldi. Bindigi at kanlar saçti ama nefis diri. At öldü, yolu aşilmadi. Ancak ham, kötü, perişan bir halde kala kaldi. Her kan döken şehit olsaydi öldürülen kafir de kutlu bir şehit sayilirdi. Nice şehit olmuş güvenilir kişiler de vardir ki dünyada ölürler, şehit olmuşlardir, fakat diri gibi yürür gezerler. Yol kesen ruh olmuştur, onun kilici olan beden bakidir ve savaş arayan erin elindedir. Kilici, kiliçtir, fakat, o adama degil. Fakat bu görünüş, seni şaşirtir. Nefis degişti mi bu beden kilici, ihsan ve lütuflar sahibi Tanrinin elindedir. O öyle bir erdir ki gidasiz, tamami ile dert. Öbür erlik ise toz gibi ortasi delik bir şeydir.
YILDIZLARIN NURU
Yıldızların nuru olan Şah Hüsameddin, beşinci cildin başlamasını istiyor. Ey Tanrı ışığı cömert Hüsameddin, beşeri bulantılardan durulanların üstatlarına üstatsın sen. Halk perde ardında olamasaydı, halkın gözleri açık olsaydı ve havsalalar dar ve zayıf bulunmasaydı. Seni övmeye manevi bir tarzda girişir, bu sözlerden başka sözler söyleyecek bir dudak çardım. Fakat doğan kuşunun lokmasını yont kuşu yutamaz. Çaresi, suyla yağı birbirine katmaktan ibaret. Seni bu zindan altminde yaşayanlara övmek lüzumsuzdur. Senin vasfını ancak ruhanilerin topluluğunda söyleyebilirim. Alem ehline seni anlatmak zararlıdır. Seni aşk sırrı gibi gizlemekteyim. Övmek tarif etmek perdeyi yırtmaktır. Halbuki güneşin anlatılmaya da ihtiyacı yok, tarife de. Güneşi öven kendini över, iki gözüm de aydındır, çapaklı değil, ağrımıyor demek ister. Alemdeki güneşi yermek, iki gözüm de kör, karanlık ve çipil diye kendini yermektir. Alemde muradına ermiş güneşe haset eden kişiyi bağışla sen. Bir adam güneşi örtebilir, gözlerden gizleyebilir mi? Onun tazeliğini pörsütür onu soldurabilir mi? Yahut haddi sonu olmayan nurunu eksiltebilir mi? Yahut da onu mertebesinden indirebilir mi? Ululara haset edene o haset ebedi bir ölümdür. Senin kadrin rütbense akılların anlayacağı dereceyi çoktan geçti. Akıl, seni anlatmada şaşırdı, aciz kaldı. Gerçi bu akıl, anlatmada aciz oldu ama yine de acizcesine anlatması gerek. Çünkü hepsi anlaşılmayan bir şey bilin ki atılıvermez. Bulutunun tufanını içemezsen su içmeyi nasıl terk edersin? Sırrı atıp ortaya koyamazsan kabuklarını anlat, onunla anlayışları tazele! Sözler sana göre kabuklardan ibarettir ama başka anlayışlara göre tamamı ile içtir. Gök arşa göre aşağıdadır ama bu bir yığın toprağa göre pek yücedir. Seni kaybettiklerinden, fırsatı kaçırdıklarından dolayı hasrete düşmeden ben onlara seni öveyim de yol bulsunlar. Sen Tanrı nurusun. Canı, Tanrı’ya kuvvetle çeker durursun. Halksa vehim ve şüphe karanliklarindadir. Bu güzelim nurun, şu gözsüzlere sürme çekmesi için şart, o nuru ululamaktir. Delik kulakli istidat sahibi, nuru bulur. Çünkü o fare gibi karanliga aşik degildir. Geceleri dönüp dolaşan çipiller, nasil olur da iman meşalesini tavaf edebilirler? Müşkül ve ince nükteler din nuruna ulaşmamiş, karanlikta kalmiş kişilere, tabii bagdir. Böyle adam kendi hünerini örmek, bezemek için güneşe göz açamaz. Hurma gibi göklere dal budak salamaz da köstebek gibi yeri delik deşik eder. Insan için, iç sikici dört şey vardir; bu dört şey aklin çarmihi kesilmiştir.
VAİZ
Bir vaiz vardi... mimbere çikti mi yol kesenlere duaya başlar, ellerini kaldirip “Yarabbi, kötülere, fesatçılara, isyancılara merhamet et! Hayır sahipleriyle alay edenlerin hepsine, bütün kafir gönüllülere, kiliselerde bulunanlara merhamette bulun” derdi. Temiz kişilere hiç dua etmez, kötülerden başkasina duada bulunmazdi. Ona “Hiç böyle bir adet görmedik... sapıklara dua etmek mürüvvet değildir” dediler. Dedi ki: “ Ben onlardan iyilik gördüm... bu yüzden onlara dua etmeyi adet edindim. O kadar kötülükte bulundular, o derece zulüm ve cevir ettiler ki nihayet beni şerden kurtardilar, hayra ulaştirdilar. Ne vakit dünyaya yöneldimse onlardan eziyetler gördüm, meşakkatler çektim, dayaklar yedim. Bu yüzden de iyilik tarafina kaçardim... beni o kurtlar yola getirirlerdi. Benim iyiligime sebep oldular... ey akli başinda adam, bu yüzden onlara dua etmek, boynumun borcudur benim!” Kul dertten, elemden Tanrı’ya sızlanır, uğradığı zahmetten yüzlerce şikayette bulunur. Tanrı da der ki: Gördün ya, nihayet dert ve zahmet, seni, bana yalvarır bir hale getirdi, seni doğrulttu, Sen, seni yolundan alıkoyandan, bizim kapımızdan uzaklaştırıp kovandan şikayette bulun! Hakikatte her düşman senin ilacındır... sana kimyadır, seni faydalandırır, gönlünü alır senin! Çünkü ondan kaçar, halvet bucaklarına sığınır, Tanrı lutfundan yardım dilersin. Dostlarınsa hakikatte düşmanlarındır; onlar seni Tanrı tapısından uzaklaştırır, seni meşgul ederler! Bir hayvan vardır ki adına porsuk derler... dayak yedikçe şişmanlar, semirir, semirir. Ona sopayı vurdukça iyileşir. Sopa vuruldukça semirir, büyür... İşte müminin canı da hakikatten bir porsuktur, o da zahmet ve meşakkatlerle kuvvetlenir, semirir. Bu yüzden peygamberler eziyetlere, zahmetlere uğradılar... onların çektikleri meşakkat, bütün cihan halkının çektiği meşakkatten daha üstündü, daha artıktı! Çünkü canları da, bütün canlardan daha büyük, daha üstündü... onun için de onların uğradıkları belaya başka bir taife uğramadı. Deri, ilaçlarla belalara uğrar da Taif derisi güzel bir hale girer. Yoksa ona o acı ve keskin ilaçlar sürülmeseydi pis pis kokar, berbat bir hale gelirdi! İnsanı da tabaklanmamış deri say... rutubetten nem kapar, çirkin bir hale gelir, ağır ağır kokar!Sen, ona acı ve keskin ilaçları fazlaca ver de temizlensin, latif bir hale gelsin, semirsin! Buna kudretin yoksa senin dileğin olmaksızın Tanrı bir zahmet verirse ona sabret, ona razı ol! Çünkü dosttan gelen bela, sizi temizler... onun bilgisi, sizin tedbirlerinizden üstündür! Bir adam, belada safa görürse bela,tatlılaşır... hasta iyileştiğini görünce ilaç, kendisine hoş gelir. Mat olduğu halde kazandığını görür de “ Ey sözlerine, özlerine inanılır kişiler, beni öldürün!” der. Bu kötü kişi de başkasina fayda verdi ama kendi hakkinda merdut bir adam kesildi. Imandan gele merhamet, ondan alindi... Şeytan sifati olan kin, ona çatti, sataşti! Hiddetin, kinin yapilip düzüldügü tezgah oldu... bil ki kin, sapikligin, kafirligin temelidir! Akilli birisi, Isa’ya “Alemde her şeyden daha sarp, daha güç nedir? Diye sordu. Isa dedi ki: “Ey can, en sarp, en güç şey, Tanri gazabidir. Çünkü o gazaptan cehennem bile su gibi titrer!” Adam “Peki, bu Tanrı gazabından nasıl aman bulmalı?” deyince İsa şöyle cevap verdi: “Kızdığın zaman kızgınlığına uyamamak gerek!” Kötü kişi bu kizginligin madenidir... onun çirkin kizginligi yirtici canavarlarin kizginligini da geçer! O hünersiz kişi, kizginliktan vazgeçmekten başka Tanri’dan ne rahmet umabilir ki? Gerçi bunların alemde bulunmamasına imkan yok; bunlar da lazım bu dünyaya... fakat bu sözü söylemek, onları büsbütün sapıklığa atmaktır! Dünyada çare yok, sidik de bulunur; bulunur ama arı duru su değildir ya!
 

Benzer Konular

Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
3B
Yanıtlar
1
Görüntülenme
3B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
3B
Yanıtlar
1
Görüntülenme
1B
Üst