20. YÜzyilda TÜrkÇeye Hİzmet Edenler

agent force Harbi Aktif Üye
1. GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, yüzyıllardır bağımsızlığından ödün vermeden yaşayan Türk milletinin geçmiş devlet yöneticileri içinde Türkçe’ye en büyük önem verenidir. Gazi’nin, mesaisini en çok meşgul eden dil hakkındaki görüşleri ve direktifleri aşağıda bir bütün olarak verilmeye çalışılmıştır.
“Türk milletinin dili Türkçe’dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlâkının, ananelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir (Korkmaz, 1992: 191)
“Öyle istiyorum ki, Türk dili bilim yöntemleriyle kurallarını ortaya koysun ve her dalda yazı yazanlar bütün terimleriyle çoğunluğun anlayabileceği güzel, ahenkli dilimizi kullansınlar (Korkmaz, 1992: 191)
“Türk demek dili demektir. Milliyetin çok bariz vasıflarından birisi dildir. Türk milletindenim diyen insanlar her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk camiasına mensubiyetini iddia ederse buna inanmak doğru olmaz
Yalnız, milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden önce behemehal Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk düşüncesine bağlı olduğunu iddia ederse, buna inanmak doğru olmaz (Korkmaz, 1992: 191).
Kültür işlerimiz üzerine, ulusça gönüllerimizin titrediğini bilirsiniz. Bu işlerin başında da Türk tarihini, doğru temelleri üzerine kurmak; öz Türk diline, değeri olan genişliği vermek için candan çalışılmakta olduğunu söylemeliyim. Bu çalışmaların göz kamaştırıcı verimlere ereceğine şimdiden inanabiliriz (Korkmaz, 1992: 213).
Zamanımızda yaşamak isteyen milletler, tarihlerine ve tarihlerini yaşatan her şeyde dillerine sağlam sarılırlar. Dil bilgisi, tarihin en uzak, en karanlık köşelerini aydınlatır... Asırlık işleri yıllara sığdıran Türk inkılâbı, kendi mihrabının bizzat güneş olduğunu bulmuştur. Tarih yolculuğunda güneşin ilham izlerine, en çok biz, Türkler tesadüf ediyoruz. Türk ırkı, kültürünü öyle bir yerde buldu ki, orada güneş ona verimli oldu. İlk yurttan ayrılmaya mecbur olan Türkler, başlıca göç yolları için yine güneşin kılavuzluğundan istifade ettiler. Doğu ve Batı ellerine yayıldılar; o geniş ülkelerde, yüksek varlıkların edebî vesikalarını bıraktılar. Öz yurdumuz Anadolu’nun ilk kültürünü kuran cetlerimiz güneşi sembolize ettiler. Türk tarihi, Türk ırkını ancak müspet ilim belgeleriyle bulur. Türk dili bunlardan en önemlisidir.... Türk’ün tarihi varlığını ve bu varlığın dünyadaki yaygınlığını, Türk dili orijinalliği bilhassa çok açık bir kesinlikle göstermektedir.l Bu itibarla Tarih Kurumu Türk Dil Kurumunun kendinden ayrılmaz eşidir. Bu iki kurum, birlikte yükselmesi, birbirini tamamlaması icâbeden iki âbidedir (Korkmaz, 1992: 217).
Güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim ahenktar, zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafamızı demir çerçeve içinde bulundurarak, anlaşılamayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve lüzumu anlamak mecburiyetindesiniz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle behemehal pek çabuk bir zamanda mükemmel bir surette anlayacağız. Buna katiyetle eminim. Siz de emin olunuz (Korkmaz, 1992: 33).
“Aziz Arkadaşlarım,
Her şeyden evvel inkişâfın ilk yapı taşı olan meseleye temas etmek isterim. Her vasıtadan evvel büyük Türk milletine, onun bütün emeklerini kısır yapan çorak yol haricinde kolay bir okuma yazma anahtarı vermek lazımdır.
Büyük Türk milleti cehaletten az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel ve asil diline kolay uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı Lâtin esasından alınan Türk alfabesidir. Basit bir tecrübe, Lâtin esasından Türk harflerinin Türk diline ne kadar uygun olduğunu, şehirde ve köyde, yaşı ilerlemiş Türk evlatlarının ne kadar kolay okuyup yazdıklarını güneş gibi meydana çıkarmıştır. Büyük Millet Meclisi’nin kararıyla, Türk harflerini katiyet ve kanuniyet kazanması bu memleketin yükselmesi mücadelesinde başlı başına bir geçit olacaktır. Millet ailesine, münevver, yetişmiş büyük bir milletin dili olarak elbette girecek olan Türkçe’ye bu yeni canlılığı kazandıracak olan Üçüncü Büyük Millet Meclisi, yalnız edebî Türk tarihinde değil, bütün insanlık tarihinde mümtaz bir sima kalacaktır.
Efendiler,
Türk harflerinin kabulüyle hepimize, bu memleketin bütün vatanını seven evlatlarına mühim bir vazife teveccüh ediyor. Bu vazife milletimizin kâmilen okuyup yazmak için gösterdiği şevk ve aşka bilfiil hizmet ve yardım etmektir. Hepimiz hususî ve umumî hayatımızda rast geldiğimiz okuyup yazma bilmeyen erkek kadın her vatandaşımıza öğretmek için tehalük göstermeliyiz. Bu milletin asırlardan beri hallolunmayan bir ihtiyacı birkaç sene içinde tamamen temin edilmek, yakın ufukta gözlerimiz kamaştıran bir muvaffakiyet güneşidir. Hiçbir muzafferiyetin hazlarıyla kıyas kabul etmeyen bu muvaffakiyetin heyecanı içindeyiz. Vatandaşlarımızı cehaletten kurtaracak bir sade muallimliğin vicdanî hazzı mevcudiyetimizi işba etmiştir (Korkmaz, 1992: 48).
Yeni yazı, Türk’ün meftur olduğu yüksek zeka ve kabiliyeti inkişaf ettirebilecektir. Yeni yazımızı, Yeni Türk harflerini tarlalarında çalışan çiftçilerimize, sürüleri başında dolaşan çobanlarımıza kadar en az zamanda teşmil etmeye çalışmak cümlenin vicdan ve millî haysiyet borcudur (Korkmaz, 1992: 48).
Arkadaşlar,
Bizim ahenktar, zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarınızı demir çerçeve içinde bulundurarak, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak mecburiyetindesiniz.
Şimdi sözden ziyade iş zamanıdır. Çok işler yapılmıştır ama bugün yapmaya mecbur olduğumuz son değil lâkin çok lüzumlu bir iş daha vardır: Yeni Türk harflerini çabuk örenmelidir. Vatandaşa, kadına erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik ve milliyetperverlik vazifesi biliniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki, bir milletin yüzde onu okuma bilir, yüzde sekseni bilmez nevidendir. Bundan insan olanlar için utanmak lâzımdır. Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet değildir, iftihar etmek için yaratılmış, tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir... artık mazinin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları tashih edeceğiz. Hataların tahsis edilmesinde bütün vatandaşların faaliyetini isterim. En nihayet bir sene içinde bütün Türk heyet-i içtimaiyesi yeni harfleri öğreneceklerdir. Milletimiz, yazısıyla, kafasıyla bütün âlem-i medeniyetin yanında olduğunu gösterecektir (Korkmaz, 1992: 162) [9 Ağustos 1928 Sarayburnu]
Başka dillerdeki her bir söz için en az bir kelime bulmalı, onları ortaya atmak lâzımdır. Millî zevkimiz hangisinden hoşlanır ve onu kullanırsa, o zaman lügatimize koyalım (Korkmaz, 1992: 278)
Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır (Korkmaz, 1992: 315).
Türk konuşurken önce somut şeyi, sonra soyut anlam bildiren kelimeyi söyler. “Ahmet geldi.” der. , çünkü Ahmet somut varlığı, geldi soyut anlamı ifade eder. Türk‘ün tabiî söz dizimi budur. Bunu ancak heyecan, korku, şaşkınlık gibi haller bozabilir ‘Korkmaz, 1992:347).
Yeni Türkçe kelimeler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat Türk dilinin yapısını zorlamak olmaz. Bu bünye meselesini Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey’e söyledim: ketebe yektübü Arap’ındır, kâtip, kitap, mektup Türk’ündür (Korkmaz, 1992: 347).
En iyi müdafaa usulü taarruzdur. Şu hâlde dil alanında türemiş yabancılıklara saldıralım; ağacı bir defa silkeleyelim: Görelim hangi çürükler düşecek; kalan sağlamlar bakalım ne kadardır? Dökülmeyenler, özleri ve arınmışları bulununcaya kadar biraz daha işe yarayabilir; geçici olarak... (korkmaz, 1992: 358).
Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için tüm devlet örgütümüzün dikkatli, ilgili olmasını isteriz.
Kültür işlerimiz üzerine ulusça yüreğimizin titrediğini bilirsiniz. Bu işlerin başında da Türk tarihini doğru temelleri üzerine kurmak, öz Türk diline hakkettiği genişliği vermek için candan çalışmanın geldiğini söylemeliyim. Bu çalışmaların göz kamaştırıcı verimlere erişeceğine şimdiden inanabilirsiniz (Turhan, 1995: 187-188).
Başlarında değerli Millî Eğitim Bakanımızın bulunduğu Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumumuzun, her gün yeni gerçeklerin ufuklarını açan ciddî ve sürekli çalışmalarını övgüyle anmak istiyorum. Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin içinde unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründeki köken niteliklerini inkar edilemez bilimsel belgelerle ortaya koydukça yalnız Türk ulusu için değil, ama tüm bilim dünyası için dikkat çekici ve uyandırıcı, kutsal bir görev yaptıklarını güvenle söyleyebilirim. Türk Tarih Kurumunun Alacahöyük’te yaptığı kazılar sonunda ortaya çıkardığı 5500 yıllık maddî Türk tarih belgeleri cihan kültürünü yeniden incelemeyi gerektirecek niteliktedir.
Birçok Avrupalı bilim adamlarının katılmasıyla toplanan Dil Kurultayının ışıklı sonuçlarını doğrudan doğruya gördüğüm için mutluyum. Bu ulusal kurumların kısa sürede ulusal akademiler hâlini almasını dilerim. Bunun için çalışkan tarih ve dil bilginlerimizin, dünya bilim âlemince tanınacak, özgün yapıtlarını görerek mutlu olmanızı dilerim (Turhan, 1995: 188).
Türk Tarih ve Dil Kurumlarının çalışmaları beğenmeye değer kıymet ve nitelik göstermektedir. Tarih Kurumu ülkenin çeşitli yerlerinde kazılar yaptırmış ve uluslar arası toplantılara başarıyla katılarak yaptığı tebliğlerle yabancı uzmanların ilgi ve beğenilerini kazanmıştır.
Dil Kurumu en güzel ve verimli bir iş olarak çeşitli bilimlere ait Türkçe terimleri saptamış ve böylelikle dilimiz yabancı dillerin etkisinden kurtulma yolunda sağlam bir adım atmıştır. Bu yıl okullarda öğretime Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlanmış olmasını kültür hayatımız için önemli bir olay olarak kaydetmek isterim.
Türk Dil ve Tarih Kurumlarının Türk ulusal varlığını aydınlatan çok değerli ve önemli birer bilim kurumu niteliği kazandığını görmek hepimizi sevindiren bir olaydır (Turhan, 1995: 188).
İlk fıkra kumandanı olduğum Tekirdağ’ını 14 sene sonra ziyaret edebildim. Bundan çok memnun ve mütehassisim. Fakat, daha çok memnun ve münşehir olduğum nokta şudur: Tekirdağlı vatandaşlarım daha şimdiden yeni Türk harflerini yazıp okumayı öğrenmişlerdir, diyebilirim. Memurların kaffesini bizzat imtihan ettim. Sokaklarda ve dükkânlarda halk ile temaslar yaptık. Arap harfiyle hiç yazmak okumak bilmeyenlerin Türk harfleriyle derhal ünsiyet ettiklerini gördüm. Henüz ortada selâhiyetler makamatın tastikinden geçmiş bir rehber olmadan, henüz mektep muallimleri delâlet faaliyetini geçmeden, Yüce Türk milletinin hayırlı olduğuna kanaat getirdiği bu yazı meselesinde bu kadar yüksek şuur ve intikal ve bilhassa istical göstermekte olduğunu görmek, benim için cidden büyük, çok büyük saadettir.
Bu husus elbette ağyar için mucib-i hayret olacaktır. Az zaman sonra, yeni Türk harfleriyle, göz kamaştırıcı Türk manevî inkişafının vâsıl olabileceği kudret ve itibarın beynelmilel seviyesini gözlerimi kapayarak şimdiden o kadar parlak görüyorum ki, bu manzara beni gayşediyor. (Korkmaz, 1992: 43)
Yeni harflerin tatbikatını memleketin pek çok yerinde gördüm. Şehirlerde, köylerde, her yerde halk yeni harflerle okuyup yazmaya geçmiştir. Halk yeni yazının kolaylığından memnundur. Yalnız her yerde, şehirde ve köyde, memurda ve muallimde zihinde karıştırıp şaşırtan, bağlama çizgisinin doğru olarak kullanılmasındaki endişe vaziyetidir.
Bu sıkıntı harflerin kolaylığına, şevk ve neşeye dokunacak derecede kendini hissettirmektedir.
Encümen esasen yeni harflerle yazıya başlanırken uzun kelimemizin hecelemesini, seçilmesini kolaylaştıracak bir çare olmak üzere bağlamayı düşünmüş ve bağlamanın kalkmasını ileriye bırakmıştır. Yeni harflerin kabul ve taammümündeki tehalük ve sürat bu zamanın geldiğini gösteriyor. Bilakis bağlama çizgisinin kalkması halkın öğrenmesini pek çok kolaylaştıracak ve şevklendirecektir. Bu sebeple ve halk içinde müşahedelerime güvenerek atideki esasları kabul etmek faydalı ve lazım görülmüştür.
1. istifham edatı olan “mı?, mi?, mu?, mü?” umumiyetle ayrı yazılır. Mesela, “Geldi mi?” gibi. Fakat kendinden sonra gelen her türlü lâhikalarla beraber yazılır. Mesela, “Geliyor musunuz?, Ben miydim?” gibi.
2. Rabıt edatı olan “ki” ve dahi manasında olan “de, da” müstakil kelime olarak ayrı ayrı yazılır. Mesela, “Görüyorum ki. Sen de iyisin” gibi.
3. Türk gramerinde bağlama işareti olan (-) kalkmıştır. Binaenaleyh fiillerin tasriflerinde ve isim ve sıfatların fiil gibi tasriflerinde lâhikalar (-) ile ayrılmazlar, beraber yazılırlar. Mesela, “Geliyorum, Gideceksiniz, görecekler, yapmalıyım, gideyim, gidebilirim, söyleyesin, güzeldir, demirdir” gibi.
4. Kezalik ile, ise, için, iken kelimelerinin muhaffefleri olan –le, -se, -için, -ken şekilleri kendinden evvelki kelimeye bitişik yazılır. Çizgiyle ayrılmaz. Mesela, “Ahmetle, buysa, seniniçin, gelirken” gibi. Bunun gibi –ce, -çe, -ca, -ça ve zarf edatı olan (ki) lâhikaları da her vakit iltihak ettiği kelime ile bitişik yazılır. Mesela, “mertçe, benimki, yarınki, hasta iyicedir, iyice anladım.”
5. Türkçe’de henüz mevcut olan Farisî terkiplerle dahi bağlama çizgisi yoktur. Terkip işareti olan sedalı harfler (i), ilk kelimenin sonuna eklenir. Mesela, hüsnü nazar.
Şimdiye kadar tabı ve neşrolunmuş muhtelif vesaitler bu esaslara göre derhal en seri surette tashih olunmak lazımdır. (Korkmaz, 1992: 45-46)
Yeni harfler bizi çok işgal etmelidir. İnönüleri, Sakarya, Dumlupınar arifelerinde ne kadar dikkatli, ne kadar müteyakkız, aynı zamanda ne kadar pürûmit olduğumuzu düşünürüz; yeni harfler meselesinde o kadar dikkatli, ve o kadar ümitli olmalıyız. Bu memleketin cidden mes’ûd olmasını kalpten arzu edenler, bunca muvaffakiyetlerine rağmen hâlâ bu milletin lisânını ve yazısını akvâm-ı iptidâiyenin işaretleri gibi görecek ona hiçbir kıymet vermek lüzûmunu hissettirmeyenleri hakîkate ircâ etmeli, yeni harflere ve bu harflerle husûle gelecek vaziyete bütün heyecanları, ümitleri ve ciddiyetleri ile ehemmiyet vermeli ve meşgûl olmalıdırlar.
Eğer bugün dimağımızı demir çerçeve içinde bulunduran bu kıskacı parçalamazsak, bütün ihtilal ve inkılâp muvaffakiyetlerinin mesut neticelerine rağmen, parçalanırız. Kazandıklarımızla müteselli ve bilhassa mağrûr olmayı asla düşünmemeliyiz (Korkmaz, 1992: 48-49)
Türk alfabesinin sadeleştirilmesi hakkındaki tebrikinizi memnuniyetli aldım. Şurasını tecrübe ile zikredeyim ki, hece ve alfabe ıslahı, hakikaten çocukları müşkülattan kurtaran, onlara küçük yaşta muvaffakiyet lezzetini arttıran en müessir vasıtadır. Yaşlı adamların sevinçleri ise daha aşikârdır. İnsanlar arasında kolay ve hevesli okumak vasıtasının temin edilmesi hem millî inkişafa hem de milletler arasında anlaşmaya çok hâkimdir (Korkmaz, 1992: 50).
Meclisimizin en büyük eseri olan Türlk harfleri, memleketin umumi hayatına tamamen tatbik olunmuştur. İlk müşkülât, milletin mefkûre kuvveti ve medeniyete olan muhabbeti sayesinde kolaylıkla yenilmiştir. Millet mektepleri, normal tedrisat haricinde kadın ve erkek, yüz binlerce vatandaşın nurlanmasına hizmet etti. Bu mekteplerin daha fazla bir gayret ve şevkle idame edilmesi lâzımdır (Korkmaz, 1992: 50)
Türk çocuklarını, onları, kafalarındaki kabiliyetleri, Türk karakterlerindeki sağlamlıkları, Türk duygularındaki yükseklik ve genişlikleri kendilerini hiç zorlamadan natürel bir tarzda ve olduğu gibi ifadeye alıştırmak.
Bunlar yapılınca netice şu olacaktır: Türk çocuğu konuşurken onun beyan ve anlatış tarzı, Türk çocuğu yazarken onun ifade ve üslûbu, kendisini dinleyenleri onun yürüdüğü yola götürebilecek, bu kabiliyeti sayesinde Türk çocuğu kendisini dinleyen ve yazısını okuyanları peşine takarak yüksek bir Türk ülküsüne ulaştırabilecektir (Korkmaz, 1992: 212).
Türk dilinin sadeleştirilmesi, zenginleştirilmesi ve kamuoyuna bunların benimsetilmesi için her yayın vasıtasından faydalanmalıyız. Her aydın hangi konuda olursa olsun yazarken buna dikkat edebilmeli, konuşma dilimizi ise ahenkli, güzel bir hâle getirmeliyiz (Korkmaz, 1992: 284).
Türk dili kaynakları üzerinde edindiğimiz bilgiler, umduğumuzdan daha verimli çıktı. Şimdi yalnız ana dilimizin öz varlıklarını bilmekle kalmıyoruz; bunların çok eski bir medeniyetin ilk ve ana dili olduğunu da öğrendik.
Klâsik etimolojinin karışık görüşleri karşısında bizim teorimiz ve analiz metodumuz çok basit görünüyor. Fakat hakikat, ezelî ve edebî hakikat basittedir. Teorimizi bir dil kanunu olarak ileri âlemine tanıttığımız gün, Türklük için şanslı bir zafer günü olacaktır (Korkmaz, 1992: 310)
Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumunun öz kardeşi ve tabiî tamamlayıcısıdır!... Bu kadar eski bir varlığı olan bir büyük milletin bu kadar eski, köklü ve yaygın bir dili de olması gerektir. Nasıl ki bütün bakımsızlığına ve unutulmuşluğuna rağmen o dil bugün de hemen hemen Orta Avrupa’dan, Kuzey Balkan’dan ta yukarı orta ve aşağı, ta uzak Asya’ya kadar türlü lehçelere bürünmüş olsa da gene aynı asıldan kalarak hâlâ konuşuluyor!... Bu dilin indoeuropeen dedikleri göç aileleri dilleriyle de şu ve bu ilgisi olsa gerektir.... Lengüistik, filoloji, morfoloji, etimoloji, gramer ve sentaks burada...
Araştırılsın, incelensin: görülsün ne çıkacak? Bugünkü başka dillerde karşılığı bulunup atılamayan şu bu sözlerin, ta İlyada’daki, Odise’deki şu bu sözlerin Türkçe’de karşılığı bulunabilip anlatılabilmesi ne demeye gelir? Araştırılsın, eleştirilsin görülsün! (Korkmaz, 1992: 351)
Türk dili zengin, geniş bir dildir, her mefhumu ifade kabiliyeti vardır. Yalnız onun bütün varlıklarını aramak, bulmak, toplamak, onlar üzerinde işlemek lâzımdır (Korkmaz, 1992: 369)
Türk milletini ve Türk medeniyet tarihinin ve kültür dillerinin dışında görmenin ne yaman bir yanlış olduğunu bütün dünyaya göstereceğiz (Korkmaz, 1992: 369).
Şurasını tecrübe ile ifade edeyim ki, hece ve alfabe yeniliği hakikaten çocukları güçlüklerden kurtaran, onlara küçük yaşta muvaffakiyet lezzetini tattıran en etkili vasıtadır. İnsanlar arasında kolay ve hevesli okumak vasıtasının temin edilmesi hem millî gelişmeye hem de milletler arasında anlaşmaya çok hizmet eder (Kocatürk, 1984: 122).
Türk harflerinin kabulüyle hepimize, bu memleketin bütün vatanını seven yetişkin evlatlarına mühim bir vazife düşüyor. Bu vazife milletimizin kâmilen okuyup yazmak için gösterdiği şevk ve aşka fiilen hizmet ve yardım etmektir. Hepimiz, hususi ve umumi hayatımızda rast geldiğimiz okuyup yazma bilmeyen erkek kadın her vatandaşımıza öğretmek için can atmalıyız. Bu milletin asırlardan beri hallolunmayan bir ihtiyacı birkaç sene içinde tamamen temin edilmek, yakın ufukta gözlerimizi kamaştıran bir muvaffakiyet güneşidir. Hiçbir muzafferiyetin hazlarıyla kıyas kabul etmeyen bu muvaffakiyetin heyecanı içindeyiz. Vatandaşımızı bilgisizlikten kurtaracak bir sade öğretmenliğin vicdanî hazzı mevcudiyetimizi doyurmuştur (Kocatürk, 1984: 123).
Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın, dikkatli, alakalı olmasını isteriz (Kocatürk, 1984: 124)
Millî şuurun ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz (Kocatürk, 1984: 124)
Bizim milliyetçiliğimizin esası dil birliğimizin korunmasıyla mümkün olacaktır (Korkmaz, 1992: 243).

2. ZİYA GÖKALP

Atatürk’ün sosyoloji alanındaki fikir babası diyebileceğimiz Gökalp’in Türkçe’ye hizmetini bilimsel metinlerle ispatlamaya sayfalar yetersiz kalacaktır inancındayız. Onun daha çok edebî metinlerle Türkçe’ye aktarmaya çalışacağız.

LİSAN
Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil gece bize.
İstanbul konuşması
En saf, en ince bize.
*
Lisandan sayılır öz
Herkesin bildiği söz;
Ma’nâsı anlaşılan
Lûgate atmadan göz.
*
Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız,
Türkçeleşmiş, Türkçedir;
Eski köke tapmayız.
*
Açık sözle kalmalı,
Fikre ışık salmalı;
Müteradif sözlerden
Türkçesini almalı.
*
Yeni sözler gerekse,
Bunda da uy herkese.
Halkın söz yaratmada
Yollarını benimse.
*
Yap yaşayan Türkçeden,
Kimseyi incitmeden.
İstanbul’un Türkçesi
Zevkini olsun yeden.
*
Arapçaya meyletme,
İrân’a da hiç gitme;
Tecvîdi halktan öğren,
Fasîhlerden işitme.
*
Gaynlı sözler emmeyiz,
Çocuk değil, memeyiz!
Birkaç dil yok Tûrân’da,
Tek dilli bir kümeyiz.
*
Tûrân’ın bir ili var
Ve yalnız bir dili var.
Başka bir dil var diyenin,
Başka bir emeli var.
*
Türklüğün vicdânı bir,
Dîni bir, vatanı bir;
Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa lisânı bir. (Yeni Hayat 1915)
“Hıristiyan kavimlerin ne suretle i’tilâ ve istiklâl yollarına gittiklerini gözlerimizle gördük. Bunlar iptida lisanlarını millîleştirmekle işe başladılar. Lisanî bir istiklâl, siyasî istiklâlin mukaddimesidir. Bir kavim, millî lisânını sevmeğe, millî edebiyatını bu millî lisân üzerinde te’sis etmeğe başladığı anda necât va’dini almış demektir.”

3. YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU

Türkçe’yi kocaman bir çınara benzeten Yakup Kadri, “Önce arabiyat ve acemiyat mutasallıflarının, sonra da, bizim, biz frengiyat snoplarının elinde bir melez lehçe haline girdi.” diyerek eleştiren yazar: “Büyük halk kütlelerinin bizim yazılarımızı anmayışı, birtakım yabancı lûgatler kullanmamızdan ziyade bu yüzdendir. Bütün medenî lisânlar arasında hesapsız kelime mübadelesi vardır. Elverir ki bu kelimeler yeni girdikleri dilin bütün millî şeraitine uysunlar. (...) yapma bir dilin, yapma bir edebiyatın duvarları arasında mahsur kalanlar bunu bir türlü göremiyorlar. Bizi uydurma Osmanlıca’dan, uydurma bir Türkçe’ye atmak istiyorlar.” sözleriyle düşüncelerini açıklar.

4. AHMET HİKMET MÜFTÜOĞLU

1920’lerde Gönül Hanım adlı eserinde Latin harflerine karşı çıkar:
“Elimizde bulunan Arapça, daha doğrusu Aramca’dan aktarılmış Sâmî harfler ile Ural-Altay kaynaklı bir dil olan Türkçemizi yazı ile ifade etmek kabil olmadığından, görünüşte ayrı fakat gerçekte yine Aramca’dan ve Yunancadan değiştirilip çıkarılmış Lâtin harflerini kabul etmek de fikir yolundaki ilerleyişimizin eserlerini bir anda yok etmek demek olduğundan, elimizdeki Arapça harfleri dilimize göre ilmî bir surette ıslâh ve imlâmızı ona göre değiştirmek ve düzeltmek şarttır.
Biz bu yeniliği gösterdiğimiz takdirde Araplar, Acemler ve başka Tûrânî kavimlerin de imlâlarını bu suretle düzenleyeceklerine şüphe yoktur. Doğu, işte o zaman kalkınma ve ilerleme yoluna gerçekten girmiş olcaktır. Bugünkü yetersiz harfler, bir esâsa bağlı bulunmayan imlâ ile fikirlerimizi tamamen belirtmek ve yaymak mümkün olamıyor.”

5. MEHMET FUAT KÖPRÜLÜ

“Türklerin kültür tarihinde bu kadar azametli, bu kadar şümullü bir dönüm noktası var mıdır, bilemeyiz? (...) Bir milletin eski alfabesini bırakıp yeni bir alfabe kabul etmesi, eski bir kültür dairesinden çıkıp yeni bir kültür çevresi içine girmesi demektir. Biz Arap harflerini bırakmakla, orta zaman Şark kültüründen silkinip muasır Garp kültürü dairesine girmek iradesini göstermiş oluyorduk. (...) Bu yeni Türk alfabesi sayesinde, o zamana kadar kendi hususî hüviyetlerini saklayan Arap ve Fars kelimeleri artık dilimizde tutunamayacaklardı”

6. PEYAMİ SAFA

“Yeni harflerden beklenen en tabiî neticeleri alabilmek: Doğru yazıp okutmak, kolay yazıp okutmak, eski harflerin kıyafetler ve çehreler kadar birbirinden farklı, şahsî imlâsından yazıyı kurtarmak.
Kurtardı mı? Yüz binlerce ses bir ağızdan cevap verecektir: Hayır!”
Bunun için önerilerini şu şekilde dile getirir:
1. İmlâ Lügati yeniden çıkarılır, şiveye değilse bile kaideye ait yanlışlar tashih olurdu.
2. Edip, muharrir, gramer müellifi, muallim gibi meslek adamlarının mütalaaları sorulur, telaffuzundan itilâfa düşülen kelimeler hakkında da tetkikler yapılırdı.
3. Bir istişare heyeti teşkil edilir, tereddüde düşenlere izahat verilirdi.
4. Muallimlere tam bir rehber teşkil edecek eserler vücuda getirilirdi.
5. Şirketler ve sair umumî müesseselerini ilânlarındaki yanlışlar görülerek her birine ihtarname gönderilirdi.
Böyle bir Encümen vazifesine derhal nihayet vermek lâzım gelir. İçlerinde vukuf ve enerji sahibi birkaç değerli adam istisna edilirse, ötekiler, büyük harf seferberliğinde edilen ihmallerin en mes’ul simalarıdır ve kendilerinden hesap sormak günündeyiz.
(...) büyük inkılâpları veya sadece değişmeleri takip eden günlerde yapılacak o kadar iş vardır ki hakikî inkılâp amelesinin kumsallarda sırtını güneşe verip neşelenmeğe değil, yemek yemeğe bile vakti olmaz.
Biz her birinden bir Dil Encümeni azası uyuklayan şiltelerin baş ucunda, musikisiz bir çığlıktan ve üç kelimeden ibaret ezanımızı haykırıyoruz: ‘Haydi iş Başına!””

7. CEVDET KUDRET SOLOK

Cevdet Kudret’in Varlık’ta yayımlanan makalesi bugün hâlâ güncelliğini koruyan bir içerikte kaleme alınmıştır. Türkçe’nin Batı dillerinin istilasına uğradığına dem vurulan yazıda ayrıca Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin görevini tam olarak yapmadığından yakınılmaktadır. Yazıda şunlar dile getirilmektedir:
“Türkiye’de bir Türk Dili Tetkik Cemiyeti var. Fakat bana öyle geliyor ki; bu cemiyet, birkaç sene sonra, ortada tetkik edecek bir Türk dili bulamayacaktır.
Son birkaç senenin göze çarpan en mühim olayı içtimaî hadisesi, Türk dilinin frenkçe kelimeler tarafından istila edilmesidir. Türkler dilini kaybediyor. Dilini kaybeden bir millet, söyleyecek ne bir sözü, ne de bir fikri olmıyan millet demektir. Biz böyle bir millet miyiz?” diyen Solok, daha sonra siyaset alanında, gazete haberlerinde, duvar ilânlarında, tıp, spor, tiyatro, edebiyat, resim fotoğrafçılık gibi alanlarda dilin yozlaşmasına değinir. Bugün pek yadırganmayan şu örnekleri verir:
- Ruzvelt’in mesajı
- Atletler forma giymediler.
- Yarın saat ikide randevum var.
- Bu akşam tren rötar yaptı.”
Solok görüşlerini pekiştirmek amacıyla şu örneği verir:
“50 yaşlarında bir tanıdık, geçende, bir kısmını kiraya vermek için evini iki ayrı daireye ayırdığını şöyle ifade etti:
Bu yaz evimi apartmanize ettim.
Bütün bunlar ne dektir? Mekteplerimizde divan edebiyatının kusurlarında, Nergisî ve Veysî’nin gülünç dilinden çocuklara hangi yüzle bahsedeceğiz?
Goncei lâlini dürnisarların şekerriz etti.
Cümlesile yukarıdaki örnekler arasında zihniyet bakımından ne fark vardır?”
Makalenin sonunda bugün dahi harfi harfine desteklenebilecek şu görüşleri dile getirir yazar:
“Eskiden arapça, acemce ve türkçeden mürekkep olan türk dil; şimdi arapça, acemce, fransızca ve türkçeden mürekkep bir hal alıyor ve türkçe arap ve acem kelimelerile beraber frank grameri de girmektedir. Dört dilin ve dört gramerin katıştığı bir dil. Evet, bu belki bir dildir, fakat herhalde türkçe değildir.”
Türkçe üzerine görüşleri bunlarla sınırlı değildir Cevdet Kudret’in. 1957 yılında yayımladığı makale ile Ataç’ın dilde “tasfiyecilik” görüşünü çürütmek için güzel bir örnek verir.
“’Kendini bir düşünmez mi, esrikleşiverir. Tinlerin yolu yordamıyla çağrılınca tirge başına seğirterek üşüştüklerine varıncaya dek türlü nedenlere inanır ya, en çok kendi büyüklüğüne inanır, yırlarında olsun, düzeyitlerinde olsun, yazağında ne çıkmışsa hepsinden ölmez derin derin doğrular, geçmez görkemli güzellikler bulunduğunda şuncağız küşünü yoktur.’ (Diyelim, s.100)
Yaşar mı bu dil? Ummuyorum. Bunu nerden anlıyorum diyeceksiniz? Elimde bundan 85 yıl önce konuşma diliyle yazılmış bir örnek var da ondan. Geçmişe bakıp geleceği kestiriyorum. Çünkü, Ali Bey’in çevirdiği Ayyar Hamza (1871) komedyasındaki dil, halk ağzında yaşayan konuşma dilinin koskoca, “Divan, Tanzimat, Servet-i Fünun” edebiyatlarına karşı koyarak, kendi başına buyruk sürüp geldiğini ve sürüp gideceğini gösteriyor. Ali Bey’in oyun kişileri 85 yıl önce şöyle konuşuyorlar:
‘- O kaptan olacak adalı hayduda söyle, şimdi oğlumu bıraksın, yoksa hükûmete haber veririm.
- Hükûmet mi? Tuhaf söylüyorsunuz. Denizin ortasında hükûmetin işi ne?
- O herifte hiç insaf yok mu?
- Tamam! Adalıda insaf... Ne kadar uzak şey!...(Ayyar Hamza, p. II., s.X)
Bakın bakalım bugünkü dille aralarında şuncağız bir ayrılık var mı? Demek ki, konuşma dili öyle hemencecik değişmiyor. Ataç’ın umudu gerçekleşse de, 2050 yılının okur yazarı –Divan edebiyatının okur yazarı gibi- başka bir dille konuşup yazsa bile, o dil konuşma dilinden ayrı bir dil olacak, halkın dili ise beri yanda gene kendi yolunda yürüyecek ve günün birinde yeni bir Ömer Seyfettin’le bir Ziya Gökalp çıkıp, ergeç yazı dilini konuşma diline yeni baştan yaklaştıracaktır.”

8. KÂZIM NAMİ DURU

Türkçeyi Nasıl Öğretmeli adlı eserin yazarı Duru, Türkçe üzerinde en fazla duran insanlardan biridir. Özellikle Yeni Kültür dergisinde çıkan yazılarıyla o dönem için halkı dil konusunda aydınlatan bir kişiliği vardır. Duru’nun Türkçe üzerine düşüncelerini "Dilimizin Öğretimi" konulu makalesine bağlı olarak aktarmak mümkündür:
“Kazım Nami, yazısına, Şemsettin Sami'nin "Türkçe, dünyanın en güzel dili değilse, en güzel dillerinden biridir" sözüyle başlıyor ve bir ‘Arnavut kanlının’ bu tespitinin kendisi üzerinde büyük bir etkisi olduğunu ifade ediyor.
Kazım Nami bütünüyle olmasa da on iki dili bildiğini, bunların hiçbirinin Türkçe kadar ahenkli, güzel ve tatlı olmadığını belirtiyor. Daha sonra Türkçenin kaba olarak kullanıldığı lehçeleri de olduğunu ancak İstanbul Türkçesinin okumuş / yazmış, hele iyi terbiye görmüş kadınların dilinde, bülbül ötüşü gibi ahenkli ve güzel olduğunu ifade ediyor.
Yazar, Türk dilinin çok zengin olduğunu, özellikle kelime türetme bakımından son derece elverişli olduğunu, kök ve eklerin sayısının çok fazla olduğunu söylüyor. Osmanlı döneminde ümmet yolunda giderken özellikle Arapçadan sonra da Farsçadan çok sayıda kelim alınarak dilin ağırlaştığını ancak içinde bulundukları dönemde bu işin artık tersine döndüğünü belirtip Türkçenin doğra yola girdiğini ifade ediyor. Fakat yeni kelime türetirken aşırılığa kaçılmasına ve Türkiye Türkçesine uzak şivelerden, arkaik Türkçeden kelime ve ek alınarak ortaya sürülen yeni kelimelere karşı çıkan yazar söylev, demeç gibi kelimeleri eleştiriyor.
Yazara göre Türkçenin böylesine güzel bir dil olmasına karşın, kendine yakışır güzellikte yazılara pek rastlanılmamaktadır. Özellikle Yeni Lisan hareketiyle başlayan ve dil inkılabıyla devam eden Türkçeyi yabancı kelime ve terkiplerden arındırma çabaları birçok yazarın duraklamasına, yazı yazmamasına sebep olmuştur.
Çocuklara yönelik güzel Türkçe örnekleri artık verilmez olmuştur. Güzel Türkçe ile yazanların hemen tamamı yetişkinler için yazmışlardır. Çocuklara verilen okuma kitapları ne kelime hazinesi bakımından onların dilini geliştirici, ne de üslup bakımından bir değer gösterir.
Yazar dil öğretiminde en iyi öğretmenin anne olduğunu belirtip, annelerin çocuklara doğru ve güzel Türkçeyi kazandırmada yetersiz kaldıklarını söylüyor. Çocuklar kelimeleri açık söylemeye başlamadan önce 'onomatope'lerle konuşur. Örneğin at kelimesini benzetme seslerle adlandırarak deh deh der. Anne de buna uyarak aynı yolu izler. Bu da çocuğun dili öğrenmesini geciktirir.
Çocuğun güzel Türkçeyi öğreneceği esas yer okuldur. Bu manada öncelikle öğretmenlerin Türkçeyi doğru ve tam kullanmaları çocuğa sevdirmelidirler. Öğretmenler kesinlikle şiveli konuşmamalı, çocuklara İstanbul Türkçesi ile seslenmelidir. Türkçe öğretmenin teme görevlerden biri öğrencilerin konuşmalarındaki şive farklılıklarını gidermektir. Bu anlamda Türkçe öğretmeninde aranacak en temel özellik Türkçeyi doğru ve güzel konuşmasıdır.
O dönem itibariyle, ilkokulda, çocuklara yönelik kitaplar çok azdır. Bu sebeple diğer derslerde, özellikle hayat bilgisi derslerinde çocukları sürekli konuşmaya yönlendirmek gerekmektedir.
Yazar bu noktada bugünkü görüşe aykırı olarak, çocukların konuşma sırasında yaptıkları hataların hemen düzeltilmesinin sakıncalı olacağını, bunun öğrenmeyi olumsuz etkileyeceğini söyleyip, çocukların yaptıkları hataların sonradan düzeltilmesi gerektiğini belirtmektedir.
Bundan sonraki bölümde ağız farklılıklarından örnekler sıralayan yazar ısrarla İstanbul Türkçesinin okullarda kullanılmasının yararlarını anlatıp yazısını Ziya Gökalp'e ait şu şiir ili bitirmektedir:
Güzel dil Türkçe bize
Başka dil gece bize:
İstanbul konuşması,
En güzel, en ince bize.”
Bunun yanı sıra Kazım Nami’nin Resimli Ay’da yer alan dil bilgisi öğretimi üzerine görüşü bir tecrübenin aktarılmasından başka bir şey değildir. Dil bilgisinin gereksiz olduğuna dair görüşlerini şu biçimde dile getirir:
“(...) Hemen hemen otuz bir senelik bir sarf muallimliği tecrübesi. Türk‘e, Arnavud’a, Rum’a, Ermeni’ye, Bulgar’a, Yahudiye’ye, Arab’a, Boşna’ğa, Fransız’a, Alman’a Türkçe okuttum, hâlâ da okutuyorum. Her vakit sarfın ders olarak tedris edilmesindeki manayı anlıyamadım.
(...) Sarf ve nahiv, ancak zihnin mantıkî terbiyesine yarar bir disiplindir. Böyle bir egrersiz, liselerin talebesine belki yarar; fakat orta, hele ilk mekteplerde sarf dersi okutmak, çocuk dimağlarını lüzumsuz ve yorucu bir cimnastiğe mahkûm etmektir.
(...) İyi, doğru, usulünde yapılan alâkabahş bir kıraat çocuğu sarf öğrenmekten müstağni kılar.”

9. M. ZEKERİYA SERTEL

Dili öğrenmek için gramere gerek olmadığını iddia eden Sertel şunları dile getirir:
“Zaten lisan günden güne konuşma lisanına doğru gidiyor. Kitap lisanında suni ve mükellef kelimeleri kaldırıyor, mümkün olduğu kadar konuştuğumuz gibi yazmaya çalışıyoruz. Gramer kaideleri, lisanı sunileştiren bir amil olmuştur. (...) Fakat bugün hayata, halka, konuşulan lisana doğru giderken lisanımızı sunileştiren amillerden kurtarmak zarureti vardır.
Hususiyle bizim gibi halkını ve çocuklarını süratle okutmak ihtiyacında bulunan bir millet okuma ve yazmayı güçleştiren bütün manileri ortadan kaldırmak mecburiyetindedir. Bizim için okuma ve yazma her türlü güçlüklerden azade bir şey olmalıdır. Bunun için evvela memleketten alfabenin kaldırılması: Saniyen mekteplerden gramerin çıkarılması lâzımdır.”
Resimli Ay dergisinde yayımlanan “Mekteplerden Arapça ve Acemce Kalkmalı mıdır?” başlıklı makalenin kimin kaleme aldığı bilinmiyor ama bu makalede ilginç tespitler var:
“Bütün büyük lisanlar mürekkeptirler: türkçe onlardan biridir ve birçok garp lisaniyak âlimleri, türkçenin en mükemmel lisanlardan biri olduğunu söylemektedir: ‘Max Müller, türkçe kadar mazbut ve mükemmel bir olmadığını söyleyenlerdendir.”


10. NAZIM HİKMET RAN

“Gramer denilen ilim, yazı lisanına birtakım kalıplar koyarak onun kıvraklığına, canlılığına, konuşma lısanına yaklaşmasına mani olmaktadır, ve bu itibarla muzır bir nesnedir. Bunun için değil midir ki, ekseriya anlatmamız yazmamızdan daha canlı ve daha kuvvetlidir. Ben halkın ağzından öyle hikayeler dinledim ki, eğer onlar anlattıkları gibi yazılsalardı, gramer kaidelerine uymayan, onları parçalıyan canlılıklarıyla edebiyatımızın lisan şaheserlerinden olurlardı. Velhasıl gramere lüzum yok. Vatandaş konuştuğun gibi yaz...”

11. SAİM OZANOĞLU

Saim Ozanoğlu’na göre yarının Türkçe’sini oluşturmak için şu şartlar gereklidir:
1. Yabancı dillerden alınan sözlerin Türkçe karşılığını bulup, yazılarımızda salt onları kullanmak öz Türkçe yazmaktır, sanılmamalı.
2. (Toplu söz) ler içinde geçen (tek söz ) ler biçimleri dolayısıyla kendi yerlerini yadırgamamalı.
3. Alışkın olmadığımız sözleri çok çok kullanırken, bunda anlaşılmayacak kadar ileri gidilmemeli.
4. Türkelinde konuşulan en güzel, en doğru, en temiz, en kıvrak, en işlenmiş öz Türkçe ağzı bulunmadan yazılmamalı.
5. Güzel Türkçe’nin yüksek kavrayışına uygun düşmeyen her türlü söyleyişten kaçınmalı.”

12. NURULLAH ATAÇ

“Dil işine sonradan giriştim. Daha önce başlasaydım, dil devriminin gerekli olduğunu daha önce anlayabilseydim ne iyi olurdu! Erken olsun, geç olsun giriştim dil işine. Gençler arasında bana uyanlar çok oldu. Yaşlılardan da var. Neden ötekilerden çok bana uyanlar oldu? Dil işine girişmem de bir çıkar kaygısıyla değildi de onun için. Alıklar, benim şu, bu buyurdu diye, şuna, buna yaranmak için öztürkçeye özendiğimi sanırlar. Oysa ki ben öztürkçe için nice kazançlarımı teptim., rahatımı kaçırdım. Üzdüm kendimi, adımı deliye çıkarttım.... Öztürkçeye özenişim de duygularımın etkisiyle değildir. Lâtince, Yunanca öğretilmeyen bir ülkede tek doğru yolun, tek usul (aklî) yolun öz dile gitmek olduğunu düşüncemle anla da onun için o yolu tuttum.” diyen Ataç’ın nesnel olarak değerlendirildiğinde Türkçe’ye katkısı tartışılmayacak boyuttadır. Burada sadece birkaç ifadesini ve Türkçe’ye kazandırdığı sözcükleri aktarmakla yetineceğiz. Ataç’ın kullandığı 873 sözcükten günümüzde yaşayanları şu biçimde sıralayabiliriz:
“akım, alan, alışkı, anı, araç, arı, asalak, aşağılama, aşağılamak, aşama, ayrıcalık, ayrım, ayrıntı, bağnaz, bağnazlaşmak, bağnazlık, beğeni, bellek, biçim, biçimcilik, bildiri, bildirim, bilge, bilgelik, bilim, bilinç, bilinçsizlik, birey, bireycilik, birim, birleşik, bölüm, coşu, çaba, çeviri, çevirmen, çözümlemek, dayanak, dayanışma, denet, denetleme, dengesizlik, devrim, deyiş, doğa, doğal, duyguculuk, duyu, eğilim, eleştiri, eleştirmeci, erdem, erek, eşanlamlı, etken, etik, etkilemek, etkinlik, evre, evrim, eylem, eylemsiz, gerçekçi, gerçekçilik, gerçeküstü, giysi, görece, görev, görkemli, güdü, ılımlı, ilinti, ilke, istek, izlenim, izlenimci, kamu, kanı, kanıktırmak, kapsamak, karşıt, katkı, kavram, kesinleme, kez, kınamak, kişilik, koçaklama, konut, koşul, kuram, kurul, kuşak, mutlu azınlık, mutlu son, mutluluk, nesnel, nesnellik, nitelik, olanak, olası, olay, olumlu, olumsuz, oluşmak, orantı, ozan, ödev, ödül, öge, öğreti, önyargı, örneğin, öykü, öykücü, öykümen, özden, özdensizlik, özet, özgür, özgürlük, özlem, özne, öznel, önsöz, sakınca, salt, sanı, sav, savunmak, seçkin, serüven, sezinlemek, somut, sonuç, sorumlu, soruşturma, soyut, soyutlama, söyleşi, söz dizimi, süre, tanım, tanımlama, tanımlamak, tanıt, tanımak, tekdüzelik, tepki, toplum, toplumbilim, toplumculuk, tutku, tutsak, tüm, tür, ulusçuluk, uluslar arası, utku, uyak, uygar, uygarlık, uygulama, uygulamak, uyum, uzman, uzmanlık, ürün, varsa, varsayım, veri, yadsımak, yakınmak, yalın, yalınlaşma, yalınlık, yanıt, yanıtlamak, yankı, yankılamak, yansız, yararlık, yargı, yargılamak, yasa, yaşam, yengi, yenilgi, yergi, yetenek, yetinmek, yetik, yetkinlik, yetkinleştirmek, yitmek, yitirmek, yoksun, yoksulluk, yozlaşmak, yönelmek, yöntem, yöre, yöresellik, yüküm, yükümlü, yüreklendirmek”
Ataç dil devrimiyle duyulan sancıyı 16. yüzyılda Fransa’da yaşananlarla paralellik kurar:
“Belki iki yüz yıl sonra anlaşılmayacağız; fakat iki yüz yıl sonrakilerin dilini bugünkü muharrirler kuruyor, hiç olmazsa onun kurulacağı sahayı temizlemek hazırlamak vazifesini görüyor. Bu, büyük bir zevk değil midir? (...) Bizim bugün duyduğumuz bu hazırlayıcılık, dil yaratıcılık zevkini Fransızlar on altıncı asırda duymuşlar.”
Türk çocuğunun dilini kitaptan değil, hayattan öğrendiğini dile getiren Ataç şunları ifade eder:
“Fakat bir çocuğa dilinin gramerini yalnız doğru konuşup doğru yazsın diye öğretilmez; dili üzerinde düşünmeye alışsın diye öğretilir; gramer dersleri riyaziye dersleri kadar, belki onlardan daha çok lüzumlu, faydalı bir fikri gimnastiktir.”

13. HALİT FAHRİ OZANSOY

Dil inkılâbı ve dilde özleşme konusunda Ozansoy görüşlerini şu biçimde dile getirir:
1. Türkçe mukabilleri olan ve aralarında hiçbir “nuance” mevcut bulunmayan Arapça ve Acemce kelimeleri kat’i surette dilimizden uzaklaştırmak: kılıç yerine seyf, şimşir ve güneş yerine şems ve mihr, afitap, hurşit kelimeleri gibi.
2. Asılları ister Arapça veya Acemce, ister Fransızca veya diğer bir lisandan alınmış olsun, halk dilinde yerleşmiş kelimeleri muhafaza etmek: şemsiye, tevekkül, doktor, futbol, vs. kelimeler gibi.
3. Şahıs veya memleket, şehir ismihaslarını, ya Türkçe’de eskiden beri taamüm etmiş şekilde muhafaza etmek (İskender, Floransa, vs. gibi.), yahut asıllarındaki beynelmilel imlâ ile almak: Sahespiaire, Nev York gibi.
4. İlim istılahlarına öztürkçede mukabil kelime bulunursa ne âlâ, aksi takdirde bunları âtince veya Yunanca esaslarından lisânımıza en tatlı gelebilecek şekiller dahilinde iktibas etmek: oksijen, otomobil, etnografik, psikanaliz, morfinmen, stratosfer vs. gibi.
5. Öz Türkçe kelimelerin köklerini araştırmak ve geniş Türk diyarında münevver şehirler halkının bilmediği kelimeleri bulup ortaya çıkarırken mücerret kelimeleri mümkün mertebe mürekkeplere tercih etmek: “saban izi” yerine Anadolu’da kullanılan “çizi” kelimesi gibi.
6. Noğoy lehçesiyle “gün” yerine “kün”, “deniz” yerine “dengiz” telaffuzları doğru olmayacağı gibi “akşam” yerine “tün”, “hangi” yerine “kaysı” kelimelerini tercih etmenin de ne kadar acayip düşeceğini (...) iyice bilmek.”

14. İSMAİL HAKKI BALTACIOĞLU

İsmail Hakkı Baltacıoğlu’na göre yazı dili ile konuşma dili bir olmamalıdır. Bunun gerekçesini şu şekilde ifade eder:
“Niçin başkadır? Şunun için ki:
I. Yazı dili göz önünde bulunmayan okuyucu içindir.
II. Yazı dili, söylenmek, işitilmek için değil, okunmak için yazılır.
III. Yazı dili bir abideye benzer, saklanacak, biriktirilecek bir şeydir.
IV. Yazı dili kesilmeyen, akıp giden bir dildir.
V. Yazı dili görülmeyen, tanınmayan insanlara söyleyen, onun için genel kalmak tabiatında olan bir dildir. Oysaki konuşma dilindeki ayırtlar yazı dilindeki ayırtların hep başkasıdır.
Yazı dili yazı dili olarak, konuşma dili de konuşma dili olarak özleşmelidir.”
Gazetecilerin dilleri hakkında da şunları söyler:
“Bu yazar evde, sokakta, işte konuşurken türlü konuşur, yazarken başka türlü. Aynı farkı nutuk ve konferans işlerinde de görürsünüz. Görüşürken duygularını o kadar iyi taşıyan gencin kürsüye çıkınca dili yabancı olur.”
“’Bizde dil Türkçülüğünü istiyoruz, yalnız yavaş yavaş olmalı!’ Yavaş yavaş, neden yavşa yavaş? Bu evrensel bir töre midir? İşleyişini nasıl görebildiniz? Bu acunda (dünyada) hangi canlı, hangi bitki yavaş yavaş, basamak basamak değişmiştir? Çiçeklerin katmerlerini yapan, boyalarını değiştiren basamaklı, konaklı (tedricî) bir oluş değil, yaratıcı olmuştur.
‘Doğrudur, yalnız biraz yadırganamıyacak mıyız?’ yadırgayacağız. Ancak bu yadırgama ne denli bir yadırgama oluyor? Uzun yıllardan beri öz anasından uzakta kalmış ve onu tanımamış olan bir çocuğun yadırgaması gibi bir yadırgama. Türkler, dil anamıza kavuşuyoruz. Özlediğimiz kucak, aradığımız sıcak onun göğsünde bulunuyor, ona atılın.”

15. HALİT ZİYA UŞAKLIGİL

Halit Ziya bugün bile güncel olan bir tartışmaya değinmekte, dildeki yazı dili ile konuşma dili arasındaki ikiliği dile getirmekte:
“Bugün gene radyo bize hatiplerin güzel demeçlerini getirirken, mahkemelerde, Büyük Millet Meclisinde, vilâyet heyeti içtimalarında Türk dilinin nezahet ve zerafetinden hiçbir ziyana uğramadığının bürhanına mukabil, biraz daha öteye kulak verince öyle bir fütura kapılırız ki bizlere ‘acaba Türkçe ikiye mi ayrılıyor? Biri yıllarca incele incele bugüne kadar intikal eden eski zamanın mirası bir Türkçe, diğeri son devrin sarsıntılarıyla yıkıla yıkıla, devrile devrile, kırık dökük, bozuk ve çarpık yeni neslin ağzına düşen bir başka Türkçe mi?’ diye şüphe veriyor.”

16. BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

ÜÇ DİL
En azından üç dil bileceksin.

En azından üç dilde,

Ana avrat dümdüz gideceksin,

En azından üç dil bileceksin,

En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin.
En azından üç dil.
Birisi ana dilin,
Elin ayağın kadar senin,
Ana sütü gibi tatlı,
Ana sütü gibi bedava,
Nenniler, masallar, küfürler de caba.
Ötekiler yedi kat yabancı,
Her kelime arslan ağzında,
Her kelimeyi bir bir dişinle tırnağınla,
Kök sökercesine söküp çıkartacaksın,
Her kelime bir tuğla boyu yükselecek,
Her kelime bir kat daha artacaksın.
******* ******* *******
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde,
Canımın içi demesini,
Kırmızı gülün adı var demesini,
Nerden ince ise oradan kopsun demesini,
Atın ölümü arpadan olsun demesini,
İnsanın insanı sömürmesi,
Rezilliğin dik alası demesini,
Ne demesi be,
Gümbür gümbür gümbürdemesini becereceksin.
En azından üç dil bileceksin,
En azından üç dilde ana avrat dümdüz gideceksin.
En azından üç dil.
Çünkü sen ne tarih ne coğrafya,
Ne şu ne busun,
Oğlum Mernuş,
Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun.
Bedri Rahmi EYÜBOĞLU

17. BESİM ATALAY

Besim Atalay dil konusundaki görüşlerini daha çok dil inkılâbı üzerinde yoğunlaştırır. O dil inkılâbına karşı koyanları üç gruba ayırır:
1. Her türlü yeniliğe ve her türlü alışılmamış herhangi bir şeye karşı durmayı âdet edinmiş olan kafasızlar, ve bilgisizlerdir.
2. Yeni terimleri ve – eski Osmanlıca’da yaşamış,fakat halka kadar inmemiş bulunan öz Türkçe kelimeleri öğrenmek zahmetine katlanmayanlardır.
3. Eski dilde yazı veya kitap yazarak para kazanmış olanlardır. Ben bu gibilere “edebiyat bezirganları” demeyi daha uygun buluyorum.”
Atalay dil hakkındaki düşünceleri, görüşleri ve dedikoduları da dört gruba ayırır:
1. Eski dilin, daha açıkçası Osmanlıca’nın – olduğu gibi- yaşaması fikri.
2. Eski dili zorlamaksızın yavaş yavaş düzeltmek, işi zamana bırakmak.
3. Ne eski dili, ne de öz Türkçe’yi dil olarak almak; Türkçe’yi Fransızca kelimelerle zenginletmek; cümle kuruluşunu, söz dizimini değiştirerek Fransız gramerini Türkçe’ye uygulatmak.
4. Türkçe’yi, kendi köklerinden faydalanarak genişletmek; böylelikle Türkçe’yi su katılmamış bir Türkçe yapmak.”
Bunların yanı sıra Atalay Türkçe üzerine düşüncelerini şu biçimde açıklamaktadır:
“Şüphesiz ki benim dilim de tamdır ve istediğimi, düşündüğümü dilediğim şekilde onunla anlatabilirim. (...) Harf inkılâbıyla elde edilen kolaylıklar dilimizin yazma bahsindeki müşküllerini tamamen söküp atmıştır.
(...) Gün geçtikçe dilimiz üzerindeki tetkiklerin mes’ut neticelerine kavuşuyoruz. Ve Türk dili küller altında kalmış inci taneleri gibi gözlerimize parlayarak gönüllerimize ılık bir neş’e yayarak çıkıyor ve bizi sevindiriyor.
(...) Bugün bizim tasfiye için çektiğimiz müşkülleri yarının Türk çocukları lisanlarına girecek bu yabancı Avrupa kelimelerini dillerinden çıkarmak için tekrar mı çeksinler? Yani Türk çocuğunun ömrü, diline sokulan yabancı kelimeleri belletmekle ve sonra onları dilinden uzaklaştırmak için çareler aramakla mı tüketsin?”

18. ORHAN SEYFİ ORHON

“Millî zevkimizin koruduğu bu kültür sahasında yürürken azimli, fakat dikkatli ve hesaplı adımlar atmalı. İkide bir çam devire devire, vura kıra, bata çıka, paldır küldür yuvarlanmadan ne çıkar? Vaktiyle bize öz Türkçe’nin güzelliğini tattıranlar kelimeleri yumruk gibi burnumuza dayamadılar. Asırların yoğurduğu bir sanatla çiçek demetleri hâlına koyarak zevkimize sundular. İkisinden birini seçmede bizi serbest bıraktılar. (...) Dil işlerinde usta bir bahçıvan gibi fidanları aşılayarak dalları budayarak, çiçekleri sulayarak itina ile çalışmalıyız. Sayın dil bilginimizin bu sahada karşımıza bir kucak çiçekle çıkmasını bekliyoruz. Yoksa böyle, bir elinde kazma, öbüründe balta, eski tarhları çiğneye çiğneye değil!”

19. HÜSEYİN CAHİT YALÇIN

“Gramer lisânın bünyesini, yaşayışını müşahede ve tebyin etmekten ibarettir. Gramer lisanın kendisidir. Lisan haricinde bir kavait mecmuası değildir. Bunu okutmak, lisanı izah etmektir.
Bu izaha lüzum olmıyacağını zannetmem. Kendi kendilerine ayni müşahede ve tebyin ameliyesini yapmıyacak olanlara büyük feidesi olur. Fena suretle tedrisat yapılmış ve bundan faide görülmemişse kabahat gramerin değil usulündür.”

20. İBRAHİM NECMİ DİLMEN

Dilmen, hayatını Türkçe’ye adamış ender insanlardan biridir. Dil konusunda yapılan çalışmaların özeti mahiyetindeki, “Onuncu Dil Bayramı Münasebetiyle” başlıklı makalesi şu bilgileri içermektedir:
“Dil devriminin amacı, Türk dilinin eskiliğini, zenginliğini, güzelliğini ortaya koyarak, dilimize öz varlıklarıyla bütün bugünkü ve yarınki bilgi ve düşünce derinliklerini ifadelendirecek kuvveti vermektir.
Dilimizin eskiliği, bugün Sümer ve Eti dilleri üzerine yapılan araştırmalarla tarihin en uzak sınırlarına varmış bulunuyor. Tarihten öncenin karanlık devirleri içinde de Türk dilinin ana ve ileri varlığının ışıkları belirmiştir. Dünyanın en eski dil varlıklarının daha önceki kaynakları arasında Türkün sesi kendini duyurmaktadır.
(...) Büyük devrimlerin en büyük güçlüğü başlangıçtadır. Başlarken hepimiz daha eskiden aldığımız bilgilerin, bağlandığımız alışkanlıkların baskısı altında idik. Onun için çok güçlük çekiyorduk.
Bugün, on yıllık durmaz dinlenmez bir savaştan sonra artık bize “uçak” tayyareden, “savaş” mücadeleden, “baskı” tazyikten daha alışılmış, daha güzel, daha sevimli olmuştur. Yarının çocukları bizim henüz alışamadığımız yadırgadığımız sözleri de pek güzel, pek kolay benimseyecektir.
Bunu da gözlerinizle görmek isterseniz, okullarımıza bakınız:
Bugünün sevgili Türk yavruları, bizim o kadar zahmetlerle bellediğimiz, “zaviye”lerden, “müselles”lerden, “müsavi”lerden, “zûerbaa-tüladla”lardan kurtulmuştur. Onlar, hiç yadırgamadan, “açı, üçgen, eşit, dörtgen” diyorlar. “Hayvanat-ı fıkariye” nin yerine “belkemikliler”, “zat-ül fırkateyn” in yerine, “iki çenekliler” tutmuştur.
Bunları böyle öğrenen yeni Türk çocuğu, yarının ergin adamı olduğu zaman, biz babalarının bu kadar kolay, bu kadar iyi, bu kadar verimli bir işte neden o kadar uğraşmak zorunda kaldığımıza şaşacaklardır.
Okul yavruları şöyle dursun, bugünün üniversite profesörlerinde bile öz dil ve öz dilden terim sevgisinin ne kadar kuvvetli bir yolda birleştiğini, kurultayda kendi ağızlarından dinlemiş bulunuyoruz. Elli, altmış yılın yükünü omuzlarında taşıyanlardan başlıyarak, Türk bilim dünyasına kol salan bu sevgi yüreklerimizi ateşledikçe, her gün biraz daha ileri atılacağımıza hiç şüphe yoktur.”

21. HASAN ÂLİ YÜCEL

Yücel, Türkçe hakkındaki görüşlerini öz Türkçe çalışmalarına bağlı olarak aktarmıştır. Kısaca şunları söylemektedir:
“Dil değişimine inananlar, ona yürekten katılanlar; evimizde oturup düzgün (kafiyeli), Nedim ağzından gazeller yazarak kendimizi ve iki üç (tiryaki) yi eğlendirmek kaygusunda değiliz. Bizim bütün düşüncemiz, derisi katılaşmış elile sapanını tutan, çatlak topuklu, çorapsız ayağile Türk topraklarına basan yurddaşlarımızın dediğini anlamak, yapmasını istediklerimizi ona kolayca anlatmaktır.
İşte öztürkçe, bu kaygıları, bu dilekleri, bu ülküleri anlatan; bu kaygılarda, bu dileklerde, bu ülküde ulusun anlaşmasına yarayan bir dildir.”

22. YAŞAR NABİ NAYIR

Yaşar Nabi Türkçe üzerine düşüncelerini bir dizi halinde çeşitli dergilerde yayımlamıştır:
“Türk dilinin özleşmesi için son birkaç yıl içinde başarılan işler Osmanlı tarihinin yüz yıllarına sığışan dil çalışmalarının bütününden üstündür.
(...) Dil işi her şeyden önce bir estetik işidir, ne kadar ilmî bir görüşle hazırlanmış olursa olsun; estetik kaidelerine uymıyan kelimeler halk diline çok güç yerleşebilir. Pek büyük ve ehemmiyetli bir iş olan söz yayma işi doğrudan doğruya sanatkârlara düşen bir iştir. Sanatkâr, tabiî bir insiyakla, yaşayacak kelimeleri yaşamak imk3anı olmayanlardan ayır eder, onları en doğru yerlerde ve en doğru şekiller içinde kullanarak halkın dilinde yeniden diriltir veya yoktan yaratır.
(...) Dil özleşmesi işinde bence en dikkat edilmesi lâzım olan nokta, halk dilimize girimiş arapça kelimeleri kök-kelime hâline getirip bunların söz ailelerini atmak ve türkçe eklerle yeni kelimeler yaparak köke yabancı olan sözü türkçeleştirmektir. Bütün milletler dil işlerinde bu yoldan gitmişlerdir. Meselâ, “millet” kelimesi halk dilimize girmiştir. Fakat, “milel”, “millî”, “milliyet”, gibi kelimeler ancak münevverler arasında bilinir. Şu halde biz millet kelimesinden gelen arapça kelime ailesini dilimizden kolayca atabiliriz. Bunun için de millî mukabilinde, yerine göre, milletçe veya milliyetlik, beynelmilel yerine milletler arası, milliyet kelimesi yerine de başka bir ekle bulunacak yeni bir söz kullanabiliriz.”
“Halk ve konuşma diline girmiş kelimeleri değiştirmek pek güç ve lüzumsuz bir iştir. Buna karşılık yazı ve edebiyat dilimizde biraz daha sadeliğe doğru gitmek imkânı vardır. Bunun için dilimizdeki yabancı kaynaklara atfedilen ve başka öz Türkçe karşılığı bulunmayan sözleri kök olarak kabul etmek, bunların kelime ailelerini atarak yerlerine aynı köke Türkçe ekler ilâvesile özleştirilmiş kelimeler yapmak.
(...) Dil özleşmesi hareketinin getirmiş olduğu yeni kelimeler içinde bir çokları pek güzel ve ahenklidir. Bunları kullanmayı ihmal etmeyerek dilde yerleşmelerini temin etmek vazifesi de edebiyatçılarımıza düşer.”

23. CAHİT SITKI TARANCI

“Dilimizin yabancı kelimelerden silkinip kökü Türk olan kelimeler kazanmak yolundaki kalkınmasına Türkçeyi seven bir vatandaş sevinirse de yalnız edebiyatçı bayram yapar. Mukadderatını Türkçenin mukadderatına bağlamış adam sıfatiyle bugünkü şairin ve nâsirin, dilimizi istikrar ve istiklâle götüren bu meselde menfaati olduğu için, bayram yapması tabiîdir.” diyen Cahit Sıtkı’nın Türkçeye yeni girebilecek sözcükler için ölçütünü de şu biçimde koyar:
“Yeni kelimeleri de cemiyet oldurur, o kelimelere şiirdeki yerini şair verir. Aşçıdan lezzet, şairden güzellik, her ikisinden de ustalık istenir. O halde günümüzün Türk şairi, Türk halkı nezninde taliini deneyen yeni kelimelerin macerasına bugünlük seyirci kalacak ancak tutunmaya muvaffak olanların aradan zaman geçtikten, bu kelimeler şarap gibi, dostluk gibi eskidikten sonra sırası gelince şiir şerbetinde vişne veya şeker yerine kullanacaktır. Ve nihayet bilmeli ki, eski veyahut yeni her kelime, şiire girmedikçe ölmezlik sırrına eremez.”

24. SABAHATTİN EYUBOĞLU

Eyuboğlu,, Türkçe üzerine görüşlerini birkaç denemesinde dile getirmiştir. “Yabancı Dil ve Kültür” başlıklı denemesinde yabancı dilin gerekli olduğunu ama bunun bir beyin jimnastiği biçiminde öğretilmesi gerektiği üzerinde durur. Yabancı bir dilin çocuğa ne zaman öğretilmesi gerektiği şu şekilde dile getirir:
“Yabancı dil tedrisatı hiçbir zaman ana dille teması kaybetmemelidir ve daima ikinci dil olarak kalmalıdır. Bu itibarla çocukları erkenden ana dillerinden ayırmak çok tehlikeli olabilir. Düşünmeğe yabancı dilde başlamış olan çocuk gayet tuhaf bir mahlûk olabilir: Ne tam mânasıyla kendisi, ne de tam mânasıyla başkası!... Memleketimizde bu akıbete uğramış olanlar maalesef pek çoktur. Türk çocuğunun dimağı düşünmeye Türk dilinde açılmalıdır. Aksi takdirde yabancı dil fayda değil zarar verir. Zihin terbiyesi dediğin şey ancak yabancı dilin ikinci bir dil olarak kalmasile mümkündür. Ana dilinin zararına öğrenilmiş yabancı dilden daha gülünç hiçbir şey tasavvur edemiyorum. Az çok sağlam bir dil kültürü olmadıkça yabancı dilden alınacak meyve adsız, tadsız, renksiz, ağza konmaz bir şey olacaktır. Kendi rengi olmayan, başka birisinin rengi ile zenginleşemez.”
Bunun yanı sıra Eyuboğlu, “Yazı Dilimiz” ve “Yine Devrik Cümle” başlıklarını taşıyan iki denemede Türkçe üzerine düşüncelerini dile getirmiştir. Denemede dilin işlevi üzerine durulmaktadır:
“Dön dolaş, hep bu dil meselesi çıkıyor karşımıza, yeni Türkiye’nin her meselesi, önünde sonunda dilimize dokunuyor, zorluyor, kurcalıyor, evirip çeviriyor dilimizi. Bir ileri bir geri, ama hep değişme, gelişme halinde yazı dilimiz. Yeni Türkiye yeni Türkçesiz olamıyor demek. Dilimizle birlikte kalkınıyoruz. Atatürk’ün dille uğraşması bundan; kanunlarımızın iki de bir dil değiştirmesi bundan; eski yeni çatışmalarının kızışması bundan; dil yeniliklerinin hemen politik anlamlar kazanması bundan.”
 
Son düzenleme:
EMRE seda kolik
Türklüğün vicdânı bir,
Dîni bir, vatanı bir;

Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa lisânı bir.
 

Benzer Konular

Yanıtlar
0
Görüntülenme
10B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Yanıtlar
3
Görüntülenme
2B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
2B
Yanıtlar
0
Görüntülenme
4B
Üst