gönül yapmak gelmiyorsa elinden

SaMeT46 Harbi Aktif Üye
Soğuk bir gündü. Kar aralıksız yağıyordu. Gün içinde yaşadığım üst üste tersliklerden canım sıkkın. Öfkeliydim.

Evde durmamalıydım. Çıkıp gitmek, canımı ceviz kabuğunun içinden bir an önce kurtarmak lazım. Yürümek en iyisi. Bir yere gitmeden, öylece yürümek. Kendimi dışarı attım.

Tuhaf, kimse soğuğa aldırmıyor. Herkes mutlu, hatta çoğunun yüzünde gülümseme bile farkediliyor . Ne bileyim, ya da bana öyle geliyor.

Kızılay'dayım. Ne kalabalık!.. Kaldırımda rahatça yürümenin imkanı yok. Ama ben yürümek istiyorum. Kimse bana dokunmadan, ben kimseye dokunmadan sadece yürümek. Ama ne mümkün!.. Vitrin önlerine birikmiş kalabalıklar, ağır aksak yürüyenler habire önümü kesiyor.

Bugün yürümeliyim. Bu kaldırım kalabalıksa diğeri var. Ama bu şehirler... İnsanın bittiği yerde bir ağaç çıkıyor karşıma. Kaldırımın ortasında. Ya da bir çöp bidonu. Yolumun üstüne park edilmiş bir araba… Öfkem artıyor. Çekilin önümden diye bağırmamak için dişlerimi sıkıyorum. Bir dağda olsam, çölde ya da...

Mithatpaşa Caddesi sakin olabilir mi? En iyisi oraya yürümek. Sonra da bir otobüse atlayıp gitmek. Nereye gittiği hiç önemli değil.

İyi, otobüs durağı biraz ileride. Önümde yürüyen üç kişi yanyana , kaldırımı kaplamış yürüyorlar. Babanızın mülkü ya , yürüyün bakalım diye homurdandım. Hızlanıp yanlarından geçmeye niyetlendim. Ama bu sefer bir ağaç kesti önümü. Hışımla kaldırımdan aşağı indim. Ağacın solundan tekrar kaldırıma çıkmak üzereydim ki... Küt!... Kötü çarpışmıştık. Kafa kafaya. Dişlerimi sıktım. Çarpıştığım adama baktım. Öfkeden gözlerimden ateş fışkırıyor olmalıydı. Adam sızlanarak burnunu tutuyordu. Benimki de feci sızlıyordu. Bu kadar olmazdı ama. Tüm öfkemi kusarcasına parladım:

- Hop, yavaş be! Önüne baksana, kör müsün?

Cevap bekledim. İçimden onun da sert çıkmasını isteyerek, ki o zaman adama abanacaktım.

Ellerini yüzünden çekti, hiçbir şey demedi. Kötü görünüyordu, kötü ve acınacak halde. Yavaşça yere eğildi. Elleriyle yoklayarak birşey arıyordu. Yoksa zaman mı kazanıyordu? Ne düşürmüştü ki? Doğruldu. Aradığı şey elinde... Elinde bir baston. Âmâ bastonu!.. Aman Allahım , adam gerçekten körmüş! Ne yaptım ben!..

Nutkum tutulmuştu. Hiçbir şey diyemedim. Öfke möfke herşey uçup gitmiş, ayaklarım boşlukta gibi kalakalmıştım. Bastonunu açmasına yardım etmeye çalıştım.

- Sağol, dedi.

-Hay Allah, dedim; hay Allah, hay Allah... Kaç kez dediğimi bilmeden dedim. Sonra ne diyeceğimi bilmeden sustum. Şimdi içimden gülmek geliyordu. Durumun komik bir yanı da vardı belki ama ondan değil. Sinir boşalması. Önce tuttum, sonra dayanamadım, kahkahalarla gülmeye başladım. Allah Allah , kör müsün dediğim adam kör çıktı!..

Güldüm, güldüm... Gözlerimden yaş geldi. Nihayet sinir krizim durunca sordu:

- Niye gülüyorsun?

Sesi yumuşak, hatta suçlu gibiydi.

- Kusura bakma, dedim; elimde olmadan...

Ama kötü olmuştum. Kendimden utandım o an. Ondan utandım. Çok incindiğini hissettim. Ciddileştim:

- Özür dilerim, dedim; canım sıkkın da... Öfkeliydim. Dikkatsiz olan bendim. Çok hızlı yürüyordum, bu yüzden çarpıştık.

- Ben özür dilerim, dedi; benim suçum. Kaldırımdan inmek isterken duraklamıştım.

- Gerçekten üzgünüm. Özür dilerim, dedim tekrar.

- Önemsemeyelim, olan oldu bir kere, dedi. Gülümsüyordu.

Ne temiz bir yüzü, ne sakin bir gülüşü vardı. Ba ştan aşağı süzdüm onu. Orta boylu, hafif kilolu, otuz yaşlarında. Üzerinde sadece ceket vardı, paltosu yok. Üşüdüğü belliydi. Ayrılmadan önce, suçumu telafi edebilmek için sordum:

- Sizin için yapabileceğim bir şey var mı?

- Mümkünse karşı kaldırıma geçmeme yardımcı olun, dedi.

- Tabi, dedim koluna girerken. Geçerken bizi gören araçlar durdu, karşıya geçtik.

Elleri dikkatimi çekmişti. Buz gibiydi, çatlaktı. İçim burkuldu. Özür dilememin ne anlamı vardı? Birşeyler yapmalıydım. Gözüme ilerdeki pastanenin tabelası ilişti. Aslında benim de midem kazınıyordu. Birlikte yerdik. Hem de ısınmış olurdu. Teşekkür etti. Gitmesi gerektiğini söyledi. Fakat ısrar edince,

- Ama sadece bir bardak çay, dedi.

Pastanede kalorifer peteğinin yanına oturttum onu. Çayını karıştırabileceğimi söyledim, karşı çıktı. Sonra sordu:

- Ne iş yapıyorsun?

- Öğrenciyim.

- Çok sinirliydin, ne oldu?

- Evet, sahiden de bugün iyi değilim. Amaçsızca dolaşıyordum, dedim. Canımı sıkan şeyleri anlattım. Sonra onu konuşturdum.

Bir çay kaç oldu bilmiyorum. Birisi geldi, diğeri gitti. Âmâ arkadaş hakikaten hoş sohbet, iyi bir insandı. Çok da espriliydi. Sohbeti bölüp saati sordu, söyledim.

- Çok geç olmuş, kalkalım mı, dedi.

- Bir şartla, dedim. Duraksadı önce.

- Hayırdır, ne şartı, diye sordu.

- Bana telefon numaranı ver, görüşelim.

Cebimden kağıt kalem çıkaracakken ellerimin yağlandığını farkettim. İzin isteyip lavaboya gittim. Döndüğümde âmâ arkadaş elinde katlanmış bir peçete tutuyordu.

- Telefon numaram burada, dedi; garsona yazdırdım.

Peçeteyi cebime koydum, kalktık. Bayındır sokağa kadar birlikte yürüdük, orada ayrıldık.

Aradan hayli zaman geçmişti. Bir hafta sonu âmâ arkadaş aklıma düştü . Oturur sohbet ederdik. Telefon numarası hâlâ o gün koyduğum cebimde olmalıydı. Çıkarıp kaydetmemiştim. Ceplerimi karıştırdım, peçeteyi buldum. Yıpranmıştı, dikkatlice açtım. Ama telefon numarası yerine iki satırlık yazı vardı peçetenin üstünde. Şaşkınlık ve merakla okudum:

Gönül yapmak gelmiyorsa elinden
Bari gönül yıkılmasın dilinden.

Kalakaldım. Ne yapacağımı bilemedim. Peçeteyi katlayıp, cüzdanımın en gizli yerine sıkıştırdım.

Şimdi ne zaman bir âmâ görsem, o mu diye bakıyorum. Hâlâ rastlayamadım. O arkadaş nerede şimdi?.

alıntı
 

Benzer Konular

Yanıtlar
0
Görüntülenme
5B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
4B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Üst