Küreselleşmenin Arkeolojisi

HENA Üye
Küreselleşmenin Arkeolojisi

Aslında basit manasıyla, yani sermayenin etki alanının artması anlamında, küreselleşme, daha Endüstri Devrimi’nin başından itibaren varolan bir olgudur. Örneğin daha 18.yüzyılın başında ünlü iktisatçı A.Smith, “ekonomide bir işbölümü olduğunu ve ticaretin sınırlar ötesinde işlemesi gerektiğini (Aktan, 1994,s:24)” savundu. Ancak Endüstri Devriminin ilk döneminde uygulama alanı bulan bu görüş, piyasa mekanizmasının yapısı ağır sosyal şartları çözemeyince özellikle 19.yüzyılın ortalarından itibaren alternatif fikirlerin çıkması sonucunu doğurdu.
Özellikle bunalımlı 1920’lerin ardında serbest piyasa modeline karşılık şüpheler artarken, “bu bunalıma karşı öne sürülen korportist alternatiflere karşı liberal yanıt “Keynesyenizm” oldu. (Ölmezoğulları,s:15)”.
Keynesyen ekonomik anlayış, talep yanlı politikalarıyla satın alma gücü yaratılmasına dayanıyordu. Bu tip ekonomik politikaların sonucu olarak “Fordist” üretim organizasyonları doğdu. Fordist yapılanmalar, geniş ölçekli üretim birimlerinde yine çok sayıda iş görenin istihdam edilmesinden oluşmaktaydı. Standartlaştırılmış ve küçük parçalara ayrılmış işlerde çalışanlar yine standart ve eskiye oranla daha yüksek ücretler alıyorlardı. Bu yapı aynı zamanda Keynesyen ekonomik politikaların hedefleriyle örtüşmekteydi. Buradan hareketle Fordizmin yapısı genel olarak üç başlık altında toplanabilir;
1. “Seri üretim kitlesel üretimi önceden varsayar
2. Fordizm korunmuş bir ulusal Pazar sistemiyle bağlantılıdır. Bu sistem seri üretim yapanların sabit giderlerini karşılamada da yardımcı olmaktadır.
3. Seri üretim modeli talepteki ani düşüşler karşısında duyarlıdır. Özellikle bunalım dönemlerinde ücretler yükseltilmiş, kredi olanakları arttırılmış, ücretsiz kesime yapılan maddi yardımlar da arttırılmıştır. Böylelikle talepteki ani düşüşler önlenmek istenmiştir. ( R. Murray,s;48) “.
Ancak 1970’lerin başından itibaren bu yapı işlerliğini yitirmeye başlamıştır. İç pazarların doyması ve tüketicilerin seri üretim ürünleri yerine kendi kişisel ihtiyaçlarına cevap veren esnek tarzdaki ürünleri tercih etmesi, diğer bir deyişle “tüketicinin nazlanır hale gelmesi (Bozkurt,1996,s:50)”, hammadde fiyatlarının aşırı yükselmesi, Bretton – Wodds’la birlikte kurulan döviz sisteminin çözülmesi Keynesyen modelin sorgulanması sonucunu doğurdu. Keynesyen politikalar artık güvenini yitirmişti, çünkü teorinin en önemli tezlerinden yüksek enflasyonun beraberinde istihdam hacmini genişleteceği öngörüsü başarısız olmuştu. İstihdamın korunması için getirilen sosyal önlemler artık üretim yapabilmek için önemli bir külfetti, ayrıca sosyal dengeyi sağlamak için kamu harcamalarının boyutları oldukça büyümüştü ve bu durum devletin müdahalesini etkisizleştiriyordu.
Böyle bir ortamda üretim sürecinde, çıkış noktasını yüksek teknolojiler oluşturdu. Ayrıca nispeten daha liberal politikaların uygulandığı Japonya ve diğer bazı Güneydoğu Asya ülkeleri bunalımı rahatlıkla atlattılar. Japon modeli ürün elastikiyetine dayanıyordu ve ileri teknoloji kullanımına elverişliydi. Bununla birlikte Amerikalı iktisatçıFreidman’nın yeni liberal – monetarist görüşleri hükümetler için ilgi çekici alternatifler oluşturuyordu.
Artık ekonominin organizasyonu neo – liberal politikaların getirdiği ilkeler uyarınca yapılıyordu. Ulusal ekonomileri koruyan gümrük duvarları kaldırılmış, istihdam üzerindeki sosyal amaçlı korumalar zayıflatılmıştı. 1980’lerde anılan politikaları uygulan hükümetler dünya çapında iktidara gelmeye başladılar ( ABD’de Reagan, İngiltere’de Theatcher, Almanya’da Kohl, Türkiye’de Özal hükümetleri örnek olarak gösterilebilir). Ayrıca 1980’lerin sonunda liberal batı toplumlarının karşısındaki en önemli alternatif olan sosyalist modelde çözülünce “küreselleşmenin” kavram olarak da “küreselleşmesi” önünde hiçbir engel kalmadı.
Küreselleşmenin Yeni Dünyası
Berlin Duvarı’nın 1989 yılında çöküşünün ardından, 1990’lı yıllardan itibaren hemen her alanda sıkça karşılaştığımız küreselleşme sözcüğü, günümüzde sadece ekonomik bir kavram olarak değil, içinde bulunduğumuz uluslararası sistemi tanımlamak için de kullanılmaktadır.
Gerçek anlamı tamamıyla anlaşılmadan ve tartışılmadan, bütün dünyada olumlu veya olumsuz tepkilere yol açan bir sözcük olan küreselleşmenin bir şanssızlığı da, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından, dünyada bu kelimeyi sıkça kullanmaya başlayan siyasetçilerin izledikleri politikalarla özdeşleştirilmiş olmasıdır. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak, küreselleşmenin ne anlam ifade ettiği tam anlaşılmadan, hakkında olumlu veya olumsuz değer yargıları oluşmuştur.
Küreselleşmeyi savunanlar da, eleştirenler de kendi görüşlerinin haklılığını ortaya koyacak gelişmeleri ve istatistik bilgileri sıkça kullanmaktalar. Küreselleşmenin faydaları konusunda bir görüş birliği olduğunu söylemek mümkündür. Sürdürülebilir ekonomik kalkınma, yükselen yaşam standartları, teknolojik ilerleme ve bilginin daha hızlı yayılması, küreselleşmenin en belirgin faydaları arasında sayılmaktadır.
Öte yandan, küreselleşmeyi sadece ekonomik alandaki faaliyetleri etkileyen bir unsur olarak görmek de sınırlı bir bakış açısını yansıtmaktadır. Bu çerçevede, malların ve sermayenin serbestçe dolaşımının yanısıra, insanların daha sık seyahat etmeleri, bilgi-iletişim teknolojilerindeki hızlı gelişmeler ve internet kullanımının giderek yaygınlaşması, küreselleşmenin önde gelen itici güçleri arasında bulunmaktadır. Saydamlık da, küreselleşmenin ön plana çıkardığı kavramlar arasında yer almaktadır. Gelir dağılımının daha hakça olması, yolsuzlukların azalması, hatta siyasi özgürlüklerin ve insan haklarına saygının artması, küreselleşmeyle doğru orantılı gelişen unsurlar arasında sayılmaktadır.
Diğer taraftan, günümüzde küreselleşme içinde daha fazla yer alan ülkelerin hemen tamamı gelişmiş ülkelerdir. Bu unsur, esasen küreselleşmeye karşı yöneltilen eleştirilerin de odak noktasını oluşturmaktadır. Nitekim, küreselleşmeye karşı yöneltilen eleştirilerin başında, bu ilişkiler sisteminin, zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul kıldığı gelmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin marjinalizasyonuna (dışlanmasına) yol açtığı, faydalarının hem ülkeler hem de bölgeler arasında eşit olarak dağılmadığı, eşitsizlikleri giderici değil artırıcı bir rol oynadığı, küreselleşmeye yöneltilen diğer bellibaşlı eleştirilerdir.
Küreselleşmenin, sermayenin serbestçe dolaşımını kolaylaştırma ve yabancı yatırımları artırma yoluyla ekonomik gelişmeye olumlu katkıda bulunduğu herkesçe teslim edilmektedir. Ancak, küreselleşmenin kriz zamanlarında sermayenin daha çabuk yurtdışına kaçmasına ve krizlerin diğer ülkelere daha hızla yayılmasına neden olduğu da bilinen bir gerçektir. Tayland’da 1997 yılı Aralık ayında başlayan Asya krizi ve Rusya’da 1998 yılı Ağustos ayında meydana gelen mali kriz, kısa süre içerisinde ekonomisi çok güçlü olan ABD’de bile etkisini hissettirmiştir. Türkiye’de 2001 yılı Şubat ayında yaşanan mali krizin etkisinin Rusya’dan Brezilya’ya kadar birçok ülkede hissedilmesinde kuşkusuz yeni küresel dinamiklerin de rolü bulunmaktadır.
Günümüzde küreselleşmenin ivme kazandırdığı bilgi ve iletişim teknolojilerindeki hızlı gelişmeler, uluslararası ticaret ve kalkınmanın canlanması konusunda çok önemli bir rol oynamaktadır. Yine de, bilgi ve iletişim teknolojilerinin sunduğu olanaklardan yeterince faydalanıldığını söylemek ne yazık ki mümkün değildir. Bilgi ve teknolojiye ulaşım konusunda hem ülkeler hem de bölgeler arasında belirgin bir eşitsizlik bulunmaktadır. Bilgi iletişim teknolojileri ve internet kullanımında gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olanlar arasındaki mevcut farklılığı vurgulamak üzere kullanılan "dijital bölünme" (digital divide) kavramının, küreselleşmeyle birlikte giderek "dijital uçurum" (digital abyss) haline dönüştüğü eleştirileri son yıllarda sıkça yankı bulmaktadır. Gerçekten, günümüzde dünya nüfusunun yüzde 80’inin en temel haberleşme olanaklarından yoksun olduğu ve Afrika kıtasında yaşayanların sadece yüzde ikisinin telefon hattına sahip bulundukları unutulmamalı. Başta Afrika ülkeleri olmak üzere, az gelişmiş ülkelerde internet kullanımı henüz marjinal bir konumdadır.
Yeni Düzen-Yeni Aktörler: Her ne olursa olsun, günümüzde küreselleşme, ekonomiden uluslararası ilişkilere kadar çeşitli alanlarda dünyayı etkileyen, uluslararası toplumun dokusunu ve yapısını eskiye oranla tanınmayacak ölçüde değiştiren bir güç olarak karşımıza çıkmaktadır. Birleşmiş Milletler 1945 yılında kurulduğunda, uluslararası ilişkileri belirleyen temel aktörlerin devletler olduğu konusunda herhangi bir kuşku yoktu. Sadece devletler, uluslararası ilişkileri etkileyebilecek kaynaklara sahipti. Oysa günümüzde, uluslararası ilişkileri ve dünya ekonomisini zaman zaman devletlerden çok daha fazla etkileyen yeni aktörler ortaya çıkmıştır. Çokuluslu şirketler, hükümetdışı örgütler, medya kartelleri, araştırma ve düşünce (think-tank) kuruluşları, hatta bazı devletlerin yıllık GSMH’sından daha fazla şahsi serveti bulunan bireyler ve yatırımcı konsorsiyumlar son 10 yıl içerisinde oluşan uluslararası sistemin yeni aktörleri olarak ön plana çıkmışlardır.
Çokuluslu şirketler, dünya sahnesinde ulus devletlerden çok daha sonra görünmekle birlikte, günümüz uluslararası sistemini etkileyen ve yönlendiren aktörlerin başında gelmektedir. Birleşmiş Milletler’in son verilerine göre, dünyanın en büyük 200 çokuluslu şirketinin toplam kaynakları 7.1 trilyon ABD Doları tutarındadır. Dünyadaki ekonomik faaliyetlerin yaklaşık dörtte biri dolayında olan bu rakam, Birleşmiş Milletler üyesi 189 ülkeden 182’sinin toplam ekonomik büyüklüklerinden fazladır. Çokuluslu şirketlerin ihtiyaçlarını, çıkarlarını ve hedeflerini gözetmeyen bir uluslararası ekonomik sistemden söz etmek mümkün değildir. Çokuluslu şirketler, olağanüstü ekonomik güçlerinin bir yansıması olarak, uluslararası ilişkilerde de etkili olabilmektedir.
Küreselleşen dünyanın yeni ekonomik sorunlarıyla başedebilmek ve kaynaklarını artırabilmek amacıyla ürün pazarlarını dünya geneline yaymak isteyen çokuluslu şirketler, şirket birleşmeleri ve satın almalar yoluyla dünya ekonomisindeki etkinliklerini artırarak sürdürmektedir. BM tarafından yayınlanan 2001 yılı Dünya Ekonomik Durum Raporu’na göre, şirket birleşmeleri ve satın almaları ile özelleştirmenin önemli bir bölümünü oluşturduğu Doğrudan Yabancı Yatırımlar (Foreign Direct Investments), 2000 yılında 1.1 trilyon ABD Doları’na ulaşmış bulunmaktadır. Doğrudan Yabancı Yatırımların 10 yıl önce 200 milyar ABD Doları olduğu gözönüne alındığında, sözkonusu yatırımların küreselleşme süreciyle birlikte ne büyük bir artış gösterdiği de ortaya çıkmaktadır. Yine Dünya Ekonomik Durum Raporu rakamlarına göre, 2000 yılında 600 milyar ABD Doları tutarında doğrudan yabancı yatırım yapılırken, bu rakam bütün gelişmekte olan ülkeler için sadece 190 milyar ABD Doları’nda kalmıştır. Esasen bu farklılık da, küreselleşme sürecinin zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yaptığını savunanların tezlerini güçlendirmek amacıyla sıkça vurguladıkları unsurlardan birisini teşkil etmektedir.
Hükümetdışı örgütler de günümüz uluslararası sisteminin önemli aktörleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Kimi büyük hükümetdışı örgütlerin bütçelerinin ve kaynaklarının da çok sayıda gelişmekte olan ülkenin bütçesinden daha fazla olduğu herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Uluslararası Af Örgütü, Yeşilbarış, Sınır Tanımayan Doktorlar gibi alanlarında önde gelen hükümetdışı örgütlerin, çok sayıda ülkenin bütçesini aşan maddi kaynaklarının yanısıra, uluslararası kuruluşların ve ülkelerin karar alma mekanizmalarını doğrudan etkileyecek güçleri de bulunmaktadır.
Araştırma ve düşünce kuruluşları ve medya kartelleri de, küreselleşmeyle birlikte rolleri artan ve uluslararası ilişkilere yön veren aktörler olarak dünya sahnesindeki yerlerini almışlardır. Önde gelen araştırma ve düşünce kuruluşlarından biri olan Davos Dünya Ekonomik Forumu’nun veya büyük bir "medya imparatorluğu" olan CNN-Time Warner’ın uluslararası sistem üzerindeki etkilerini yadsımak mümkün değildir.
Küreselleşmenin, ulus devletin uluslararası alandaki gücünü sınırlayan ve çokuluslu şirketlerin, hükümetdışı örgütlerin, araştırma ve düşünce kuruluşlarının ve medya kartellerinin uluslararası alandaki güçlerini artıran etkisi sonucunda, sivil toplum kuruluşlarının, bilim adamlarının, yazarların, akademisyenlerin, başka bir deyişle "bireylerin" uluslararası ilişkileri etkileme ve yönlendirme olanağı da eskiye oranla artmıştır.
Elde ettikleri büyük servetin bir bölümünü, geçmişte ülkelerindeki eğitim, sağlık gibi alanlara harcayan, "klasik" olarak adlandırabileceğimiz yardımseverlerin yanı sıra, küreselleşmenin etkisini iyice hissettirdiği son yıllarda, çevrenin korunması, yoksulluk ve hastalıklarla uluslararası alanda mücadele gibi küresel planda faaliyet gösteren yeni kuruluşlar da ortaya çıkmıştır. Dünyanın piyasa değeri açısından en büyük şirketlerinden biri olan Microsoft’un hisselerinin büyük bölümünü elinde bulunduran Bill Gates’in kurduğu "Bill ve Melinda Gates Vakfı"nın mal varlığı 21 milyar ABD Doları’nı aşmış bulunmaktadır. Vakıf, yoksullukla mücadele, sağlık ve eğitim alanlarında kullanılmak üzere Birleşmiş Milletler’e 1 milyar ABD Doları’ndan fazla yardımda bulunacağını açıklayarak küreselleşme çağında yardımseverliğin de sınır tanımadığını gösteren bir yaklaşımın öncüsü olmuştur.
Aynı şekilde, CNN-Time Warner medya devinin kurucusu ve en büyük ortağı Ted Turner de uluslararası alandaki bağışları nedeniyle küresel "philantropistler" arasındaki yerini almıştır. ABD’nin Birleşmiş Milletler’e olan zorunlu katkı payı ödemesinin yüzde 25’ten yüzde 22’ye indirilmesini öngören ve bu yapılmadıkça ABD katkı payının bütünüyle ödenmesini engelleyen Senato kararı nedeniyle bu ülkenin katkı payının büyük bölümünü ödememesi, Birleşmiş Milletler’i ciddi bir mali krizin eşiğine getirmişti. ABD Yönetiminin dış politika öncelikleri arasında belirlediği bu konu üzerinde BM üyesi 189 ülke arasında yapılan görüşmelerin tıkandığı bir noktada, ABD Dışişleri Bakanlığının isteği üzerine devreye giren Ted Turner’ın yaptığı, 34 milyon ABD Doları tutarındaki bağış BM üyesi ülkelerin 2000 yılı Aralık ayında katkı payları konusunda görüş birliğine varmalarını sağlayan unsurlardan biri oldu.
Bill Gates ve Ted Turner’ın büyük servetlerinin sadece küçük bir bölümünü oluşturan bu bağışlar, gelişmekte olan birçok ülkenin eğitim, sağlık ve çevrenin korunması alanlarında ayırdıkları bütçelerin çok üstünde bulunmaktadır. Burada gözden kaçırılmaması gereken husus, BM sisteminin, uluslararası kuruluşların, hatta ülkelerin, uluslararası yardım faaliyetleri için küresel yardımseverlerin vicdanlarına sıklıkla seslenir hale gelmiş olmalarıdır. Küresel ekonominin doğal sonucu olarak, Microsoft ve CNN-Time Warner’ın servetlerine servet kattıkları ve karlarının kaydadeğer bölümünü ABD dışındaki pazarlardan elde ettikleri ve bu nedenle yardımseverliklerinin de ABD’yle sınırlı kalmaması gerektiği görüşü öne sürülebilecek olsa da, bu husus küresel "philantropistlerin" uluslararası alandaki rollerini kuşkusuz azaltmamaktadır.

Küreselleşmeye her ne kadar bazı görüşler sadece ekonomik boyutu olan bir olgu olarak yaklaşsalar da, kültürel olarak da önemli bir dönüşümü ifade etmektedir. Özellikle yeni teknolojilerin kullanımıyla yeni kültürel kodlar tüm dünyaya rahatlıkla yayılmaktadır. Bu türden bir yapının getireceği, dünya çapında kendine özgü bir düzene sahiptir. “Gündelik tecrübe ve pratikleri dönüştüren yeni kültürel üretim ve yeniden üretim tekniklerinin ortaya çıkışının vurgulanması (Feathersone,1996,s:94) olarak tanımlanabilecek küresel kültürel dönüşüm, küreselleşmenin boyutlarının anlaşılmasında önemli bir sacayağını oluşturmaktadır.
“Global bir kültürün varlığını savunanlar yerel olanın küreselleşmesiyle ve özgün yerel kültürel ürünlerin kozmopolitleşmesiyle artık bir global kültürün oluştuğunu ortaya atmaktadırlar (Keyman,s:41)”. Ancak bu global kültürün niteliği üzerinde farklı yorumlar yapılmaktadır. Bazı görüşler, bu türden bir kültürel yapının dünyanın farklı alanlarındaki çeşitliliği ortadan kaldırarak hem de iletişim kanallarını kullanarak “kültürel farklılık üzerinde bir hegemonya yarattığını(Wheller,s:359)” hem de bu durumun farklı kültürlerde farklı gerilimler yarattığını öne sürmektedirler. Ancak karşıt görüştekiler bu yapının alt kültürler üzerindeki baskıyı kaldırdığını ve “başkalarının sesinin tüm dünya yüzeyine yayılmasını sağladığına dikkat çekmektedirler (Wheller, s:359)”. Ancak herhalde global kültüre yapılan en radikal eleştiri küreselleşmenin kültürel motifleri kullanarak, kendi emperyalizmini yarattığı ve bu durumun sömürgecilikle aynı olduğudur.
Benzer eleştiriler ve taraf oluşlar aslında tekrar tekrar gözden geçirilmek durumundadır. Zaten kültürel fonksiyonlar üzerine odaklanan sosyal bilimlerin metot ve içerik olarak önemli değişmeler yaşadığı bu dönemde bu türden çözümlemeler konunun algılanmasını zorlaştırır. Bu yorumlar yapılırken genellikle sosyolojinin endüstri toplumunu açıklamaya yönelik kuram ve kavramları kullanılmaktadır. Ancak bu yapının 21. Yüzyıl küresel toplumunda geçerliliği tartışma konusu yapılmaktadır. Anthony Smith’e göre bu anlayış “hizmet toplumunun birbirine bağlı yapılarının kavranması önünde bir engel teşkil etmektedir (A. D. Smith,s:175)”.
Bir başka yönden bakıldığında küresel kültürün oluşumunun yok sayılması da anlamlı bir tepkiyi ifade etmez. Elbette, bu yapının getirdiği bazı olumsuzluklar olmasına rağmen önemli olan pozitif yönünün arttırılması için uğraş vermektir. Bu anlamıyla global kültür emperyalizmden farklıdır. “Çünkü emperyalizm etnik ya da ulusal bir ideolojiye sahipken bugünkü durum ideolojik ve ulusal karakteri aşmakta ve teknolojik altyapıyı da kullanarak kozmopolit bir yapıya bürünmektedir (A.D. Smith,s:176)”. Böylesine bir değişimin Helen, Roma ya da 18. Yüzyıldaki emperyalist yapıyla aynı başlık altında toplamak çok faydalı sonuçlar vermez. “Anılan dönemde kültürel yapılar küresel değil, hakim medeniyetin kendi sembol ve mitlerinin yayılmasından ibaretti. Ancak günümüzde yaşanan durumda kültür, zaman ve mekana bağlı değildir, ayrıca sembollerin karıştığı görülmektedir (A.D. Smith,s:177)”.
Böyle karmaşık yapıya sahip küresel kültür farklı kaynaklardan beslenmektedir. Aslında tek bir küresel kültürün oluşmasının değil, değişik kültürlerin bir araya gelmesi ve oluşan kompleks yapının etki alanının genişlemesi söz konusudur. Küresel kültürün oluşum sürecinde olması bir birinden çok farklı görüşlerin ve öngörülerin bir arada bulunması sonucunu doğurur. Fakat buna rağmen küresel kültür üzerinde ortak noktalardan hareketle “global kültür, bolluk yaratan ürün yelpazesi, etnik yapılı yerel motifler ve bunların oluşturduğu genel insani değer ve ilgilerin bir arada bulunduğu, bütün bunların gelişen iletişim sistemleri ile bağlantılı olduğu yeni bir düzeni anlatmaktadır (A. D. Smith,s:127)”


Küreselleşmenin getirdiği sorunların aşılmasında önerilen yöntemler:
· Küresel sermayenin aşırı hareketliliğine karşın bunu izleyebilecek bilgi akışının sağlanması ve gerekli teknolojik yatırımların yapılması ve bu amaçla üçüncü dünya ülkelerine yönelik yardımların sağlanması,
· Küresel ekonominin gereği olarak ortaya çıkması zorunlu olarak görülen vasıflı işgücünün oluşturulması için gerekli teknolojik ve eğitim yatırımlarının gözetilmesi ve yine üçüncü dünya ülkelerine bu konu için finansal yardımların sağlanması,
· Özellikle teknolojik gelişmelere paralel olarak artan çevre kirliğini önlemek için gerekil hukuksal düzenlemelerin yanı sıra gerekli toplumsal duyarlılıkların ve etik değerlerin oluşturulması ve yaygınlaştırılması,
· İnsan hakları konusunda tüm dünyada uyumlaştırılmış standart kuralların ve ceza sisteminin yürürlüğe konması,
· Örgütlü suçlar, sanal suçlar, uluslar arası terör gibi konularda gerekli düzenlemelerin yapılması ve işbirliğinin sağlanması,
· Sağlık, eğitim, çocuk hakları, kadın hakları, çevre kirliliği gibi konularda sosyal mekanizmaların geliştirilmesi ve bu konuda gerekli altyapı düzenlemeleri konusunda gerekli yardımların yapılması,
· Bölgesel farklılıkları giderecek küresel eylem planlarının ortaya atılması,
· Sosyal güvenlik, işçi hakları, ücret düzeyi gibi konularda ortaya çıkabilecek problemlerin giderilmesi
· Hukuksal mevzuatın uyumlaştırılması ve yeni düzenlemelerin küresel anlamda uygulanmasını gözetecek kurumların oluşturulması,
· Bütün bunlar yapılırken sivil toplum ve kamuoyu duyarlılıklarının gözetilmesi ve kara alma süreçlerinin hem hızlı hem de olabildiğince geniş katılımlı olması sonucunun gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
Tüm bunlara rağmen küresel yönetişim sistemlerini uygulamak çok kolay gözükmemektedir. Ancak küresel yönetişim kavramı küresel sorunların ortadan kaldırılması üzerine etkin çözümleri getirecek yapı olarak düşünülmelidir. Ve bu yapının gelişmesinin zaman alacağı unutulmamalıdır.
SONUÇ
Küreselleşme her şeyden önce bir olgudur ve buna karşı olmak ya da taraf olmak çok anlamlı tavırları ifade etmez. Eğer tarihin teleolojik olarak ileri giden bir düzlem olduğu düşünülürse, küreselleşme hiç şüphesiz ileri doğru atılmış bir adımdır. Elbette küreselleşmenin getireceği problemler de söz konusu olacaktır. Ancak problemler olgunun tamamen karşısında olmak refleksini geliştirirse bu tavır gerçekçi bir zemine oturmaktan uzaktır. Küreselleşme, toplumsal ve kültürel pek çok sürecin değişmesi anl----- gelecektir. Bu değişim süreci bilinene ideolojik yaklaşımları geçersiz kılmaktadır. Dolayısıyla bu ideolojik çerçevelerden yaklaşılması, sağlıklı ve kabul edilebilir çıkarımlar ortaya çıkarması beklenemez.
Önemli olan tavır, küreselleşmenin bir fiili durum olduğunu kabul etmektir. Taraf olmak ya da karşı çıkmak yerine “durum belirlemeyi” önemli hale getiren bu süreçte, yeni durumun getirilerinin arttırılması ve olumsuzluklarının asgariye indirilmesi için çaba sarf edilmesi gerçekçi ve yapıcı bir tavır olacaktır. Yine küreselleşmenin ortaya çıkardığı durumun olumsuzluklarını öne çıkarmak ve karamsar tablolar çizmek nihilist bir tavrı beraberinde getirmekten öte her hangi bir işleyişe sahip olmayacaktır. İnsanlar yaşamlarına anlamlı bir şekilde sürdürebilmeleri için gelecek hakkında umut beslemek zorundadırlar. Belki de küreselleşme bu açıdan insanlık için iyi bir tecrübe olabilir.
 

Benzer Konular

Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
1B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Üst