hz. muhammed´in insanliga getirdikleri...

prenses MoNo MeLeği ♥
Tevhid akîdesinin sarsıldığı her zaman dilimi, karanlıktır. Zira, semâvât ve arzın nûru olan Allah (cc) inancının, bütün sînelere hakim olmaması, ruh ve vicdanları simsiyah hâle getirir. Böyle bir kalb ve vicdanın eşya ve hâdiselere bakış keyfiyeti miyop ve bulanık olacağından, o insan kapkaranlık bir dünyada, hep yarasalar gibi yaşayacaktır.

Din ve dine ait bütün esaslar temelinden sarsılmış, semâvî dinler de bizzat o dine tâbi olanlar tarafından tahrif edilmiş bir dönemde, belki birkaç muvahhid, isimlendiremedikleri, bilemedikleri, dolayısıyla da yolunda kullukta bulunamadıkları bir Allah (cc)’a inanıyorlardı; ama sesleri o kadar zayıf çıkıyordu ki, hiç mi hiç kimsenin dikkatini çekmiyordu.

Cahiliyede Putperestlik

Bütün müşrikler Ka’be’ye doldurdukları putlarına kullukla övünüyor ve teselli oluyor. İçlerinde az bilgisi olanlar ise, bu putları sadece Allah (cc)’a yaklaştırıcı birer vasıta olarak kabul ettiklerini söylüyorlardı. Bir âyette bu husus şöyle ifade edilmektedir:

“ Biz onlara, sırf bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.”
(Zümer, 39/3)


Böylece, insanın yapısında bir önemli emanet olarak yerleştirilmiş olan kulluk duygusu, bir kere daha kötüye kullanılmış oluyor, bir kere daha ihanete uğruyordu. Ağaca, taşa, toprağa, Güneş’e, Ay’a, yıldıza kullukta bulunuyor; hatta, helva ve peynir gibi yenecek nesnelerden kendi elleriyle yaptıkları putlara bir süre tapıyor, sonra da karınları acıkınca bu şeyleri yiyorlardı.

Bu temelsiz düşünceyi ve bu köhneleşmiş anlayışı Kur’ân-ı Kerîm şöyle dile getirir:

“Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda veremeyecek şeylere tapıyorlar ve: ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır’ diyorlar. De ki: Siz Allah’a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Haşâ! O, onların ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir” (Yûnus, 10/18).

“Dikkat et, hâlis din ancak Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler: ‘Onlara, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsın diye kulluk ediyoruz’ (diyorlar). Şüphesiz ki Allah ayrılığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.” (Zümer, 39/3).


Bir de bu sapık düşüncelerine mazeret arıyorlardı. En büyük mazeretleri de atalarını bu işleri böyle yapar bulmalarıydı :

“Onlara (müşriklere) ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman, onlar, ‘hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ dediler. Atalarının akılları hiçbir şeye ermemiş ve doğruyu bulamıyor iseler de mi?..”
(Bakara, 2/170).


Kız Çocuklarının Dramı

Cahiliye devrine ait bir başka kötülüğü de Kur’ân-ı Kerîm şöyle anlatır :

“Onlardan biri kız ile müjdelendiği zaman, pek öfkeli olarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen müjdenin sevimsizliğinden dolayı kavminden gizlenmek ister. Onu, hakarete katlanarak yanında tutacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? (Bunu düşünür durur.) Bak ne kötü hüküm veriyorlar!..”
(Nahl, 16/58-59).


Evet, onlardan herhangi biri kız çocuğu olduğu müjdesini aldığı zaman, öfkeden yutkunup duruyor.. bu yüzden de yüzü simsiyah kesiliyor ve bu acı müjdeden dolayı halkın içine çıkıp görünmekten de utanıyordu. O böyle bir haberi o kadar kötü buluyordu ki, kaybolmak, gizlenmek, bir deliğe girip saklanmak istiyor ve iki alternatiften birine katlanmak zorunda olduğuna inanıyor, tereddütler içinde bocalıyor ve bir karar veremiyordu: Ya cemiyet içinde düştüğü horluğa katlanıp o çocuğu hayatta bırakacak veya şerefini temizlemek için (!) o kız çocuğunun vücudunu ortadan kaldıracaktı.

İşte kadın cahiliye döneminde böylesine hor görülüyordu.. ve bu hor görme ve küçümseme, sadece cahiliye Araplarına mahsus da değildi. Roma ve Sâsâni imparatorluklarında da durum aynıydı. Bu itibarla denebilir ki; İslâm’ın, cahiliye Arapları arasındaki kadınlık dünyasıyla alâkalı o müthiş tesbit ve inkılâbı, aynı zamanda topyekün dünya kadınlığı adına, insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan bir operasyondur.

Evet, ilk defa Kur’ân, bu tür canavarlığın önüne çıkıyor ve hangi sebeple ve ne şekilde olursa olsun çocukların öldürülmesini yasaklıyor:

“Fakirlik yüzünden çocuklarınızı öldürmeyin; sizin de onların da rızkını Biz veririz.”
(En’am, 6/151).


Sanki Cenâb-ı Hakk onlara şöyle diyordu: Çocuklarınızı niçin öldürüyorsunuz? Sizi de onları da rızıklandıran Benim. Görmüyor musunuz, yeryüzü, binler sofralar halinde hazırlanıp sizin emrinize sunuluyor. Gökyüzü sizin imdadınıza koşuyor. Bulutları sizin için sevkedip oradan yağmuru ve kar’ı yağdıran, sonra da zemin yüzünde milyonlarca türde bitkiyi bitiren Benden başka kim olabilir? Bütün bunları gördüğünüz halde, hangi vicdan, hangi insaf ve hangi akılla rızık korkusuna düşüyor da çocuklarınızı öldürüyorsunuz. Sakın unutmayın; böyle yapanlar Allah (cc)’a hiç mi hiç muhatap olma liyâkatına eremeyecekler ama; birgün o masumlar muhatap kabul edilerek, hangi cürümleri sebebiyle öldürüldükleri, kendilerine sorulacak ve evlatlarını öldüren o zalimler de, bu zulümlerinin cezasını mutlaka göreceklerdir. İşte “Diri diri toprağa gömülen çocuklarınıza ‘suçunuz neydi, hangi günah sebebiyle öldürüldünüz?’ diye sorulduğunda” (Tekvir, 81/8-9) mealiyle verdiğimiz âyet o müthiş ürperticiliğiyle bize bu devrin ahlâkını anlatmaktadır.

Bir gün bir sahâbî, Allah Resûlü’nün huzuruna gelerek cahiliyeye ait bu canavarlığı şöyle dile getirmişti: “Ya Resûlallah! Biz cahiliye devrinde kız çocuklarımızı diri diri gömerdik. Benim de bir kız çocuğum vardı. Annesine ‘bunu giydir, dayısına götüreceğim’ dedim. (Kadın bunun ne demek olduğunu bilirdi. Ciğerpâresi, evladı biraz sonra bir kuyuya atılacak ve orada çırpına çırpına can verecekti. Ne var ki, kadının böyle bir canavarlığın önüne geçme hak ve selâhiyeti yoktu. Yapabileceği tek şey, için için ağlayıp gözyaşı dökmekti). Hanımım dediğimi yaptı. Çocuk hakikaten dayısına gideceğini zannediyor ve cıvıl cıvıl koşuşuyordu. Elinden tutup daha önce kazdığım bir kuyunun yanına getirdim. Ona kuyuya bakmasını söyledim. O tam kuyuya bakayım derken, sırtına bir tekme vurdum ve onu kuyuya yuvarladım. Fakat her nasılsa, eliyle kuyunun ağzına tutundu. Bir taraftan çırpınıyor, diğer taraftan da: ‘Babacığım üzerin tozlandı’ deyip elbisemi silmeye çalışıyordu. Buna rağmen bir tekme daha vurdum ve onu diri diri toprağa gömdüm.”

Adam bunu anlatırken Allah Resûlü ve yanındakiler hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Orada oturanlardan birisi: “Be adam Resûlullah’ı, hüzün içinde bıraktın!” deyince, Efendimiz, adama: “Bir daha anlat” dedi. Adam hâdiseyi bir kere daha anlattı. İki Cihan Serveri’nin gözlerinden süzülen yaşlar mübarek sakalından aşağıya akıyordu(1). Allah Resûlü hâdiseyi tekrar ettirmekle sanki şunu anlatmak istiyordu: “İşte siz İslâm’dan evvel böyleydiniz. Tekrar tekrar anlattırdım ki, İslâm’ın size kazandırdığı insanlığı bir kere daha hatırlamış olasınız!”

Bu acılardan acı misâlde görüldüğü gibi, o gün insanlık müthiş bir buhran geçiriyordu; hergün çölün karanlıklarında binbir fezâyiin yanında bir de derin derin çukurlar kazılıyor ve nice masum çocuk onların içinde can veriyordu. Beşer, vahşette sırtlanları çoktan geride bırakmıştı. Dişsiz olanın hakk-ı hayatı yoktu ve mutlaka bir dişlinin keskin dişleri arasında paralanmaya mahkumdu. Cemiyet bunalımlar içindeydi. Bu bunalımlara “dur” diyecek kimse de yoktu.

Değişen Değerler

Evet, cemiyet öyle bir hâle giriftar olmuştu ki;
- bütün insanî değerler ters yüz edilmiş,
- fazîletler ayıp, ayıp ve kusurlar ise birer fazîlet gibi itibar görmeye başlamıştı.
- Canavarlık alkışlanıyor ve insanlık horlanıyordu. Kurtlar çoban olmuş çalım çakıyor; koyunlar bu merhametsiz çobanların elinde inim inim inliyordu.
- Fuhuş, zina, ahlâksızlık öyle yaygınlaşmıştı ki, çoğu kimse babasını bilmiyor ve tanımıyordu. Haseb ve nesep bütün bütün kuruyup gitmişti.
- İçki ve kumar hiç de ayıp sayılan şeyler değildi.
- İnsanları hor görmek, aşağılamak normal bir hâdise gibi değerlendiriliyor, çeşit çeşit spekülasyonlarla insanlığın kanını emmek marifet ve akıllılık sayılıyordu.

İşte bütün bu olup bitenlere “dur!” diyecek bir “İksir Sözlü”ye ihtiyaç vardı. İhtiyaç o derece şiddetli idi ki, birden Rahmet ihtizaza geldi ve derken Efendiler Efendisinin risalet vazifesiyle gönderilmesine bâdi oldu ve O’nun gelişiyle birden her şey değişiverdi. Evet, Dev Şair Ahmed Şevki’nin de dediği gibi:


“Hidayet doğdu, kâinat bütünüyle ışık oldu
Artık zamanın dudaklarında tatlı bir tebessüm ve senâ var”

Karanlık olan zaman ve mekan, Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği ışıkla tebessüm eden bir gül demeti haline geliverdi ki seneler sonra, hicret esnasında Medine halkı O’nu karşılarken:

“Seniye-i Veda’dan bir Ay doğdu. Her duâ ve da’vette bulunan, duâ ve da’vette bulunduğu müddetçe üzerimize şükür vacib oldu” 3.

Bütün bu duyguları dile getiren nağmelerle karşılayacaklardı. Evet işte tertemiz nâsiyeliler, tertemiz ağızlarıyla bu tertemiz nağmeleri terennüm ediyorlardı.
 

Benzer Konular

Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
1B
Üst